Sükûnetin Mağarası ve Yankılanan Hakikat
Gürültüyle dolu bir dünyada, kalbin sessizliğini duyabilmek mümkün mü?
Dünyanın sesi bazen öyle yükselir ki, insan kendi iç sesini duyamaz olur. Haberler, telaşlar, bitmek bilmez beklentiler ve çoğu zaman anlamını yitirmiş bir koşuşturma... Zihin bu karmaşa içinde dağılır, kalp yorgun düşer. Elimden bir şey gelmediğinde karamsarlığa kapılırım. İşte tam böyle anlarda, zihnimde dağ başındaki bir mağaranın sessizliği belirir. Ne süslü ne de konforlu bir yer; sadece hayatta kalmak için en asgari ihtiyaçlarımı karşılayacak bir sığınak. Yanımda yalnızca kitaplarım, defterim ve kendim olsa… Dış dünyanın gürültüsünden uzak, varoluşun en sade haliyle baş başa kalsam. O sessizlikte, belki de ruhumun asıl fısıltısını duyabilirim.
Peki, bu arzu bir teslimiyet midir? Mücadeleden kaçış mı, yoksa başka türden bir direniş biçimi mi? Zihnimde Nuh Peygamber’in (a.s) hikâyesi canlanır. Tam dokuz yüz yıl... Dile kolay. Kavmini yılmadan hakikate davet etti. Her geçen gün inançsızlık, alay ve dışlanma ile karşılaştı. Düşünsenize, ömrünüzü adadığınız bir mesaj var ve karşılığında gördüğünüz tek şey inkâr. İnsan, böyle bir durumda bir “sükût mağarasına” çekilmek ister değil mi? Ama o hikâye sorar: “Peki, Nuh hiç söylemekten vazgeçti mi? Sessizliğe sığındı mı?”
	 Cevap açıktır: Hayır.
Bu noktada, içimdeki mağara arzusu ile Nuh Peygamber’in direnişi arasında bir çelişki varmış gibi görünür. Biri çekilmeyi ister, diğeri ısrarla tebliğ eder. Ancak Mesnevi'nin o derin bakışı, bu görünen çelişkiyi başka bir boyuta taşır. “Köpeklerin havlamasıyla kervan yolundan kalır mı? Ay, köpekler havlasa da ışığını saçmaya devam eder.” Bu güçlü mecazlar, dışsal gürültülerin, inkârın, eleştirinin hakikatin yürüyüşünü durduramayacağını anlatır. Ay, ışığını saçmaktan vazgeçmez; kervan, yolundan dönmez.
Bu düşünce, benim mağara arayışımı yeniden şekillendirir. Belki de mağara, dünyadan tamamen bir kaçış değil; kendi ‘ayıma’ çekilip ışığımı tazeleme, kendimi kervanın yolculuğuna hazırlama yeridir. Nuh Peygamber’in tebliği onun yaratılışına uygun bir hizmetti. Ay’ın ışık saçması da öyle. Köpeğin havlaması dahi kendi doğasına göre bir görevdir. Demek ki mesele şudur: “Herkes, yaratılışına uygun bir hizmette bulunur.” O halde asıl mesele, kendi yaratılışımıza uygun hizmetin ne olduğunu bulmak ve onu layıkıyla yerine getirmektir.
Belki de benim ‘yaratılışıma uygun hizmetim’, o dağıtıcı gürültünün ve inkâr dolu seslerin ortasında, içsel ayımın ışığını söndürmeden parlatmayı öğrenmektir.
	Dağ başındaki mağara ne kadar cazip görünse de, gerçek “sükût mağarası” kalbimin kendisidir. Orayı keşfetmek, arındırmak ve tüm fısıltıları duyabilecek kadar sessizleştirmek, en büyük inzivadır. Ve bu içsel inziva, pazar yerinin ortasında dahi mümkündür.
Bu düşünceler zihnimde derinleşirken şöyle bir fikir doğdu:
	Ya o mağara hayalini bir sığınak olmaktan çıkarıp, kalbimde kuracağım bir taht odasına dönüştürsem? Dış dünya, o taht odasının penceresinden izlediğim bir manzaraya dönüşse... Hükmünü ise kalbimin içsel sükûnetinden alsa... Kitaplarım ve defterim o odayı aydınlatan kandiller, düşüncelerim ise derinliklerinden gelen bilgelik fısıltıları olsa…
	En büyük cesaret, fırtınadan kaçmak değil; fırtınanın ortasında sarsılmadan durabilmek ve ışığımı en çok ihtiyaç duyulan yere, yani dünyanın kalabalığına taşıyabilmektir.
	‘Yaratılışıma göre hizmetim’ belki de gürültüye karşı bir kalkan olmak değil, gürültünün içinde bile sükûnetin mümkün olduğunu gösteren canlı bir örnek olmaktır.
O ışığı dağ başına saklamak yerine, kalbimin kandilinde yakıp geçtiğim her yeri aydınlatmaya ne dersin?
	Belki de Nuh’un mesajı, Ay’ın ışığı ve kervanın yürüyüşü bana tam da bunu fısıldıyordur:
	“Dünya ne derse desin. Durma, yürü… Aydınlat. Işığını saklama. Çünkü o ışık, ancak paylaşıldığında hakikatle buluşur.”
Yorumlar
Yorum Gönder