Aynadaki Surete Bakmak


Kenan Rifai’nin Sohbetler adlı eserinde çarpıcı bir hadise aktarılır: 

Bayram ziyaretinde Hoca Celâl Efendi içini döker. Yakın bir yere tayin beklerken, sebepsizce uzak diyarlara gönderilmiştir. Üzgündür. "Bana bunu reva görenlere beddua ediyorum," der. Aldığı cevap ise adeta bir tokat gibi çınlar: "Onlara beddua edeceğine, kendi etrafını tavaf et!"

Bu söz, Mevlânâ’nın yüzyıllar öncesinden yankılanan "Dert, aynaya bakmaktır" öğüdünü hatırlatır. Başımıza gelenin sebebini neden hep dışarıda ararız? Oysa en net ayna, kendi içimizde değil midir?

Uzun yıllar önce, bir fabrikada çalışırken ağır bir iş kazası geçirmiştim. İlk şoku atlattıktan sonra, klasik "Neden ben?" sorusu yerine, derin bir nefes alıp "Acaba nasıl ben?" diye sormaya başladım. Kaza anını zihnimde tekrar tekrar geri sardım. Gördüm ki, belki de farkında olmadan ihmal ettiğim küçük detaylar —ayakkabımı düzgün giymemek ve arızaya aceleyle yanlış şekilde müdahale etmek— büyük sonuçlara yol açmıştı. Eğer bu iki hatayı yapmamış olsaydım, kaza büyük ihtimalle yaşanmayacaktı.

Bu olayda da bir hikmet aradım. Çünkü musibetler, hakikat noktasında her zaman bir felaket değildir. Kimi zaman Allah’ın bir ikazı ve uyarısıdır; kimi zaman da işlenmiş günahlara bir kefaret olur. Başımıza gelen her olayın ardında bir ders saklı olabilir mi?

Beddua mı, İç Muhasebe mi?

Hoca’ya verilen nasihat, kadim bir hakikati yansıtır: Kötülüğe kötülükle değil, içe dönüşle cevap ver. Mevlânâ şöyle der:

"Sıhhatteyken hastalanırsan, rızkın daralırsa, tayinin uzak diyara çıkarsa… Önce kendine bak! Bir kalp kırdın mı? Hakk’ın hoşnut olmadığı bir söz söyledin mi? Bulursan istiğfar et. Bulamazsan, bil ki bu da bir hikmettir."

İnsan genellikle "Neden ben?" diye sorar. Peki, "Nasıl ben?" diye sorduğumuzda karşımıza ne çıkar? Dert, bazen günahların temizleyicisi, bazen de imtihanın terazisi değil midir? Acımız, aslında fark etmediğimiz bir eksiği tamamlamamıza vesile olabilir mi?

Modern Zamanın Tavafı: Nefis Muhasebesi

Bugün hepimiz biraz Hoca Celâl Efendi gibiyiz. Patronundan azar işiten işçi, trafikte öfkeyle bağıran sürücü, sevgilisi tarafından terk edilen genç… İlk refleksimiz hep aynı: Öfke, beddua, suçlama. Oysa Mevlânâ’nın çağları aşan sesi hâlâ kulaklarımızda yankılanır:

"Kimse sana zulmedemez. Zarar da hayır da ancak Allah’tan gelir. O halde kimseye sitem etme; her şeyi Hakk’ın ilminde bil!"

Bu söz, kadere teslimiyet değil, teslim olana teslimiyettir.

Tevekkül: Boyun Eğmek Değil, Farkındalık

Tevekkül, pasif bir boyun büküş müdür, yoksa hikmeti görebilme cesareti mi? Hakkını aramakla Allah'a teslimiyet çelişir mi? İnsan üzerine düşeni yaptıktan sonra sonucu O’na bırakır. Hoca Celâl Efendi’nin uzak saydığı o diyar, belki de onu hayatının en derin dostluklarıyla, en büyük keşifleriyle buluşturacaktı. Peki, biz kendi 'uzak diyarlarımızı' nasıl değerlendiriyoruz?

Son Söz: Suçlamadan Önce Aynaya Bakmak

Bugün sosyal medya çağında linç kültürü kol geziyor. Bir hata yapanı yerden yere vuruyoruz. Ama kaçımız, parmağımızı başkasına uzatmadan önce kendi kalbimize dönüp bakabiliyoruz? Mevlânâ’nın çağrısı nettir: "Dışarıyı değil, içeriyi temizle."

Hoca’nın hikâyesi kulağımıza şöyle fısıldar: "Kimi suçluyorsan sustur. Kimi arıyorsan aynaya bak."

Çünkü kader dediğimiz şey, çoğu zaman başımıza gelen değil, o olaya nasıl baktığımız ve ona nasıl anlam yüklediğimizdir. Öfkelenmek yerine dönüp kendimize bakabilmek, hayatın sunduğu işaretleri görebilmek… İşte gerçek tevekkül. Kimseye suç bulmadan, aynaya bakabilmek ve kendini bulabilmek… Zira insan, en büyük keşfi kendi içinde yapar. Ve belki de en büyük cevap, sessiz bir iç yolculukta saklıdır.



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Ünvanlar ve Kendine Dönüş

Kalbin Secdesi

Düşmanları Dost Eden Başkan