121

 

121. Mektup

Uzun zaman üzerinde durduğumuz bugünkü küçük sorunu açıkladığım zaman, bana karşı çıkacağını biliyorum. Yine haykıracaksın, “Peki, bunun ne ilgisi var ahlakla?” diyeceksin. Öyleyse bağır bakalım. Önce sana karşı çıkaracağım Posidonius'la Archidemus'u, yani savaşacağın kişileri tanı. Bunlar davayı üzerlerine alacaklar. 474 Sonra sana şöyle diyeceğim: (Pratik) Ahlakla ilgili olan her şey iyi bir ahlak yaratmaz. Kimi şey insanın beslenmesine yarar, kimi şey beden eğitimiyle, kimi şey öğrenimimizle, kimi şey giyim kuşamla ya da eğlence ile ilgilidir. Ne var ki hepsi de insanla ilgilidir, bunlar onu daha iyi bir hale koymasa bile.


Sana göre ayrı yollardan ayrı ahlaka varılır: Kimisi ahlakı düzeltir, bir düzene koyar; kimisi ahlakın kökenini araştırır. Doğanın insanı niçin yarattığını, neden başka yaratıklara üstün tuttuğunu araştırdığım zaman, sen benim ahlaktan çok ayrıldığımı mı düşünüyorsun? Yok, bu bir yanılgı. Bir insan için neyin iyi olduğunu anlamadan, yaradılışını iyice incelemeden nasıl bir ahlakı olması gerektiğini nereden bileceksin? Kendin için ne yapman, neden kaçınman gerektiğini ancak senin doğan için ne yapmanın gerekli olduğunu öğrendikten sonra karar verebilirsin. “Benim öğrenmek istediğim şu," diyorsun: “Nasıl daha az hırslı olurum, nasıl daha az korkarım? Batıl inançlardan kurtar beni. Öğret bana ki ‘mutluluk' denen şey, boş, geçici bir durumdur; kolayca bir hecesi değiştirilebilip 'mutsuzluk' oluveriyor."

Senin isteğini getireyim yerine, erdemleri uyandırayım, kusurları kamçıyla kovayım. Bu konuda benim çok aşırı, sert olduğum düşünülse de, kötülüğün peşini bırakmayacağım, en vahşi arzuları gemleyeceğim, acıya dönüşmek üzere zevkleri bastıracağım, insanların dileklerini yatıştıracağım. Neden yapamayacakmışım? En büyük kötülükleri kendimiz dilemedik mi? Her konuşmamız bir şükran duygusundan ileri gelmiyor mu?

Bu arada, izin ver de bu konuya biraz uzak düşen bir sorunu kurcalayayım. Bütün hayvanların, yapılarının bilincinde olup olmadığını araştırıyorduk. Bunun böyle olduğu özellikle şundan anlaşılır: Hayvanlar organlarını gereği gibi, rahatça hareket ettirirler, sanki bu hareketler için iyice eğitilmişler  gibi. 474 Hepsinin her parçasında kendine özgü bir çeviklik vardır. Zanaatçı, araçlarını kolaylıkla kullanır; dümenci, dümeni hızla çevirmeyi bilir; ressam, benzetmeyi sağlamak için önüne dizdiği birçok renkleri bir çırpıda saptar, sakin bir çehreyle, ellerini mumla eser arasında hızla getirip götürür; hayvan da her davranışında böyledir. Pantomimde dansla taklit etme becerisini edinmişlere hayran oluruz, çünkü olayların her türlü anlamını, duyguları ifade etmek için hazırdır elleri, sözlerin hızını hareketleri aynen izler. Sanatçılara sanatın sağladığı şeyi, doğa da hayvanlara sağlamıştır. Hiçbiri organlarını güçlükle oynatmaz, hiçbiri alışkın olduğu duraksamaz. Hayvanlar bu işi doğar doğmaz yapar, bu bilgiyle yaratılmışlardır, buna alışık olarak doğarlar.


“Hayvanların organlarını uygun biçimde hareket ettirmeleri bu nedenledir demek,” diyebilir birisi, “çünkü başka türlü hareket ettirirlerse acı duyacaklardır. Sizin de dediğiniz gibi böyle bir zorunluluk vardır onlar için, onları doğru yola irade değil, korku yöneltir.” Yanlıştır bu. Zorunlu olarak hareket eden hayvanın davranışı ağırdır. Çeviklik kendiliğinden yapılan hareketlerde vardır. Acı duyma korkusu bu işe o kadar az karşıdır ki, acı engellese bile, hayvan doğal olan hareketi yapmaya çabalar. Örneğin, bebek ayakta durmaya hazırlanırken, yürümek için ilk adımlarını atıp kendi gücünü denemeye başladığında düşer, ama her seferinde ağlayarak kalkar yerden, acı duya duya doğanın istediği alıştırmayı yapar. Kabuklu hayvanlar da, sert kabukları üstünde ters döndüler mi, ayaklarını kabuklarından çıkarıp çarpık çarpık uzatırlar, normal duruma gelinceye kadar uzun zaman çırpınırlar. Tersine dönmüş kaplumbağa hiç işkence çekmez, sadece doğal haline dönmek arzusuyla huzursuz olur, ayakları üstünde duruncaya kadar debelenir durur. O halde, her hayvanda kendi yapısının bilinci vardır, organlarını bunca ustalıkla kullanması bundan gelir. Hayvanların dünyaya bu 475 temel bilgiyle geldiklerinin en iyi belirtisi şuradadır: Hiçbir hayvan, bedenini kullanmakta beceriksiz değildir. “Sizin dediğinize göre,” diyebilir yine o kişi, “insanın yapısı, yönetici olan ruhun herhangi bir biçimde, bedene karşı olan tutumundan oluşur. Bu düşünce böylesine karışık, ince, sizin için bile zor anlaşılabilen bir şeyken, bunu küçücük bir bebek nasıl anlar? Toga'lı kişilerin büyük bir bölümü bu tarifi karanlık bulduklarına göre, bütün hayvanların birer diyalektikçi olarak doğmaları gerekir.” Ben hayvanların yapıyı anlamadıklarını, ama tarifini anladıklarını söyleseydim, bana karşı çıkman yerinde olurdu. Doğanın istediği kolayca anlaşılır ancak anlatılması zordur. Demin sözünü ettiğim bebek, beden yapısının ne demek olduğunu bilmez, kendi beden yapısını tanır. Canlının ne olduğunu bilmez ama kendisinin canlı olduğunu bilir. Ayrıca kendi beden yapısını da kabaca anlar, üstünkörü, karanlıktır bilgisi. Biz de mesela bir ruhumuz olduğunu biliriz ama ruh nedir, nerededir, niteliği nedir, nereden çıkmıştır bilmeyiz.


Biz nasıl doğasını, yerini bilmesek de ruhumuz üstüne bir duyguya ulaştıksa, her hayvan da kendi yapısı üstüne öyle bir duyguya ulaşmıştır. Onların bunu hissetmeleri zorunludur, çünkü bu duygu yoluyla başka şeyleri de hissetmektedirler. Buyruğuna uydukları, yöneltildikleri şeyi hissetmeleri zorunludur. İçimizden, atılımlarını harekete getiren bir şeyin var olduğunu anlamayacak kimse yoktur. Bu nedir diye sormaz, içinden bir itkinin geldiğini bilir: Nedir bu, nereden gelir, bilmez. Böylece bebeklerde de hayvanlarda da kendilerinin ana bölümleri üstüne bulanık belli belirsiz bir duyguları vardır. O birisi devam eder: "Diyorsunuz ki, her hayvan önce kendi yapısıyla uyum sağlar; insanın yapısı ise akılcıdır, bu yüzden insan kendi kendisiyle hayvanca değil, akıllıca yakınlık kurar. Çünkü bir insan, insan olan yanıyla kendisi için 476 değerlidir. O halde bir bebek henüz akıllı değilken, nasıl olup da kendisinin akılcı yapısıyla bağdaşır?" Her yaşın kendine özgü bir yapısı vardır; bebeğinki başkadır, çocuğunki başka, ihtiyarınki başkadır. Herkes içinde bulunduğu yapıya uyar. Bebeğin dişleri yoktur, bu yapısına uyum sağlar; dişleri çıkar, bu yapısıyla bağdaşır. Çünkü bir buğdaya, bir taneye dönüşecek olan sapın tazeyken başka bir yapısı vardır, saban izini zor aşar boyu; güçlendiği zaman, henüz narinken başka, yükünü taşımak için dikilirken başka yapısı, sararıp da harmanı gözlerken, başağı sertleştiği zaman başka bir yapısı vardır. Hangi yapıya varmış olursa olsun, onu korur, onunla bağdaşır. Bebeklik, çocukluk, delikanlılık, ihtiyarlık yaşları birbirinden farklıdır. Bununla birlikte ben bebekken, çocukken, delikanlı iken neysem şimdide oyum! Her yaşın yapıları ayrı olsa da, kendi yapısına uyum sağlaması değişmez, aynı kalır. Doğa bana bir bebeği ne bir çocuğu, ne bir delikanlıyı ne de bir ihtiyarı emanet eder; doğa kendimi emanet eder bana. Bu yüzden bebek, bir gençte gelişecek olan yapıyla değil, bir bebeğe yarayan kendi yapısıyla uyum sağlar. Geçeceği daha büyük bir hal kalmazsa, içine doğduğu durum bile doğayla bağdaşmaz. Önce hayvan kendi kendisiyle uyum sağlar. Başka her şeyin ilgili olabileceği, her şeyin indirgenebileceği bir şey olmalı. Zevki arıyorum, kimin için? Kendim için.


O halde kendimle ilgileniyorum. Acıdan kaçıyorum, kimin için? Kendim için. O halde kendimle ilgileniyorum. Her şeyi kendi faydam için yapıyorsam, kendime duyduğum ilgi en önde geliyor demektir. Bu ilgi bütün hayvanlarda mevcuttur, aşılanmış değildir onlara, doğuştan getirirler. Doğa evlatlarını yaratır, başından atmaz; en güvenli vasi en yakında olduğu için de herkes kendine emanet edilmiştir. Bu yüzden, bundan önceki mektuplarımda da söylediğim hayvanlar, ana rahminden ya da yumurtadan 477 yeni çıkmış hayvanlar bile kendilerine düşman olanı hemen bilirler, öldürücü olandan kaçarlar; uçmakta olan kuşların gölgeleri bile hayvanları kaparak yaşayanların avlarını korku içinde bırakır. Hiçbir hayvan, ölüm korkusunu tanımadan hayata atılmaz.


“Peki, hayvan bir şeyin koruyucu ya da öldürücü olduğunu nasıl anlayabilir?" Önce sorulan soru şu: Hayvanın bunu nasıl anladığı değil, bunu anlayıp anlamadığı. Onlarda bu anlayışın olduğu şuradan meydana çıkar: Anlamış olsalardı da zaten, daha fazla bir şey yapmayacaklardı. Neden tavuk tavustan, kazdan kaçmaz da, hiç tanımadığı halde, o kadar küçük atmacadan kaçar acaba? Neden civcivler kediden korkarlar da, köpekten korkmazlar? Apaçıktır ki, onlarda deneyim olmadan birikmiş bir bilinç vardır zararlıya karşı, daha deneme fırsatı çıkmadan bile kaçınırlar zararlıdan.  Yine de bunun rastlantıyla olup bittiğini sanma sakın, korkmaları gerekenden başka şeyden korkmaz onlar. Kendini koruma duygusu, o dikkat akıllarından çıkmaz hiç. Tehlikeden kaçarken de davranışları hep aynıdır. Ayrıca yaşadıkça daha korkak olmazlar. Bundan da çıkan sonuç şu: Onları bu hale getiren deneyim değil, kendi selametleri için duydukları doğal itidir! Deneyimin öğretimi uzun sürer, çeşit çeşittir. Doğadan gelen iti ise hem herkes için eşittir, hem de bir anda olup biter.


Ama her doğan hayvan tehlikeyi anlamaya nasıl yönlendirilir diye ısrar ediyorsan, anlatırım. Hayvan, kendinin etten oluştuğunu hisseder, bu yüzden etin neyle kesilebildiğini, yanabildiğini veya ezilebildiğini hisseder. Kendisine zarar verebilecek silahlarla donanmış olanları da hisseder, bunların türüne düşman kesilir. Anlattığım bu iki şey birbirine bağlıdır. 


Doğada her şey kendi selametiyle bağdaşıp, kendine yararlı olacakları arar, zarar vereceklerden korkar. Faydalıya karşı olan atılımlar, karşıtından kaçınmalar doğal şeylerdir. Bu işi 478 yapmayı buyuran hiçbir düşünce araya girmeden, hiçbir karar alınmadan, doğa ne önerirse o yapılır. 


Arıların kovanlarını ne kadar ustalıkla, titizlikle yaptıklarını görmez misin? Nasıl bir iş bölümü ve her bakımdan nasıl bir ahenk içinde çalıştıklarını bilmez misin? Şu örümcek, ağlarını hiçbir ölümlünün öykünemeyeceği kadar ustalıkla nasıl da örüyor? Binlerce küçük hayvanın tuzağa düşürülüp kalması için gerilen bu ağlar ne büyük emeklere mal olur! Örümcek, iplerini düzenli germeyi bilir. Kimini dümdüz, çatı destekleri gibi çeker, kimini fırdolayı (çepeçevre) önce kısa, sonra uzak aralarla dolandırır. Böyle bir sanat öğrenilmez, doğadan gelir. Bu yüzden hiçbir hayvan ötekinden daha bilgin değildir. Örümceklerin örgüsü hep birbirine eşittir, peteğin her gözü aynı büyüklüktedir. Sanatın verdiğinde ise belirsiz, eşit olmayan bir yan vardır hep. Doğanın dağıttığı ise eşittir.


Doğa her şeyden önce kendini korumayı ve bu işin ustalığını sağlar. Hayvanların hem öğrenmeleri hem de yaşamaya başlamaları işte bu yüzden aynı zamana rastlar. Hayvanların yaşamlarını sürdürmeye yarayan yetenekle doğmalarına şaşmamalı, bu yetenek olmadan doğmaları boşuna olurdu. Varlıklarını sürdürmek için doğanın onların içine yerleştirdiği ilk araç, kendileriyle uyum sağlama ve kendi varlıklarını sevmedir. Eğer yaşamayı istemeselerdi sağ kalamazlardı. Aslında bu bile yeterli değildir ama bu olmadan da bu kadarı olmazdı. Hem içlerinden bir tanesinin bile kendini ucuza kaptırdığına, somut, akıldan yoksun, başka her konuda uyuşuk olan bu hayvanlarda bile yaşam becerisi vardır. Başkalarına hiç yararlı olmayanlar, görüyorsun, kendilerine yararlı olmaktan hiç geri kalıyorlar mı? 479


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Ünvanlar ve Kendine Dönüş

Kalbin Secdesi

Düşmanları Dost Eden Başkan