Yaşama Yön Veren Tavsiyeler 1
Yaşama Yön Veren Tavsiyeler 1
Murtaza Kamar
Defterdar
Diyanet İşleri Başkanlığının
Hadislerle İslam Adlı Eserinden
Özetlenmiştir
1- 4. Ciltler
“Müminler
ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir. Onun âyetleri
kendilerine okunduğu zaman (bu) onların imanlarını artırır. Onlar sadece
Rablerine tevekkül ederler. Onlar namazı dosdoğru kılan, kendilerine rızık
olarak verdiğimiz şeylerden Allah yolunda harcayan kimselerdir. İşte onlar
gerçekten müminlerdir. Onlara, Rableri katında yüksek mertebeler, bağışlanma ve
cömertçe verilmiş rızık vardır.” (Enfal 2-4)
İÇİNDEKİLER
Hadis ve sünnetin anlaşılmasında temel ilkeler
Hadisleri Kur’ân-ı Kerîm ile birlikte ele almak
Hadisleri Resulün gönderiliş gayesi ile
değerlendirmek
Hadis metinleri bağlamında özel ilke ve esaslar
Hadislerin söyleniş sebeplerini tespit etmek
Hadislerdeki teşbih, istiare, mecaz, kinaye
Hadislerde melek ve şeytan temsillerini bilmek
Metin dışındaki unsurlarla ilgili ilke ve
esaslar
Hadislerde konu edinilen varlıkları dikkate
almak
Hadislerdeki illet ve hikmeti tespit etmek
Hadislerde muhatabı belirlemek
Hadislerdeki tedrîcîlik (Aşamalı Geçiş)
Bid’at ( Sonradan ihdas edilen)
Bir şeyi veya bir kimseyi diğerine tercih etme
Tevazu (Alçakgönüllük) ve kibir
İnsanların gizli hallerini araştırma
Sıla-i rahim akrabalık bağları
Emri bil maruf (İyiliği emretmek)
Van-2020
Kısaltmalar
ve Tanımlar
Mk: (Murtaza
KAMAR) Özetleyeninin notu
Sahabe: Hz.
Muhammed’in sohbetinde bulunmuş olan Müslümanlar,
Hadis:
Resulullah’
ın Kur’an âyetlerine ilişkin yaptığı açıklamalar, tefsir veya yorumlar.
Sünnet: İlâhî buyrukları hayata geçirmek
suretiyle gösterdiği uygulamalar da “sünnet”
olarak adlandırılır.
Enes
b.: Bu tür
kelimelerdeki b. İfadesi “bin” yani oğlu anlamına gelmektedir. Mesela; Enes b.
Mâlik, “Malik in oğlu Enes”
Sav: Sallallahu aleyhi ve sellem.
Ra: Radiyalluhu
anh
Ebu: ..babası
(Ebu Musa; Musa’nın babası)
Kâmil odur
ki; koya her yerde bir eser,
Eseri olmayan yerinde yeller eser."
Hz.
Hadimî
GİRİŞ
“Türkler gayet
mükemmel namaz kılan bir kavimdir. Fakat onların ibadetlerinde kelimenin yüce manasıyla
çok din aranmamalıdır. . .
Türklerde namaz günlük
vazifelerdendir. Kendiliğinden anlaşılır ki, bu vazife elbise giymek,
işini yapmak, yemek yeme ve uyuma vazifeleri gibi yerine getirilir.
Eskiden beri alışılmış
bir adet takip edilir. Ne halde bulunulursa bulunsun ve hal ne kadar elverişsiz
olursa olsun namaz kılınır. Bir şahıs az nazik bir hikâye anlatır. O sırada
müezzin ezan okumaya başlar. Hikâye anlatan hikayeyi keser, namazını kılar, sonra
hikayesine kaldığı yerden devam eder... Bir tacir yalan söyler, aldatır, sonra
namaz kılar, sonra yalan söylemeye ve insanları kandırmaya devam eder...
Bir paşa vahşice bazı
zulümler veya cinayet için emirler vermekle meşguldür; ezan okunduğunu işitir,
gayet huzurla seccadesini yayar, sakalını sıvazlar, rahat olduğu kadar muhteşem
bir sima ile namazına başlar. Namaz kılındıktan sonra zalimane talimatını vermeye
devam eder.
Çünkü namazı ile
vicdanının hiçbir alakası yoktur ve hiç kimse bunda hayret edilecek bir şey
görmez, hiç kimse bundan arlanmaz, herkes kılınması gereken zamanlarda namazını
kılar ve bununla her şey olmuş bitmiş olur...”
Filibeli Ahmet Hilmi'nin “Türklerde dini hayat” üzerine
gözlemlerini aktaran bir yabancının eserinden yapmış olduğu alıntı. (Filibeli
Ahmet Hilmi; Tarih-i İslam, s. 535—536)
Yukarda belirtildiği
üzere yabancıların dikkatini çeken bu durumdan kurtulmak için peygamberimizin
ahlakı ile ahlaklanmak; bunu da gerçekleştirmek için peygamberimiz Hz.
Muhammed’i (S.A.V) bihakkın tanımamız gerek. Bu eser, duruma katkı sunmak için
ve Allah rızası için derlenmiş ve ÜCRETSİZ dağıtılması planlanmıştır. Duadan
başka da bir düşünce ve beklentim yoktur. Diğer taraftan Müslümanları
gözlemlediğimde çoğunluğun Hz. Peygamber’i tanımadığını gördüm. Yüce Allah
Ahzab Suresinin 21. Ayetinde Resulullah’ tan “Üsve-i Hasene” yani, güzel
örnek diye söz ediyor.
Yüce Allah en alt
kademede bulunan insandan, en üst kademede bulunan insana kadar bütün insanlık
için Hz. Muhammed (S.A.V)’i örnek insan
olarak tanımlamıştır. Diğer taraftan bir kişinin Resulullah’ ı örnek alması
için, yani Allah’ ın emrinin
gereğini yapması için O’nu bilmesi ve tanıması gerekir. Ne yazık ki
Müslümanların çoğunluğu peygamberi hakkı ile tanımamaktadır. Peygamber ve
Peygamberin sünneti denince akla sadece namaz ve abdest sünnetleri gelir.
Bunlar da önemli olmakla beraber esas olarak örnek alacağımız Resulullah’ ın ahlakı
ve kişiliğidir. Bunun için Resulü iyice tanımak ve hayatımızı buna göre
düzenlemek durumundayız.
1962 Mardin
doğumluyum. Anadilim Arapça. Mardin Arapçası, Kuran Arapçasına benzemekle
beraber bire bir uymamaktadır. Bu nedenle kendi imkânlarımla Kuran Arapçasını
öğrenmeye çalıştım. Öğrendim diyemiyorum çünkü Arapça çok zengin bir dil.
Hakkıyla öğrenmek için çok özel çaba sarf etmek lazım.
Kendimi bildim
bileli, İslami İlimlerle uğraşıyorum. Bu güne kadar farklı tefsir[1]
eserleri okudum. Daha önce bir kaç hadis eseri okumuştum, ancak yeterli
bulmamıştım. Bu cümleden kastım, bu eserler halktan ziyade ilim sahipleri ve
din adamlarına hitap ediyor. Herkesin okuyup anlayabileceği sade-öz bir esere
rastlamamıştım.
Diyanetin yedi
ciltten oluşan Hadislerle İslam Eseri ilk çıktığında alıp okudum. Çok
beğendiğim için ikinci kez okumaya başlayıp çıkardığım özetleri aile ve dost
gruplarıyla paylaşmaya başladım. Bu paylaşımlarım akabinde gelen ısrarlar
sonucu özetleri bir araya getirip kitaplaştırdım. Bu kitabı iki cilt şeklinde
düşündüm. (1-4. ciltler ve 5-7. ciltler.) Bu ayrımın teknik bir nedeni yok.
Kitabın aslına sadık kalarak ekleme yapmadım. Açıklama gereken bir kaç yerde
(MK) yazıp bana ait not olduğunu belirttim. Kitabı çıkarırken telifin sorun
olup olmayacağında tereddütlerim vardı. Ancak eserinin tamamının internet
ortamında paylaşıldığı için sorun olmayacağını düşündüm. Bununla beraber birkaç
müftü hocamızın görüşünü aldım. Merkez teşkilatı ile yaptıkları görüşme
neticesinde bir sorun olmayacağını söylediler. Rabbim doğru yola erişmemize ve
peygamberimizin ahlakı ile ahlaklanmamıza yardımcı olsun. Van-Temmuz 2020
Not: Kitabın hacmi artmasını
istemediğimizden kitapta yer alan hadislerin kaynağına yer vermedik. Ancak
kitabın sonunda İndeks II de hadislerin ve konuların geniş olarak yer aldığı
eseri cilt ve sayfa numarası olarak verdik.
Murtaza Kamar
Defterdar
1. CİLT
Hadis-Sünnet
Hadis ve
sünnet, Kur'an'ın beyanı olması cihetiyle Müslümanların inanç, ibadet ve ahlâk
esaslarını, dünya görüşlerini, hayat tarzlarını ve değer yargılarını tesis eden
temel kaynaktır. Sünnet aynı zamanda
asr-ı saadeti şimdiki zamana taşıma gayretinin de ana vasıtası olarak
görülmüştür.
Hadislerle
İslâm başlığını taşıyan bu eser Sevgili Peygamberimiz (sav) tarafından
sergilenen örnek tutum ve davranışları, onun (sav) söz ve hadislerindeki
mesajları; kısacası onun (sav) çağlar üstü örnekliğini sade ve anlaşılır bir
dille günümüz insanına ulaştırmayı amaçlayan, özelde Anadolu insanının genelde İslâm
toplumunun modern zamanlardaki problem ve ihtiyaçlarını dikkate alan, hedef
kitle olarak ortalama okuyucuya hitap ettiği için teknik olarak hadis ilminin
sorunlarını okuyucuya açmayan, ülkemizdeki hadis uzmanlarının birikimlerinden
yararlanan, seksen beş yazarın katkı
sunduğu katılımcı bir çabanın ürünüdür.
Allah’ın
elçilerinin insanüstü vasıflara sahip melekler arasından değil de insanlar
arasından seçilmiş olmaları, zaman zaman inkârcılar tarafından şaşkınlıkla
karşılanmıştır. Nitekim Kur’an’da, “Sizi
uyarması ve sizin de Allah karşı
gelmekten sakınıp rahmete ulaşmanız için, içinizden bir adam aracılığı ile
Rabbinizden size bir zikir (vahiy ve öğüt) gelmesine şaştınız mı?”[2]
buyrulmaktadır. Bu şaşkınlığı yaşayanlara karşı Kur’an, peygamberlerin birer
melek olmadıklarını, çarşı ve pazara giden, yiyip içen birer insan olduklarını
hatırlatmıştır.
Resûlullah
(sav), kendisine indirilen vahyin tebliği yanında onun tebyîni yani
açıklanmasıyla da görevlendirilmişti. Onun Kur’an âyetlerine ilişkin yaptığı
açıklamalar, tefsir veya yorumlar “hadis”,
ilâhî buyrukları hayata geçirmek suretiyle gösterdiği uygulamalar da “sünnet” olarak adlandırılır.
Sünnet,
Kur’an’ın bir açılımı ve izahıdır. Kur’an’da yer alan ilâhî buyruk ve
tavsiyelerin Müslümanların gündelik hayatına aktarılması sünnet sayesinde
gerçekleşmiştir.
Kur’ân-ı
Kerîm’de “üstün ahlâk sahibi” ve
müminler için de “güzel bir örnek”
olarak sunulan ve kendisine uyulması istenen Resûl-i Ekrem’in sünneti
Müslümanlar için hayatî önemi haizdir.
Hadis,
Sevgili Peygamberimizin sözleri için kullanılan özel bir sözcük olmakla
birlikte, onun sözlerini ifade etmek üzere hadis yerine başka sözcükler de
kullanılmıştır. Bunların başında “haber”
kelimesi gelmektedir.
Hadis, sözlü ve şifahî olanı ifade ederken sünnet davranışa özgü
olanı ifade eden bir kavramdır. Bununla beraber İslâm geleneğinde Hz.
Peygamberin söz, fiil ve takrirlerine karşılık olmak üzere hadis ile sünnet
sözcüklerinin eş anlamlı olarak kullanılması yaygınlık kazanmıştır.
Hadis Uydurma Faaliyetleri
Resulullah’a
atfen hadis uydurulması faaliyeti, ilk asırda görülmeye başlanan en önemli
hadiselerden birisidir.
Hz. Osman’ın
halifeliğinin sonlarına doğru İslâm toplumunda ciddi rahatsızlıklar baş
göstermiştir. Hz. Osman’ın bir suikasta kurban gitmesiyle başlayan süreçte Cemel ve Sıffin [3]
gibi acı iç çatışmalar yaşanmış; Hz. Ali ve Muâviye arasındaki anlaşmazlık
maalesef Müslüman toplumun siyasî olarak bölünmesine yol açmıştır. Bilhassa ilk devirlerde Hz. Ali ve ailesine
aşırı sevgi duyan çevreler, yoğun miktarda hadis uydurmuşlardır. Hz. Osman’ın
öldürülmesiyle başlayan fitne olayları aynı zamanda bilinçli ve planlı biçimde
hadis uydurma faaliyetlerinin de başlangıcı olmuştur.
Bu hadiseler
karşısında Emevî iktidarına yakın
olan kimi cahil kimseler, kabile ve soy taassubu içerisinde bulunanlar, dünyaya
ve dünya işlerine karşı menfî tavır takınan ve uzlet hayatını tercih eden bazı
zâhidler, halkı iyilik ve hayra, ibadet ve taate teşvik etmek isteyen iyi
niyetli cahil vaizler de hadis adı altında kendi sözlerini
hadisleştirmişlerdir.
Gayr-i müslim
unsurlarla fikrî çatışmalar, kadim inanç ve geleneklerin kimi görüşlerinin
uydurma hadisler kanalıyla İslâm toplumuna sızmasına neden olmuştur. İslâm
karşıtlarının İslâm’ı ve Müslümanları küçük düşürmek maksadıyla uydurdukları
hadislerle, yeteneksiz kimselerin Hadis İlmiyle meşgul olmaları sonucu ortaya
çıkan asılsız haberlerin çoğalması, Hadis İlminde isnad tatbiki ve tenkidi
denilen yöntemin gelişmesine yol açmıştır.
Hadisin Altın
Çağı ve Sonrası
Üçüncü
hicrî asır, “hadisin altın çağı” olarak kabul edilir ki bu şüphesiz doğrudur.
Zira Hadis İlminin erken devir eserleri bu asırda yazılmıştır.
Üçüncü asırda öne çıkan en mühim eserler ise “es-Sahîhayn: İki Sahîh”
olarak bilinen Buhârî ve Müslim’in el-Câmiu’s-sahîh
adlı eserleri “Sünen-i erba’a: Dört
Sünen” olarak bilinen Ebû Dâvûd, Tirmizî, İbn Mâce ve Nesâî’nin es-Sünen
isimli çalışmalarıdır. Bunlar, “Kütüb-i sitte” denilen altı ana hadis kaynağını meydana getirmiştir.
Buhârî
Buhârî, 194/810 yılında şehirlerinden Buhârâ’da doğdu. Güçlü bir
zeka ve hafızaya sahipti ve küçük yaşta Kur’an’ı ezberledi; Arapça öğrendi ve
on yaşından itibaren hadis dinlemeye ve ezberlemeye başladı.
Buhârî kısaca
el-Câmiu’s-sahîh veya Sahîh-i Buhârî olarak meşhur olan eserini, 600.000 rivayet arasından seçtiği
hadislerden oluşturmuştur. Buhârî’nin 16 senede tasnif ettiği söylenen bu
çalışmada tekrarlarıyla birlikte 7275
hadis olup, tekrarsız rivayetlerin sayısı 4000
adettir.
Müslim
Müslim’in, hocalarından sema (duyma) yoluyla rivayet ettiği
300.000 hadisten seçerek hazırladığı ve kendisinin el-Müsned ve
el-Müsnedü’s-sahîh diye söz ettiği eserini, 235 yılında henüz yirmi dokuz
yaşında iken tasnife başladığı, on beş yıl süren titiz bir çalışma sonunda 250
yılında tamamladığı anlaşılmaktadır.
Oryantalizm (Doğubilim)
ve Modern Zamanlarda Hadis Tartışmaları
Dünyanın farklı bölge ve coğrafyalarında yaşamalarına ve farklı
yapılara sahip olmalarına rağmen tüm Müslümanlar arasındaki inanç ve tatbikat
birliği, batılı bilim adamlarının ilgisini çeken bir husus olmuştur.
Modern Batı zihniyeti, farklı dilleri konuşan, farklı örf ve
âdetlere sahip ve Müslüman olmadan önce de ortak bir geçmiş yaşantıları olmayan
milletlerin İslâm’a mensup olduktan sonra sofra âdâbından giyim-kuşam
kültürüne, komşuluk ilişkilerinden uluslararası münasebetlere kadar pek çok
alanda birbirleriyle uyumlu (homojen) bir kültür inşa etmiş olmalarını
algılamakta güçlük çekmiştir. O halde İslâm toplumlarında bu ortak benzeşik
yapıyı sağlayan temel unsurlar nelerdir? İslâm Dünyası batılı şarkiyatçılar (Oryantalistler-Doğubilimciler)
sayesinde bu soruyla tanışmıştır. Dahası, Müslüman düşünürlerin oryantalistler
kadar bu sorunun cevabına ilgi duymamış olmaları, üzerinde düşünülmesi gereken
bir husustur. Batılı araştırmalar bu sorunun cevabını Resulullah’ ın mânevî
bilgi mirasında bulmuşlardır. Buna göre sünnet ve hadisten oluşan bu miras,
yüzyıllar boyunca tüm İslâm topluluklarının ortak bir inanç, zihin ve uygulama
birliği elde etmesinde en önemli unsur olmuştur.
Hadis ve
sünnetin anlaşılmasında temel ilkeler
İslâm’ın
ilk asırlarından günümüze kadar “sünnet”
ve “hadis” sözcüklerine yüklenen anlamlar farklı olmuştur. Sözlük
anlamına uygun olarak sünnet daha çok davranış ile ilgili bir kavram olarak
görülürken; hadis sözlü ve yazılı rivayetlerin adı olarak anlaşılmıştır. Bu
çerçevede Resulullahın söz ve fiillerinin sözlü rivayetleri hadis, uygulana gelen
söz ve filleri de sünnet adını almıştır. Buna göre hadisleri ve sünneti
anlamanın temel ilke ve esaslarını iki ayrı başlık altında ele almak mümkündür.
Hadisleri
Kur’ân-ı Kerîm ile birlikte ele almak
Bir hadisi anlamaya çalışırken ve değerlendirirken göz önünde
bulundurulacak ilkelerden birisi de, o hadisin Kur’an’la birlikte ele
alınmasıdır. Hadiste ifade edilen hususlar, öncelikle Kur’an’ın sarih/açık âyetleriyle
veya geneliyle karşılaştırılır ve hadis, Kur’an’ın bütünlüğü açısından ele
alınır. Allah’tan gelen vahyi insanlara ulaştırmak için elçi seçilen Resulullah,
hiç kuşkusuz Kur’an’ı en doğru biçimde anlayan ve uygulayan kişidir. Bu nedenle
ilkesel olarak Kur’an ile hadisler arasında bir çelişki ve aykırılıktan söz
edilemez. İmam-ı A’zam Ebû Hanîfe’nin ifadesiyle, “Allah’ın Resûlü, Allah Kitabı’na muhalefet etmez; Allah’ın Kitabı’na muhalefet eden de Allah’ın Resûlü olamaz.”
Rivayet edildiğine göre İbn Abbâs bir gün Hz. Âişe’ye gelmiş ve
Hz. Ömer’den naklen Resulullahın, “Allah, geride kalan yakınlarının arkasından
ağlaması nedeniyle mümine azap eder.” buyurduğunu söylemişti. Bunun üzerine
Hz. Âişe, “Size Kur’an yeter.” diyerek
bu konuda Kur’an’daki bilgileri de göz önünde bulundurmalarını tavsiye etmiş,
ardından suçun şahsiliği ilkesine atıfta bulunan, “Hiçbir günahkâr başka bir günahkârın günah yükünü yüklenmez.” (İsra
Suresi 15. Ayet) Mealindeki (anlamında) âyeti okuyarak ilgili hadisin eksik ve
yanlış olarak nakledildiğini belirtmiştir.
Hadislerin Kur’an’la
karşılaştırılması ile kastedilen, her hadisin doğrudan Kur’an’da bir teyidinin
veya karşılığının bulunması değil, Kur’an’la karşılaştırılan hadisin Kur’an’ın
sarih âyetlerine yahut belirlediği ilkelere aykırı olmamasıdır. Ancak
hadislerin Kur’an ile karşılaştırılmasının uzmanlık gerektiren bir iş olduğu
unutulmamalıdır.
Hadisleri Resulün gönderiliş gayesi ile değerlendirmek
Resulullah’ın vazifesi, yaratılışın nasıl başladığı (bed’ü’l-halk)
ve nasıl biteceği (kıyamet) üzerinden yaratılmışların hidayet ve saadeti ile
ilgili esasları tebliğ etmektir. Onun ilgi alanı, bir tabip hassasiyeti ile
ceninin anne rahminde kaç günde teşekkül ettiğini, embriyo safhalarının
nelerden ibaret olduğunu bildirmek değil, bu konular üzerinden Allah’ın
kullarına yaratıcılarının kudret ve azametini anlatmaktır. Resulullahı iyi tanıyanlar onun büyüklüğünü
sineğin kanadında tespit ettiği panzehirde değil kızgın çölün bereketsiz
toprağında meydana getirdiği toplumun nezahetinde (ahlak temizliği, temizlik)
ve o toplumu her türlü mânevî kirlerden nasıl arındırdığında (tezkiye) ararlar.
Onu bilenler, büyüklüğünü acve (Bir
hurma çeşidi) hurmasının hangi hastalıklara şifa olduğunu tespit edişinde değil
hastalıklı kalpleri nasıl tedavi ettiğinde görecek, onun bedenleri tedavi
eden biri olmayıp, kalpleri tedavi eden
bir doktor olduğunu anlayacaktır. Hatta onun büyüklüğünü sadece Burak ile semaya nasıl yükselip (urûc)
yedi kat gökte nasıl dolaştığında değil, aşağıların aşağısına yuvarlanmış
insanlığı yüksek değerlere nasıl kavuşturduğunda veya getirdiği değerlerin,
insanlığın süflî bir hayattan ulvî bir hayata yükselişi için nasıl bir miraç
vazifesi gördüğünde arayacaktır.
Hadis
metinleri bağlamında özel ilke ve esaslar
Hadislerin Mânâ Olarak Rivayet Edilmiş Olabileceğini Dikkate Almak
Hadislerin
anlaşılması ve yorumlanması çalışmasında göz önünde bulundurulması gereken
önemli hususlardan biri de, hadislerin büyük bir kısmının “lafzen” (Söylenildiği gibi) değil “mânâ” ile rivayet edilmiş olmasıdır. Hadis rivayetinin
şifahî/sözlü aktarıma dayanan karakterinden dolayı hicrî ilk üç asırda
hadislerin büyük kısmı mânâ olarak rivayet edilmiştir. Meselâ, Resulullahın Kur’an
sûrelerini öğrettiği gibi sahâbeye öğrettiği teşehhüd duası dahi lafızları az
çok farklı olan dokuz ayrı rivayet ile bize gelmiştir.
Yine meşhur
bir rivayet olan, “Ameller
niyetlere göredir...” hadisi, sadece Hz. Ömer’den nakledilmesine rağmen
Buhârî’nin el-Câmiu’s-sahîh’inde dokuz farklı yerde nakledilir ve rivayetlerin
hemen tamamında haberin lafızları birbirinden farklıdır.
Hadislerin
söyleniş sebeplerini tespit etmek
Kur’ân-ı Kerîm’deki sûre ve âyetlerin pek çoğunun bir iniş sebebi
yani sebeb-i nüzulü olduğu gibi, hadislerin de bir söylenme nedeni yani sebeb-i
vürûdu vardır. Hadisin sebeb-i vürûdu, bazen hadis metninin içinde, bazen
hadisin başka tariklerinde[4],
(şekillerinde) bazen de hadis kaynaklarının muhtelif türlerinde yer alabilir.
Siyer [5]
ve mağazi[6]
gibi tarih kaynaklarında da bulunabilir. Hadisin söylenme nedeni, hadisin
anlaşılmasında, açıklanması ve hadisten hüküm çıkarılmasında yönlendirici ve
bazen de belirleyici bir rol oynar; esbâb-ı vürûd, bir hadisin ne anlama
geldiğini hadisin söylendiği somut durumu ve şartları dikkate alarak tespite
imkân vermektedir.
Hadislerdeki
teşbih, istiare, mecaz, kinaye
Resulullah
insanları dine davet ederken Arap dilinin bütün anlatım özelliklerine
başvurmuştur. İslâm’ın temel hakikatlerini açık ve yalın cümlelerle ifade
edebilmek için dolaysız anlatım tarzına başvurduğu gibi, Arap dilindeki teşbih,
istiare, mecaz, kinaye gibi anlatım tarzlarından da yararlanmıştır. Anlatmak
istediklerini bazen canlı tasvirlerle belleklere yerleştirmeye çalışmış, bazen
de her dil ve gelenekte olduğu gibi kıssalar ve temsilî hikâyeler nakletmiştir.
Hadisler asıl
itibariyle Arap dilinde dillendirildikleri için, bazı hadislerde Arap diline
özgü deyimsel ifadeler yer almıştır. Bu ifadelerin anlaşılması için hem o
ifadenin bulunduğu hadisin bağlamı, hem de söz konusu ifadenin o dönemdeki mânâ
ve kullanımı tespit edilmelidir.
Sahâbeden
Mikdâd b. el-Esved’in rivayet ettiği bir hadiste de deyimsel bir ifade
kullanılmıştır. Buna göre Resulullah şöyle buyurmuştur:
“Sizi
yüzünüze karşı öven meddahlarla karşılaşırsanız yüzlerine toprak saçın.” Mikdâd
b. el-Esved, mecazî olan “yüzlerine toprak saçın”
ifadesini hakikate hamlederek (görünen manasıyla) anlamıştır. Bir
adam Halife Osman’ın huzuruna girerek yüzüne karşı kendisini övmeye
başlamıştır. Bunun üzerine Mikdâd. b. El Esved yerden bir avuç toprak alarak
adamın yüzüne serpmiş, arkasından da az önce naklettiğimiz hadisi okumuştur.
Oysa ilk hadis şârihlerinden Hattâbî’nin (388/998) de belirttiği gibi her
şeyden önce buradaki meddahlık, (övgü) kişiyi yaptığı bir iyilikten dolayı
takdir ve tebrik etmek değildir; herhangi bir menfaat elde edebilmek için,
halkın “yağcılık” dediği şeyi
yapmaktır. Ayrıca Arapçada “yüze toprak serpmek” tabiri, “kişiye istediği şeyi vermeyip mahrum bırakmak”, demektir.
Hadislerde
melek ve şeytan temsillerini bilmek
Hadislerde bu şekilde şeytan ile irtibatlandırılan hususlar,
sadece temizlikten ibaret değildir. Meselâ, toplum içinde iyi karşılanmasa da,
insan vücudunun tabiî bir hareketi olan esneme de yine şeytanla
ilişkilendirilmiştir. Resulullah, hadislerde olumsuz ve kötü şeyleri şeytana,
iyi ve güzel işleri de meleklere isnad ederken çoğu zaman hakikî mânâyı
kastetmediği, şeytan ve meleği birer temsil olarak kullandığı anlaşılmaktadır.
Metin
dışındaki unsurlarla ilgili ilke ve esaslar
Hadislerde Doğrudan Yer Almayan
Metin Dışı Unsurları Dikkate Almak.
Abdullah
b. Mes’ûd’un naklettiğine göre Resulullah, yüzündeki tüyleri aldıran, saçlarına
başkalarının saçlarını ekleten, kaşlarını aldıran, dişlerini incelten ve
vücutlarına dövme yaptıran kadınların ilâhî rahmetten uzak olduklarını
söylemiştir. Oysa hadiste kınanan husus sıradan bir güzelleştirme işlemi
değildir. Hadise konu olan davranışın o günkü sosyal ve tarihsel ortam içinde
farklı bir karşılığı vardır. Buna göre, câhiliye[7]
döneminde kötü şöhrete sahip bazı kadınların sırf karşı cinsin dikkatini çekmek
amacıyla bu kabil işler yaptıkları ve bu da kötü kadınların âdeti olarak şöhret
bulduğu için bu işleri yapanların kınandığı anlaşılmaktadır. Nitekim müminlerin
annesi Hz. Âişe, saçlarına başkalarının saçlarını ekletenler hakkında kendisine
bir soru yöneltildiğinde şu karşılığı vermiştir:
“Saç ekletenlerden kasıt sizin
anladığınız gibi değildir. Saçı dökülen bir kadının saçına yünden mamul kılları
eklemesinde bir sakınca yoktur. Ancak (Peygamber’in kınadığı kimseler),
gençliğinde fuhuş yapan, saçı dökülüp ihtiyarladığında ise kafasına saç
ekleterek (veya sunî bir saç kullanarak) fuhuş yaptıranlardır.”
Hadisin değerini
tespit etmek
(Bilgi
Kaynakları Açısından)
Şah Veliyullah Dihlevî, Hz. Peygamberden gelen bilgileri iki kısma
ayırır:
a)
Hz. Peygamberin risâletiyle (gönderiliş amacı) ilgili olan, onun insanlığa
tebliğ etmekle yükümlü olduğu hususlar. Kur’an bunun başında gelir. Hukuk,
ibadet ve ahlâkın ana ilkeleri de bu kısma girer. Dihlevî’ye göre, Hz.
Peygamberin Kur’an dışında âhiret âlemine ilişkin verdiği bilgiler
(acâibu’l-melekût) de yine bu türdendir.
b)
Hz. Peygamberin risâlet sahasına girmeyen, tebliğ etmekle mükellef olmadığı,
ancak bir insan olarak söyledikleri ve yaptıkları. Peygamber (sav) de bir fert
olarak toplum içinde yaşamıştır. Dolayısıyla onun da gündelik hayatı ve sade
insanların yaşantısı gibi bir yaşantısı vardı. Bütün bu konularda hiçbir söz
söylemediğini ileri sürmek mümkün değildir. Bu noktada yapılması gereken iş,
onun peygamberlik görevi ile insan oluşu arasındaki dengeyi görmek ve muhafaza
etmektir. Kur’an, onun bir beşer olduğunu vurgulamış, kendisi de sık sık bu
özelliğini ön plana çıkarmıştır. Beşerden bir peygamber olamayacağı iddiası,
müminlerden değil müşriklerden gelmiştir. Resûl-i Ekrem’in bazı tasarrufları,
onun yalnızca bir insan olarak aklına, kişisel görüşüne ya da zan ve tahminine
dayanmaktaydı. Meselâ, Medine’ye geldiğinde, hurma ağaçları üzerinde bulunan
bazı adamları görmüş ve onların ne yaptıklarını sormuştu. Ona, erkek hurma
filizini, dişisine koymak suretiyle hurmaları aşıladıklarını söylediklerinde Hz.
Peygamber, “Onun bir fayda vereceğini
zannetmiyorum, bunu yapmasalar belki daha iyi olur.” buyurdu. Bunun üzerine onlar da bunu yapmaktan vazgeçtiler; ancak
bu sefer hurmaların meyveleri az, verimleri düşük oldu. Kendisine durum
anlatıldığında o, şöyle buyurdu:
“Ben sadece
bir tahminde bulundum; şayet (aşılama) bir fayda veriyorsa yapın. Bilin ki ben
de sizin gibi bir insanım. Benimki sadece bir zan idi. Zan (da bulunan) hata da
eder, isabet de. Ancak ben size, Allah diyor ki, diye başlayan bir ifade
nakledersem bilin ki ben, asla Allah’a
yalan isnad etmem.”
Ancak özenle vurgulamak gerekir ki Resullulahın tebliğ etmekle
mükellef olduğu alanı, dinî ve dünyevî veya dünyevî ve uhrevî diye biribirinden
kopuk iki kısma ayırmak ve Peygamber’in söylediklerini ve yaptıklarını sadece
dinî veya uhrevî kısma yerleştirmek, getirdiği dine ve o dinin ilke ve
esaslarına aykırıdır.
Hadislerde
konu edinilen varlıkları dikkate almak
Resullulah vahye mazhar (muhattap) olan bir insan olarak, bizim
görmediklerimizi gördüğü, bizim hissetmediklerimizi hissettiği içindir ki,
sadece şehâdet (bilinen) âleminden değil gayb (bilinmeyen) ve fizik ötesi
âlemden de haberler vermiş ve insan aklının bu haberleri anlamada ve
yorumlamada zaman zaman zorlandığı olmuştur. Onun haber verdiği yaratılışın
başlangıcı, vahyin keyfiyeti, kıyamet, haşr, cennet, cehennem, melek, cin,
şeytan gibi kavramlar aynı zamanda Kur’an’da da bildirilmiştir. Ancak Resullulahın
bazen Kur’an’da olmadığı halde haber verdiği birtakım varlıklar da yok
değildir.
Hadislerdeki
illet ve hikmeti tespit etmek
Hadisleri
sağlıklı anlamanın ve yorumlamanın ilkelerinden biri de hadiste yer alan hükümlerin
illetlerini (sebeplerini) ve hikmetlerini tespit etmektir. Bunu tespit etmek
için sorulması gereken soru “niçin” sorusudur. Zira “niçin” sorusu, sadece anlamayı değil açıklamayı da gerektirir.
Kuşkusuz
Hz. Peygamberin bir hüküm koyarken dikkate aldığı genel ve özel birtakım
esaslar vardır. Genel ve küllî esaslar, makâsıdü’ş-şerîa (dinin gayeleri) olarak bilinen
dinin temel gaye ve ilkeleridir. Özel esaslar ise hükmün sebebini ve amacını
ifade eden illet ve hikmettir. Bir hadisteki hükmün bizler için nasıl bir anlam
ifade ettiği, hadisin dayandığı sebep, illet ve hikmetin tespitine bağlıdır.
Eğer illet devam ediyorsa hüküm de bâkî kalacak, sebep ortadan kalkmışsa hüküm
de ortadan kalkacaktır. Meselâ, illet ve hikmeti bilinmezse Hz. Peygamberin,
“Ateşte pişen
yiyeceklerden dolayı abdest alın.” hadisi gereği hemen hemen her yemekten sonra abdest almak
gerekecektir. Ancak bu söze muhatap olan
toplumun, bilhassa yağlı yiyeceklerden sonra, “Kokusu yokluğundan hayırlıdır.” deyip ellerini üzerine sürdüğü, Hz.
Peygamberin, bu toplumu su kullanımına alıştırmak gibi bir amacının olduğu
bilinir, ayrıca “vudû” kelimesinin
de Arapçada “el yıkamak” mânâsına da
geldiği tespit edilirse o takdirde hadis,
“Ateşte pişen yiyeceklerden sonra
ellerinizi yıkayın.” şeklinde
anlaşılacaktır.
Öğle
ve yatsı namazlarını geç kılmanın fazileti üzerinde duran Hz. Peygamber, ikindi namazının ilk vaktinde kılınması
gerektiğini söylemiş, bu namazı geciktirmeye dahi razı olmamış ve güneşin
batışından hemen önce kılanı gördüğünde ise şöyle demiştir:
“Bu, münafık namazıdır. (Münafıklar) oturup güneşi gözetir, batışına
yakın bir vakitte kalkıp (karga gibi) dört defa yeri gagalar ve Allah’ı az zikreder.”
Aslında
bütünlük ilkesini esas alırsak beş vakit namazın beşi de önemlidir. Birinin
diğerine üstünlüğü yoktur. Öyleyse Hz. Peygamberin ikindi namazına atfettiği bu
önem nasıl izah edilebilir?
Şah Veliyullah Dihlevî, salt ibadetle ilgili bu konuyu dahi Medine
toplumunun tarihsel ve toplumsal şartlarıyla izah etmiştir. Bir tarım toplumu
olan Medine’de, insanları en çok namazdan alıkoyacak vakit, ikindi vaktidir;
zira bu vakit, esnafın çarşı pazara, çiftçinin tarla ve bahçesine gittiği en
uygun vakittir.
Hadislerde muhatabı
belirlemek
Hadisleri
sağlıklı anlamanın bir diğer ilkesi de hadise muhatap olan kimselerin
belirlenmesidir. Hadislerde Hz. Peygamberin doğrudan ve ilk muhatapları, onun
devrinde yaşayan kimselerdir. Ancak İslâm dininin evrenselliği ve ebedîliği
gereği, Hz. Peygamberin her çağdaki dolaylı muhatapları da unutulmamalıdır.
Meselâ, soru soranlardan birinin gururlu olduğunu ve insanlardan uzak olduğunu
görerek ona insanlara yemek yedirmeyi ve tanıdığı tanımadığı herkese selâm
vermeyi en faziletli amel olarak tavsiye etmiş, kimi zaman da eli ve dili ile
diğer insanlara rahatsızlık veren birini görerek ona da bundan vazgeçmesi
yönünde telkinlerde bulunmuştur. Kısacası o, soru soranların haline göre en
uygun davranış neyse onu öğütlemiştir. Kimine, “Faziletlerin en üstünü, seninle bağını kesenle irtibat kurman, senden
esirgeyene vermen ve sana ağır konuşanı bağışlamandır.” buyurmuş,
Hadislerdeki
tedrîcîlik (Aşamalı Geçiş)
Resulullah
“Hangi amel daha faziletlidir?” diye soran birine, “Vaktinde kılınan namazdır.” cevabını vermiş, bir başkasının sorusuna da, “Allah iman ve onun yolunda cihad.”
karşılığını vermiştir. Dolayısıyla Hz.
Peygamberin aynı soruya verdiği
farklı cevaplar çelişki olarak görülmemelidir.
Resulullah,
hidayet elçisi olarak gönderildiği toplumda iyiliği hâkim kılmak ve kötülükleri
ortadan kaldırmak için bir yöntem olarak tedrîcîliği esas edinmiş ve insanlara
ilâhî hükümleri aşama aşama tebliğ etmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’in yirmi üç yılda
âyet âyet ve sûre sûre olarak inmesi de tedrîcîlik ilkesinin bir sonucudur.
Gerek Kur’an’ın gerekse Hz. Peygamberin, doğrudan muhatap oldukları toplumdaki
yerleşmiş inanç ve uygulamalara karşı en önemli tavrı, seçici davranıp onları
toptan reddetmemesidir. İslâm, söz konusu toplumun itikadî, hukukî, ahlâkî ve
kültürel yapısını bir gerçeklik olarak kabul etmiş ve bu yapıdaki yerleşik
uygulamaların bir kısmını aynen kabul ederken bir kısmını ta’dil cihetine
gitmiştir. Bazısını karşısına alıp mücadele ederken bazısı ile mücadeleyi
tedrîcîlik gereği kademe kademe yapmıştır.
Hz.
Âişe şöyle ifade etmiştir:
“Kur’an’dan ilk olarak içinde
cennet ve cehennem zikrolunan mufassal sûreler nâzil olmuştur. İnsanlar İslâm
konusunda bilinç sahibi oldukları zaman ise helâl ve haram âyetleri nâzil oldu.
Eğer ilk önce “İçki içmeyin.” yasağı
inseydi, insanlar, “Biz asla içkiyi bırakmayız!” derlerdi. Eğer ilk önce “Zina
etmeyin.” yasağı inmiş olsaydı, insanlar, “Biz zinayı asla bırakmayız!”
derlerdi.”
Hadislerde
nesih olgusu
Tedrîcîlik (kademeli geçiş) ilkesinin bir parçası da nesihtir. Nesih, şer’î bir hükmün daha sonra
gelen şer’î bir delille kaldırılmasıdır. Buna göre İslâm’ın başlangıcından
itibaren vahyin inmesi ve bazı yükümlülükler getirmesi birtakım safhalar
halinde gerçekleşmiştir. Her safhada toplumun şartları dikkate alınarak bazı
özel amaçlara yönelik olarak bazı geçici hükümler devreye sokulmuş, gözetilen
amaç gerçekleşince de bu ara hükümlerin uygulamasına son verilerek asıl hüküm
belirlenmiştir. Bu durum Hz. Peygamberin hadisleri için de geçerlidir.
Bir
hükmü nesheden (kaldıran) âyete ya da hadise “nâsih”, hükmü neshedilen
(kaldırılan) âyete ya da hadise de “mensûh” denilir. Hadis ilimleri
arasında sayılan “Nâsih ve mensûh hadisler ilmi”, hadis
rivayetlerinden hangilerinin hükmünün devam ettiğini ve hangilerinin
hükümlerinin kaldırılıp onlarla amel edilmeyeceğini konu edinir.
Neshe örnek olarak Abdullah b. Büreyde’nin naklettiği şu hadis zikredilebilir:
Resulullah şöyle buyurmuştur: “Daha önce kabir ziyaretini size yasaklamıştım; artık kabirleri/mezarları
ziyaret edebilirsiniz. Daha önce kurbanların etlerini üç günden fazla elinizde
tutmanızı size yasaklamıştım; artık uygun gördüğünüz kadarını elinizde
tutabilirsiniz. Daha önce tulumdan başka herhangi bir kaptan şerbet içmenizi
yasaklamıştım; artık bütün kaplardan içebilirsiniz, fakat sarhoş edici
olanından içmeyin.”
Müteşâbih
Hadisler
Hadislerden bazıları da tıpkı bazı Kur’an âyetleri gibi mânâsı
itibariyle müteşâbihtir[8].
Meselâ, Ebû Hüreyre’den rivayet olunduğuna göre Resûlullah şöyle buyurmuştur:
“Allah Teâlâ her gecenin son
üçte birinde dünya semasına iner ve şöyle seslenir: ‘Her kim dua ederse duasına
karşılık veririm, her kim benden bir şey isterse istediğini yerine getiririm,
her kim benden bağışlanma dilerse onu affederim.”
Bu hadis üzerine kelâmcılar ile hadisçiler arasında ve
hadisçilerin kendi aralarında hararetli tartışmalar meydana gelmiştir. Oysa bu
ve buna benzer hadislerde anlatılmak istenen, ne Allah’ın dünya semasına inişi
ne de arşa çıkışıdır; asıl vurgulanmak istenen husus, onun rahmet kapısının
daima açık olduğu, kullarına hep yakın olduğu ve bu yakınlığın belirli
zamanlarda daha da arttığıdır. Nitekim hadisin bütün tarikleri birleştirildiği zaman bu açık bir şekilde
anlaşılmaktadır.
Tıp ile ilgili hadisler
Bir
peygamber olarak insanlara ilâhî hakikatleri tebliğ etmekle yükümlü olan Resûl-i
Ekrem, bir insan olarak da tebliğ alanına girmeyen değişik konularda görüş
beyan etmiştir. Bu konulardan birisi de tıptır. Allah Resûlü (sav) hem kendisi
hastalanınca hem de çevresindekilerin sağlıkları bozulunca, çeşitli tedavi
yollarından ve ilaçlardan bahsetmiş ve bunlardan bazılarını tavsiye etmiştir.
Ünlü hadis âlimi İbn Hacer el-Askalânî Resûl-i Ekrem, bedenlerin değil kalplerin
tabibi olduğunu söyler:
“Tıp (tedavi) iki türlüdür:
Birincisi bedenin tıbbı, ikincisi kalbin tıbbıdır. Kalbin tıbbı, ancak Resûl-i
Ekrem’in Yüce Allah’tan getirdiği (din) ile olur. Bedenin tıbbına
gelince, bu konuda hem Allah Resûlü’ne hem de başka insanlara ait sözler vardır
ve bunların çoğu tecrübeye dayanır.”
İbn
Haldûn da tıpla ilgili rivayetlerin Hz. Peygamberin bize bildirmek ve
öğretmekle mükellef olduğu temel dinî bilgilerin dışında kaldığını ve bu
hadislerin bizim için bağlayıcı olmadığını söylemiştir. O, Resûl-i Ekrem’in tıp
ile ilgili tavsiyelerini değerlendirirken şöyle demiştir:
“Hz.
Peygamber bize dini öğretmek için gönderilmiştir; ne tıp ne de başka bir şeyi
öğretmek için değil.”
Dihlevî’ye göre de Hz. Peygamberin insan olarak yaptıkları, örf ve
âdete dayanarak yaptıkları ve tecrübeye dayanarak işledikleri, risâlet
(Peygamberlik) görevinin dışında kalan fiillerdir ve bu tür fiiller bağlayıcı
değildir. Özetle; Hz. Peygamber bize tıp, ziraat, sanat, ticaret gibi şeyler
öğretmeye gelmemiştir. Hz. Nuh’a gemicilik, Hz. Dâvûd’a zırh yapımı ve
demircilik öğretildiği gibi Peygamberimize öğretilen özel bir iş veya sanat
olmamıştır. Ancak bu durum, onun tıp, ziraat ve sanat ile ilgili hiçbir
açıklama yapmadığı anlamına gelmez.
Sünnetin anlaşılması
Özel anlamda sünnet, Allah Resûlü’nün Müslümanlar için örneklik
teşkil eden sözleri, davranışları ve onayları anlamına gelirken, genel anlamda
sünnet ile Hz. Peygamberin genel örnekliği ve rehberliği kastedilir. Bazı
fakihler Hz. Peygamberin her fiilinin, hatta sükût ve eylemsizliğinin bile bizim
için dinî bir hüküm ifade ettiğini söylerken, bazıları bunu kabul etmemiş ve Resûl-i
Ekrem’in fiillerini çeşitli yönlerden ayrıma tâbi tutmuştur. Hz. Peygamber’in
mücerret (soyut) fiillerini delil sayanlar arasında her fiilinin aynen
yapılmasını vacip görenler olduğu gibi mendup [9] sayanlar da olmuştur. Bu konuda asıl üzerinde
durulan husus, Peygamber’e tâbi olmanın ne demek olduğu ile ilgilidir. Kimisi
Peygamber’e tâbi olmak (ittibâ) ile onu taklit etmeyi, onu örnek almak ile ona
benzemeyi (teşebbüh) birbirine karıştırmıştır. Bu noktada Allah Resûlü’nü
taklit etmek veya şeklen ona benzemek ile onu rehber edinmek (iktidâ), onu örnek almak ve ona tâbi
olmak (ittibâ) arasında bir ayrım yapmak önem kazanmaktadır.
Hz.
Peygamberin vefatından sonra onun örnekliğini ve rehberliğini devam ettirmenin
yolu, sünnetine tâbi olmaya bağlanmıştır. Ancak aynı tartışmalar daha yoğun
olarak bu sefer sünnete tâbi olmanın anlamı üzerinde yaşanmıştır. Sünnete tâbi
olmaktan maksat, örneklik kavramının aslî mahiyetinde olduğu gibi seçici
davranarak Hz. Peygamberi örnek
almak mı, yoksa hiçbir ayrım yapmaksızın her konuda onu tekrarlamak (taklit) ve
ona benzemeye çalışmak mıdır (teşebbüh)?
Beşinci
hicrî asrın en gözde İslâm bilginlerinden İmam Gazâlî Hz Peygamber’i örnek
almak ile ona benzemeyi birbirinden ayırmış ve “Hz. Peygambere saygı
gösterip tazimde bulunmak, ona benzemekle olmaz.” demiştir. Bunu şöyle bir
örnek ile açıklamıştır:
“Bir krala
gösterilen saygı, onun emir ve yasaklarına boyun eğmektir; yoksa o bağdaş
kurarak oturduğu için bağdaş kurmak, o sedire oturduğu için sedirde oturmak
saygı değildir.” Gazâlî
el-Menhûl adlı eserinde Peygamber’i birebir taklit etmenin sünnet olduğu
anlayışını eleştirir ve şöyle der: “Bazı hadisçiler bütün fiillerinde Resulullah’a benzemenin sünnet olduğunu
zannetmişlerdir ki, bu yanlış bir yaklaşımdır.”
Sünnet,
Hz. Peygamberin gösterdiği hassasiyet bakımından da ikiye ayrılmıştır:
a) Sünnet-i müekkede: Resulullah’ ın devamlı yaptığı, bağlayıcı ve kesin bir emir olmadığını
göstermek için de nadiren terk ettiği fiillere “müekked sünnet” denilir. Bunlar bir bakıma dinî
vecibeler için koruyucu ve tamamlayıcı bir nitelik de taşımakta olup önem
yönüyle farz ve vacipten sonra gelir. Meselâ abdest alırken ağza ve buruna su
verme, sabah namazının sünneti, ezan, kâmet, cemaatle namaz böyledir. Bu nevi
sünnetleri yerine getiren kişi Allah’ın hoşnutluğunu kazanır, övgüye lâyık
görülür, sevap elde eder. Terk eden kişi ise cezaya ve günaha çarptırılmasa da
dinen azarlanmayı ve kınanmayı hak eder. Öte yandan farz namazların cemaatle
kılınması, ezan gibi dinî şiarlardan (alamet, ayırıcı özellik) olan sünnetin
bireysel olarak terki caiz olmakla birlikte, toplum olarak toptan terk edilmesi
ve ihmali caiz değildir
b) Sünnet-i gayri müekkede: Resulullah’ ın ibadet türünden olup bazen yaptığı bazen da terk
ettiği fiil ve davranışlara “gayri müekked sünnet” denilir.
Nafile ve müstehap (sevilen ve
beğenilen) hatta mendup (dince makbul davranış) tabirleri de çoğu kez bu
anlamda kullanılır. İkindi ve yatsı namazlarının farzlarından önce kılınan
dörder rekâtlık namazlar, vacip kapsamında olmayan infak ve yardımlar böyledir.
Bu tür sünneti yerine getiren kişi sevap kazanır ve dinen övgüye lâyık görülür,
terk eden kişi ise dinen kınanmaz. Sünnetin bağlayıcılığını o sünneti bize
aktaran lafzın siyakında ve fiilin şeklinde aramak uygun olmayabilir.
Şayet Hz. Peygamberin yaptığı bir
fiil bize insanı Allah’a yaklaştıracak bir ibadeti öğretiyor, iyilik ve
güzelliğe sevk ediyorsa yahut yapılan fiil, yüksek ahlâkın temel bir ilkesi,
iyiliği emir ve münkeri (kötülüğü) engelleyecek bir şey ise elbette o fiil,
bütün insanların örnek alması gereken bir davranıştır. Aksi takdirde, adına
sünnet dense de bağlayıcı bir tarafı olamaz. Hz. Peygamberin sair
davranışları bizim için olsa olsa mubahlık (güzellik) ifade eder.
Hz.
Peygamberin fiil ve davranışlarını anlamaya çalışırken ve değerlendirirken
yapılması gereken ilk iş, onun hem bir insan olduğunu, hem de ilâhî vahye
muhatap olan bir peygamber olduğunu göz önünde bulundurmaktır. Peygamber olarak
yaptığı davranışları, sahâbeden itibaren iki kısma ayrılmıştır: Biri, vahye
dayanarak yaptıkları; diğeri ise kendi görüş ve kanaati ile yaptıklarıdır.
Sahâbenin, zaman zaman Hz. Peygamberin yaptığı işin ilâhî vahyin
yönlendirmesiyle mi yoksa kendi ictihadıyla mı (görüşüyle) yaptığını sorma
cihetine gittiğine daha önce dikkat çekilmişti.
Aynı
şekilde bir insan olarak kendisinden meydana gelen fiiller de iki kısma
ayrılır: iradesinin dışında gerçekleşenler ve iradesi ve seçimi dâhilinde
meydana gelenler. Sevmek ve hoşlanmak, kızmak ve nefret etmek, sevinmenin
coşku, üzülmenin çöküntü getirmesi, hastalığın elem vermesi, tatlı ve hoş
yiyeceklerin ağızda tat bırakması, çoğu kez insanın iradesi dışında meydana
gelen fıtrata bağlı sonuçlardır. Binaenaleyh, Hz. Peygamberin helva ve balı
sevmesinin, soğuk ve tatlı içeceklerden hoşlanmasının yahut kına kokusundan
hoşlanmamasının teşriî (dini bağlayıcılığı)
bir yönü yoktur. Usulcülerin buna en çok verdiği örnek keler etidir.
Keler eti, Resûl-i Ekrem’in hoşlanmadığı bir yiyecektir. Nitekim sahâbe onu bu
hususta örnek almamış, hatta Hâlid b. Velîd bu eti Resulullah’ ın sofrasında
yemiştir.
İnsanın
iradesi ve ihtiyarı dâhilinde meydana gelen hareketler de böyledir; yemek,
içmek, yatmak, oturmak, tedavi olmak gibi. Bunlar insanın iradesi ile
kendisinden sâdır (oluşmakla) olmakla beraber, beşerin zorunlu olarak yaptığı
şeylerdir. Aynı şekilde bunların da sünnet ve bağlayıcılık ile ilgileri yoktur.
İnsanların zorunlu olarak değil de bir ihtiyaç olarak başvurduğu fiiller de
böyledir. Bu sebeple, onun yediği belirli yiyecekleri seçip yemek, onun gibi
eşeğe veya deveye binmek, çamurdan inşa edilen ve hurma dallarıyla örtülü
evlerde oturmak, lif ile doldurulmuş deriden yapılan döşeklerde yatmak da
bağlayıcı değildir.
Bugün
sünnet zannedilen nice fiil, Arapların örf ve âdetlerinden ibarettir. Karadâvî
bunu şu şekilde ifade etmiştir:
“Bugün sünnet zannedilen birçok fiil, kendi
zamanına ve çevresine uygun Arap âdetidir.” Ona göre, yerde oturup yemek,
yemeği elle yemek, cübbe, sarık giymek gibi Allah Resûlü’nün birçok fiili âdet nevinden
şeylerdir. Bilhassa yapılan işlerin zamanı ve mekânı konusu, bu hususta
tartışma mevzusu olmuştur. Hz. Peygamberin bir sefer esnasında uygun bir yerde
konaklaması veya namaz kılması yahut bir ağacın altında oturması dinî bir gaye
ile olmadığı halde, bazılarınca sünnet kabul edilmiştir. Hz. Peygamberin
Mekke’den Medine’ye giderken namaz kıldığı yerler bir bir tespit edilmiş ve
buralara mescitler inşa edilmiştir. Ömer b. Abdülazîz de, Medine’de Hz.
Peygamberin namaz kıldığı mekânları tespit ettirerek bu yerlere mescitler
yaptırmıştır. Özellikle sahabeden Abdullah b. Ömer’in bu yerlere düşkünlüğü
bilinmektedir. Buna en çok karşı çıkan da babası Hz. Ömer olmuştur. Bir sefer
esnasında herkesin belirli bir mekânda namaz kılmak için sıraya girdiğini
görmüş, Hz. Peygamberin o mekânda namaz kıldığı için buna rağbet ettiklerini öğrenince
şöyle demiştir:
“Ehl-i kitap,
peygamberlerinin kalıntılarını araştırarak oraları kilise ve manastıra
çevirdikleri için helâk oldu. Öyleyse her kim namaz kılmak istiyorsa kılsın,
yoksa çekip gitsin!”
Allah’a
sığınma
Müminlere yatağa girdiklerinde huzur içinde uyumaları için Allah’a
sığınmalarını tavsiye eden Hz. Peygamberin (sav) bunun dışında çeşitli zaman ve
mekânlarda ağzından eksik etmediği sığınma duaları vardı. O (sav), evinden
çıkarken dışarıda yaşayabileceği olumsuzluklara karşı şöyle dua ederdi:
“Bismillâh! Allah’ım! Ayağımın
kaymasından veya kaydırılmasından, sapmaktan veya saptırmaktan, haksızlık
etmekten veya haksızlığa uğramaktan, kaba/cahilce davranmaktan ya da
davranılmaktan sana sığınırım.”
Peygamber
Efendimizin bize öğrettiği şu istiâze dilimizden eksik olmamalıdır:
“Allah’ım! Peygamberin Muhammed’in senden istediği
hayırlı şeyleri biz de istiyoruz. Peygamberin Muhammed’in sana sığındığı kötü
şeylerden biz de sana sığınıyoruz. Yardım sendendir ve varış sanadır. Güç ve
kuvvet sadece senin yardımınladır.”
Salavat
Biriniz dua edeceği zaman önce Yüce Rabbine hamd ve senâ etmekle
başlasın, sonra Peygamber’e salât getirsin. Daha sonra da dilediği şekilde dua
etsin.
Peygamber
Efendimize salavât getirmek, ona olan bağlılığı teyit etme, ona karşı en derin
sevgi ve hürmeti arz etme anlamına gelir.
Allah’ın Peygamberine salât getirmesi, onu
övme, tebrik etme, arındırma, destekleme, rahmet ve mağfiret etme; meleklerin
salât getirmesi, dua ve istiğfar dileme; müminlerin salavât getirmeleri ise dua
etme, sevme, tebrik etme, onun için rahmet, bereket ve merhamet dileme
anlamlarına gelmektedir.
Salavât
getirmek, Allah Resûlü’ne duyulan sevginin ilânı, ona ve sünnetine bağlılığın
bir göstergesidir. Sözlü ifadeler destek olma, bağlılığı anlatma veya sevgiyi
ifade etmenin en önemli araçlarındandır. Ancak Resûlullah’a bağlanma, ona
destek olma sadece sözlü ifadelere indirgenemez.
Dolayısıyla
salât ve selâmı sadece lafızlara hasretmek, bu şekilde uygulamak Resulullah’ ın
ona yüklediği mânâyı ifade etmeye yetmez. Dil ile Resulullah Resûlü’ne salavât
okumanın yanı sıra onun getirdiği vahyi desteklemek ve hayat boyunca yaşanır
kılmak gerekir.
İnsanların
Allah'ı hatırlamaları nasıl sadece tekbir getirmeye indirgenemezse, O'nun Resûlü'ne
salavât getirmeleri de bilinen “salvele” kalıplarına indirgenemez.
Allah
lâfzını dilden düşürmemek, tekbir getirmek; söz konusu kalıplardan biriyle
salavât getirmek elbette önemlidir ve önemsenmelidir. Ancak Allah ve Peygamber sevgisi sadece bu lafızlara
indirgenmemelidir
Toplantılara salavât getirerek başlamak elbette güzel ve övülmesi
gereken bir davranış ise de asıl salavât, o toplantıların Allah Resûlü'nün
tavsiye ettiği ölçülere aykırı olmamasına dikkat etmek, onun koyduğu ölçüleri
düşünerek onlara uygun ve olgun davranmaktır.
Allah’ın İsim ve Sıfatları
Yüce Allah buyuruyor ki:
“Kulum beni nasıl düşünüyorsa ben öyleyim. O beni anarken ben
onunla beraberim. O beni kendi başına anarsa, ben de onu kendim anarım. O beni bir
topluluk içinde anarsa, ben onu daha hayırlı bir topluluk içinde anarım. O bana
bir karış yaklaşırsa, ben ona bir arşın yaklaşırım. O bana bir arşın
yaklaşırsa, ben ona bir kulaç yaklaşırım. O bana yürüyerek gelirse, ben ona
koşarak giderim.”
Hz. Peygamberin
(sav) şöyle buyurmuştur: “Muhakkak
ki Allah güzeldir, güzelliği sever…”
Allah’ın isim
ve sıfatlarının, bizi O'na ulaştıran bu yolların belli bir sayısı ve sınırı var
mıdır? Kudreti, kemali ve hikmeti sınırsız olan bir varlığın isimleri doksan
dokuz ile mi sınırlıdır? İslâm âlimlerinin çoğunluğuna göre doksan dokuz, en
çoğa ve hatta belki sonsuzluğa delâlet eden bir rakamdır. Esasen Peygamberimiz
bu rakamla Allah’ın isimlerine sınır biçmemekte; aksine, bunları saymakla
bitiremezsiniz, demektedir.
Her sözünde,
her işinde, her adımında O'nu arayan ve gönül gözüyle bakmasını bilen insan, her
yerde ve her şeyde Rabbinin izlerini görür ve hisseder.
Şüphesiz
başlı başına “Bir ibadettir dua.” “Dua ibadetin özüdür.” Hatta belki
ibadetlerin en büyüğü, en faziletlisidir. Zira ister gizli olsun ister açık,
ister dilden dökülsün ister gönülden süzülsün, her çağrıya kulak veren, “Her
şeyi hakkıyla işiten” ile aracısız görüşmektir dua.
Peygamber (sav) şöyle açıklamıştır:
“Allah’ın, yüzden bir eksik,
doksan dokuz ismi vardır. Kim bu isimleri (öğrenip gereğiyle amel ederek)
sayarsa cennete girer.” Hadiste geçen “ihsâ” fiili, sözlük anlamı itibariyle “saymak” anlamına gelse de, hadis âlimlerimizin ifade ettiği gibi,
saymaktan maksat, Allah’ın isimlerini kuru kuruya okumak değil, bu isimlerin
anlamlarını öğrenmek, bu isimlerle dua da bulunmak ve bu isimlerin ihtiva
ettiği ilâhî ahlâkın gereğiyle amel etmektir.
İmam Gazâlî Allah’ ın güzel isimleri olan, esmâ-i
hüsnâyı[10]
sadece okumak, dinlemek ya da anlamlarını öğrenmekle yetinenlerin bu isimlerden
nasibinin son derece az olduğunu ifade etmiştir. Ona göre mümin, bu ilâhî sıfat
ve isimlerin anlam ve içerikleriyle derunî hayatını mâmur etmeli ve bu
isimlerde ifadesini bulan ilâhî ahlâk ile ahlâklanmalıdır.
Sevgili
Peygamberimiz, Allah’ın sıfatlarını sıralarken bizlere şöyle bir mesaj
vermektedir:
“Öyleyse siz de kendi aranızda, gücünüz el verdiğince yumuşak
huylu olun; ilişkilerinizde karşılıklı nezaketi ve yumuşaklığı, sevgi ve
saygıyı elden bırakmayın. O'ndan isterken de neyi, nasıl isteyeceğinizi bilin
ki, isteğinize varabileseniz.
Yaratılış
Hz. Âişe'nin naklettiğine göre, Allah Resûlü (sav) şöyle
buyurmuştur:
“Melekler nurdan, cinler alevli ateşten, Âdem ise size (Kur'an'da)
tarif edildiği üzere (balçıktan) yaratılmıştır.”
Resûlullah (sav) şöyle
buyurmuştur: “Her doğan çocuk fıtrat
üzere doğar. Sonra anne ve babası onu Yahudi, Hıristiyan veya Mecûsî[11]
yapar.”
Önce, “Bitişik hâlde olan göklerle yerin
birbirinden ayrıldığını”, sonra, “göğün
bir tavan gibi”, “yükseltilip” “belli bir düzene konduğunu”,“birbiriyle
ahenkli yedi göğün yaratıldığını”, “dünyaya en yakın olan göğün yıldızlarla
donatıldığını” ve “her biri belli bir
süreye kadar akıp gitmekte olan güneşin ve ayın yaratıldığını”“ayın gökte
aydınlık veren bir nur, güneşin ise ışık saçan bir kandil yapıldığını”,
daha sonra Allah (cc), “yeri yayıp”
“döşediğini”, “geniş yollarında gezip dolaşalım diye yeri insanlar için bir
döşek yaptığını, sarsılmayalım diye oraya yükselen dağlar yerleştirdiğini,
istediğimiz yere rahat gidebilelim diye dağların arasında geniş yollar
açtığını” kendine ait eşsiz üslûbuyla aktarmaktadır.
Yaratılış, Kur'an merkezli anlaşılması gereken bir olgudur.
Bununla birlikte yaratılışla ilgili âyetlerin anlaşılmasında, Kur'an'ın indiği
dönemdeki insanların bilgi düzeyi ve kavrayışlarının dikkate alındığı
unutulmamalıdır. Gayba ait olan bu konunun gerçek mahiyeti Allah tarafından
bilinmektedir. Allah’a iman eden bir kimse için ise, yaratılışın mahiyetinden
çok gayesi önem arz etmektedir. Zira bir ölçü ve dengeye göre yaratılan her şey
insana eşsiz ve mükemmel bir yaratıcı olan Allah varlığını ispat etmektedir.
Cinler
Hz. Aişe anlatıyor: “Yâ Resulullah! Kâhinler bize bir şeyler söylerdi de
dedikleri gerçek çıkardı.” dedim. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav) şöyle
buyurdu: “Bu doğru olan sözü bir cin elde eder ve dostunun kulağına fısıldar. O
da buna yüz yalan katar!”
Kur'an,
cinlerin semanın üst katlarına çıkarak Allah’ tan bilgi aldıkları/çaldıkları, dolayısıyla gaybî
bilgilere muttali oldukları yolundaki yanlış inancı şiddetle reddetmiştir. Yüce
Allah, gaybı yani akıl ve duyular yoluyla hakkında bilgi edinilmesi imkânsız
olan varlık alanını kendisinden başka kimsenin bilemeyeceğini, ancak
elçilerinden dilediğini seçerek ona gaybını bildireceğini haber vermiştir.
Dolayısıyla
cinler, gaybı bilme konusunda insanlardan farklı değildir. Bilgileri sadece
görüp öğrendikleri şeylerle sınırlı olup, meydana gelen olaylardan kendilerine
gizli kalan hususları ve geleceği bilmeleri mümkün değildir.
Şu hâlde, kâhin, falcı, cinci, bakıcı, medyum
diye anılan kimselerin cinlerden geleceğe dair haber aldıklarını ileri
sürmeleri sadece bir iddiadan ibarettir ve bu yüzden Hz. Peygamber, kâhine veya
medyuma gitmeyi de, onların sözlerini tasdik etmeyi de yasaklamıştır.
İslâm
âlimleri cinlerin insanları çarpıp felç etmeye, akıllarını giderip delirtmeye,
bedenlerine girip birtakım hastalıklara sebep olmaya güçlerinin olmadığını
söylemişlerdir.
Nitekim
Peygamberimizin ifadesiyle, bütün varlık âlemi bir kimseye kötülük yapmak için
elbirliği etse, Allah takdir etmedikçe bunu gerçekleştirmeleri mümkün değildir
Peygamberimiz, kötü
cinlerin/şeytanların insanlar üzerindeki olumsuz (psikolojik) etkilerinden
kurtulmak ve onları tesirsiz hâle getirmek için Allah’a sığınmamızı
öğütlemekte, Felâk ve Nâs surelerini, ayrıca Ayetü'l-kürsî' yi[12]
okumamızı tavsiye etmektedir.
İnsan
Efendimiz; “Muâz, sen Allah’
ın kulları üzerindeki hakkının ne olduğunu biliyor musun?” Her zamanki
saygılı tavrıyla, “Allah ve Resûlü daha iyi bilir.” dedi. Resûlullah “Allah’ ın kulları üzerindeki hakkı, kulların
O'na kulluk ve ibadet etmeleri ve hiçbir şeyi O'na ortak koşmamalarıdır.”
Sonra Resulullah
“Peki kulların Allah üzerindeki hakkının ne olduğunu biliyor
musun?” diye sordu. Muâz, “Allah ve Resûlü daha iyi bilir.” diyerek cevabı
beklemeye başlamıştı. Resûlullah, “Allah’a kulluk etmesi ve O'na ortak koşmaması
hâlinde kuluna azap etmemesi ve onu cennete koymasıdır.” sözleriyle verdi
müjdeli haberi.
Her an Allah
karşısında kendine çeki düzen veren kul, kimi zaman bu hâlini devam ettiremeyip
hata da edebilir. Bilinçli, müttaki (takva sahibi) bir kul hata etse de, geri
adım atıp Rabbine dönmeyi bilir. Allah da kulunun günahını fark ederek
pişmanlıkla tevbe etmesine çok sevinir ve “Kulum
dilerse günahını affedecek, dilerse cezalandıracak bir Rabbi olduğunu bildi. Şu
hâlde ben de kulumu bağışladım.” buyurur. Kulun samimiyetinden dolayı ona
mağfiret kapılarını açar. Çünkü Yüce Rabbimiz kendi lütfundan istenilmesini ve
affetmeyi sever. O'na hürmet eden ve O'nu devamlı hatırlayan kullarını affeder.
Rabbimiz,
kendisinden isteyeni asla kapısından kovmaz. Yeter ki, sadece O'na dayansın,
samimi bir kalp ile “Allah'ım! Yalnız
sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz.”[13]
diyerek tevekkül etsin onu Yaratan'a. O Yaratan ki samimi bir şekilde ibadet
eden kulunu sever, ne isterse ona ihsan eder. Allah Resûlü'nün bizlere
anlattığına göre şöyle buyurur:
“Kim benim
bir veli kuluma (dostuma) düşmanlık ederse, ben de ona harp ilân ederim. Kulum,
kendisine farz kıldığım şeylerden daha sevimli bir şeyle bana yaklaşamaz. Kulum
nafile ibadetlerle de bana yaklaşmaya devam eder, ta ki ben onu severim.
(Sevince de) artık onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı
olurum. Benden isterse muhakkak ona (istediğini) veririm. Bana sığınırsa
muhakkak onu korur ve kollarım.”
Rabbine yakın
olmak, insan için, kul için dünyada da âhirette de çok önemlidir. Yüce Allah
şöyle buyurur:
“Ben, kulumun benim hakkımdaki zannı ne ise öyleyim. Beni andığında
onunla beraberim. O beni kendi başına anarsa, ben de onu kendi başıma anarım. O
beni bir topluluk içinde anarsa, ben de onu o topluluktan daha hayırlı bir
topluluk içinde anarım. O bana bir karış yaklaşırsa, ben ona bir arşın
yaklaşırım. O bana bir arşın yaklaşırsa, ben ona bir kulaç yaklaşırım. O bana
yürüyerek gelirse, ben ona koşarak gelirim!”
Şeytan
Şeytan, doğru yoldan ayrılmış, görünmeyen varlıklara verilen bir
isim olduğu gibi, aynı zamanda hayırdan, güzel şeylerden kendini soyutlamış,
haktan sapmış, taşkınlık yapan her türlü cin, insan ve hayvanın ortak vasfıdır.
Hz. Peygamber
(sav) de zaman zaman bir kötülüğü, çirkin bir davranışı nitelerken onun
şeytanla ilgisine dikkat çekmiştir. O (sav), güvercin peşinde dolaşan bir adam
görünce, onun, zamanını boşa harcadığını ifade etmek için “(Bu adam) şeytan kovalayan bir şeytandır.” buyurmuş,
Câbir'den (ra)
nakledilen bir rivayet insanın en çok hangi durumlarda şeytanın ayartmasına
maruz kalabileceğini belirtmektedir: “Yabancınız
olan ve herhangi bir sebeple yanlarında eşleri veya mahremleri olmayan
hanımların evlerine girmeyin, onlarla (yalnız başınıza) kalmayın. Çünkü şeytan,
damarlarınızdaki kan(ın dolaştığı) gibi sizi şaşırtmak için etrafınızda (siz
farkında olmadan) dolaşmaktadır.”
Şeytan
insandaki zaafların farkındadır. Bu yüzden onu aldatırken bu zaaflardan
yararlanır. Bazen insanı fakirlikle korkutur ve ona cimri olmasını telkin eder.
Bazen Hz. Adem ile Hz. Havva'ya yaptığı
gibi aldatıcı vaatlerde bulunmak ve nihayet çoğu zaman da Allah’ın affına güvendirmek suretiyle insanı yoldan
çıkarır ve yanlış yollara yönlendirir.
Bununla
birlikte şeytanın insan üzerindeki nüfuzu çok fazla abartılmamalıdır.
Yaratıcı'nın, kendisini anan, zikreden kullarına merhamet edeceği ve onları
koruyacağı unutulmamalıdır. Nitekim Kur'an'da da Allah’a sığınmak ve O'nu
anmak, şeytanın şaşırtmasına karşı müteyakkız olmanın, direnmenin yolu olarak
gösterilmektedir:
“Eğer şeytandan gelen bir dürtmeye, bir kışkırtmaya uğrayacak
olursan Allah’a sığın. Çünkü O, her şeyi işiten ve her şeyi bilendir.”[14]
Her türlü
sinsi tuzağına rağmen şeytanın hilesi çok zayıftır.
“Gerçekte,
şeytanın, iman etmiş ve Rablerine güven bağlamış olanların üzerinde bir
nüfûzu/etkisi yoktur.” buyuran Allah Teâlâ, şeytanın zorlayıcı bir gücünün olmadığını
bizlere hatırlatmaktadır.
Duyduğu bir
ezan sesiyle kaçan şeytan karşısında mümin büsbütün zayıf değildir. Aksine
şeytanı meyûs edecek kadar güçlü olabilir. Öyle zamanlar olur ki, şeytan
müminle uğraşmaktan bıkar, onunla baş edemez ve çaresiz kalır. Nitekim Ebû
Hüreyre'den nakledilen bir rivayette, Resûl-i Ekrem’in (sav) “Mümin, tıpkı sizden birinin yolculukta
devesini yorduğu gibi, şeytanlarını yorar (zayıf düşürür).” dediği
bildirilmektedir.
İnsan, ancak
imana, irfana, özüne dönmek suretiyle şeytanın sanal nüfuzundan kurtulabilir.
Elbette Yüce Yaratıcının yardımı ve inayeti olmadan bu kurtuluşun gerçekleşmesi
mümkün değildir. O hâlde, “Kul eûzü
bi-Rabbi'n-nâs” âyetiyle başlayan Nâs süresini daimî bir dua olarak
dilimizden eksik etmeyelim:
“Cinlerden ve insanlardan; insanların kalplerine vesvese veren
sinsi vesvesecinin kötülüğünden, insanların Rabbine, insanların Melik'ine,
insanların İlahına sığınırım.”[15]
Ruh
1) Bütün insanlık için bugün de
hâlâ bir muamma olan ruh, Peygamber
efendimize de yöneltilen sorulardan biri olmuştur.
2) Bir gün bir grup Yahudi Resûlullah’ a gelip ruhun ne
olduğunu sordular. Resûlullah bu soru
üzerine bir müddet durdu, sustu; çünkü bu hususta kendisine herhangi bir vahiy
inmemişti. Bir süre sonra vahiy geldi:
3) “Sana ruhu soruyorlar. De ki,
ruh, Rabbimin emrindendir ve size (bu konuda) verilen bilgi pek azdır. ”
4) Diğer ayetlere birlikte
bakıldığında Yahudilerin veya müşriklerin Resûlullah’a
sordukları ruhtan kast edilenin “vahiy” olduğu anlaşılmaktadır.
5) Kur'an'da geçen ruh kavramının, yerine göre
vahiy, melek (Cebrail) veya insan ruhu (canı) anlamlarına geldiği söylenebilir.
Ancak bu mânâlardan hangisine gelirse gelsin ruhun gerçek mahiyetini Allah’tan başka hiç kimsenin
bilemeyeceği anlaşılmaktadır.
6) İslâm geleneğinde daha çok insan ruhunun ne
olduğu bedenle bağı, bedenden ayrı mı yoksa onu tamlayan bir parçası mı olduğu,
sonsuz olup olmadığı, ölümden sonraki durumu v.s. gibi hususlar tartışma konusu
olmuştur.
7) İslâm, canlıları ruh ve
bedenden oluşmuş iki yönlü bir varlık olarak kabul etmektedir. Ruhun, bedeni
harekete geçiren, organizmayı canlı hâle getirmesi yanında Allah, onu, insan
davranışlarına yön veren bir “öz” olarak da tanımlamıştır.
8) Yaşayan
insanın bedenine can katan ruhun nasıl bir varlık olduğu hakkında da konuşulacak
pek az şey vardır. Bu noktalarda yazılıp çizilenler kanıtlanabilir bilgiler
olmaktan uzaktır. Dolayısıyla ruh, insanın özel ve meçhul tarafı olarak kalmaya
devam edecektir.
Nefis
Peygamber
(sav) şöyle buyurmuştur:
“Akıllı kişi, nefsine hâkim
olan ve ölüm sonrası için çalışandır. Zavallı kişi ise nefsinin arzu ve
isteklerine uyan (ve buna rağmen hâlâ) Allah’tan (iyilik) temenni edendir."
“Dikkat edin, size mümini tanıtıyorum; o, insanların can ve mal
hususunda güvendiği kişidir. Müslüman; elinden ve dilinden insanlara zarar
gelmeyendir."
Nefis; Kur'an
ve hadislerde ruh, Allah’ın zâtı, insanın kendisi, kişi, kalp veya gönül din
kardeşi gibi anlamlara gelmektedir. Ayrıca nefis, insanın içindeki kötü
duygular karşılığında da kullanılmıştır ki, İslâm geleneğinde daha çok bu
olumsuz şekliyle ön plana çıkmıştır.
Yusuf
kıssasında da işaret edildiği gibi, peygamberler dâhil hiç kimse nefiste uyanan
arzu ve isteklerden korunmuş değildir.
Ancak
hadislerde ifade ettiği gibi, insan, pratiğe dökmedikçe içinden geçen kötü
düşüncelerden sorumlu değildir.
Dolayısıyla
erdem, gayri meşru, arzulara sahip olmamak değil, bu tür duygular nefiste
uyandığı zaman onları dizginleyebilmektir. Bunun yolu da daha çok nefse ızdırap
çektirmek suretiyle onu köreltmeye çalışmak değil, arındırmak esastır.
Nefsi
arındırmak, en basit ifadeyle çirkin huy
ve davranışları terk edip, güzel huylara sahip olmaya çalışmaktır. Bunu
başarabilmenin yolu nefsi sık sık hesaba çekmektir. Nitekim Hz. Ömer şöyle
demiştir: “Hesaba çekilmeden önce
kendinizi hesaba çekin, büyük hesap günü için kendinizi hazırlayın!”
Şu hâlde daha
çok “insanın kendisi” anlamına gelen
nefsin potansiyel tehlike veya düşman şeklinde düşünülmesi yanlıştır.
Nefis,
insandan ayrı, farklı bir varlık değildir.
“Nefisle mücadele;” insanın kendisiyle, hırslarıyla, bitmek tükenmek
bilmeyen istek ve arzularıyla mücadeleden başka bir şey değildir
Allah Resulünün
nefsinin kötülüklerine karşı Allah’a sığındığını görüyoruz. O ashâbına, sabah,
akşam ve yatarken şu duayı yapmalarını öğütlemiştir:
“Ey göklerin
ve yerin yaratıcısı, gizliyi ve aşikârı bilen Allah'ım! Sen her şeyin
sahibisin. Senden başka ilâh olmadığına melekler de şahitlik ederler. Biz
nefislerimizin ve şeytanın şerrinden, onun bizi şirke düşürmesinden, kendimize
ve herhangi bir Müslüman'a kötülük yapmaktan sana sığınırız.”
Zaman
Hz. Peygamber
(sav) şöyle buyurmuştur: “İki nimet vardır ki insanların çoğu
(onları değerlendirme hususunda) aldanmıştır: Sağlık ve boş zaman.” Günümüz insanının bu hadis üzerinde
çok düşünmesi gerekmektedir.
Kur'an'ın ilk
inen sûrelerinden olan Müzzemmil sûresinde “Gerçekten
gece kalkışı hem daha etkili, hem de söz bakımından daha sağlam (berrak) olur.”
denilmekte ve geceleyin yapılan ibadetlerin ve edilen duaların, gece
uykudan kalkmanın tüm meşakkatine rağmen çok daha tesirli olduğu
anlatılmaktadır.
Amr b. Abese “Allah’a biri diğerinden daha sevimli gelen zaman var mıdır?” diye sorduğunda Hz. Peygamberin “Rabbin kuluna en yakın olduğu vakit gecenin
son yarısıdır. Eğer o saatlerde Allah'ı
zikredenlerden olmaya gücün yeterse, sen onlardan ol.” şeklindeki cevabını
da gece yapılan ibadetlerin daha tesirli oluşu hakkındaki Kur'an ifadeleri
ışığında değerlendirmek uygun olacaktır.
Nitekim bir
başka hadisinde Resûl-i Ekrem “Gece
namazını ihmal etmeyiniz. Çünkü o sizden önceki salih kişilerin ısrarla devam
ettirdikleri bir gelenekti. Ayrıca o, Allah’a yakınlık sağlar, günahlardan sakındırır, kötülükleri yok eder, vücudu
hastalıklara karşı korur.” buyurmaktadır.
Allah Resûlü’nün sahâbe efendilerimizden birine “Beş şey gelmeden önce beş şeyin değerini
iyi bilmelisin; ihtiyarlığından önce gençliğinin, hastalığından önce
sağlığının, yokluğundan önce varlığının, meşguliyetinden önce boş vaktinin ve
ölümünden önce hayatının.” şeklindeki nasihati de hayatımızda çoğu defa
değerini bilmediğimiz şeylere dikkat çekmektedir.
“Hayatının bereketli ve ömrünün uzun olmasını isteyenin akrabalık
ilişkilerine önem vermesi gerektiği” şeklindeki tavsiyesi de maalesef kulak ardı
edilmektedir.
Sözün özü: İnsanoğlunun kıymetini bilmediği en önemli değerlerinden birisi
de zamandır. Zamanı bitmek tükenmez
zannederiz, ancak zaman düşündüğümüzden çok daha hızlı akıyor. Zamanı iyi
değerlendirebilmek için "an"
ı kaliteli yaşamak gerekir. Yaşam "an"
ların bileşkesidir. An' larımız kaliteli olursa hayatımız da kaliteli olmuş
olur. (Mk)
Dünya
Dünya ve âhiret hayatı, birbirinin devamı olan iki hayattır. İnsan
ilk olarak dünya hayatına gözlerini açtığı için bu hayata “yakın hayat” anlamında “dünya
hayatı”, dünyaya gözlerini yummasının ardından son olarak âhiret
hayatına intikal ettiği için bu hayata da “sonraki
hayat” anlamında “âhiret hayatı” denmiştir.
Dünya hayatı,
ebedî hayat olan âhiret hayatının kazanılacağı ve şekilleneceği yegâne yerdir.
“Dünya âhiretin tarlasıdır.” şeklindeki hikmetli sözde de ifade edildiği gibi, cennet,
tohumunu bu dünyada ektiğimiz bir bahçe, cehennem de ateşini bu dünyadan
götürdüğümüz bir yangın yeridir.
Hz. Ali dünya
için, “Allah’ın peygamberlerinin mescidi, vahyin iniş yeri, meleklerin namazgâhı, Allah dostlarının mekânı, Allah rahmetinin kazanıldığı ve cennetin hak
edildiği yer” ifadelerini kullanır ve dünyaya olumsuz bir gözle
bakılmamasını tavsiye eder.
Dünyanın
konumu ve değeri hususunda en açık bilgiler Kur'ân-ı Kerîm'de yer alır. Dünya
ile ilgili âyetler bir bütün olarak değerlendirildiğinde, ne dünyevîleşmenin
(sekülerleşmenin) ne de uhrevîleşmenin (ruhbanlaşmanın) İslâm açısından arzu
edilen bir şey olduğu; bilakis asıl vurgunun dünya ve âhiret arasındaki denge
üzerine olduğu görülür.
Kur'an'da da
hadislerde de, dünya sırf dünya olduğu için yerilmiş ve kötülenmiş değildir.
Yerilen, âhirete tercih edilmiş bir dünya hayatıdır.
Ne var ki,
insanlardan kimileri şu çabucak geçip giden dünya hayatını severler de
önlerinde kendilerini bekleyen zorlu âhiret gününü ihmal ederler. Oysa dünya
hayatı en nihayet geçici bir metadır; âhirette Allah katında olanlar ise daha
hayırlı ve kalıcıdır.
Şu hâlde
dünya, müminlerin zillet ve âcizlik içinde değil, bilakis izzet ve vakar içinde
yaşayacakları bir yerdir. Onlardan beklenen, dünya hayatını mâmur etmeleri,
bunu yaparken de rızıklarına kefil olan Allah’u Teâlâ'ya kulluk etmeyi ve
âhireti unutmamalarıdır. Kısacası, dünya konusunda müminlerden istenen, ölçülü
ve dengeli olmaktır.
Ubudiyet-kulluk
1.
Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur:
“Rabbimiz
Tebâreke ve Teâlâ, her gece, gecenin son üçte biri kaldığında dünya semasına
iner (rahmet nazarıyla bakar) ve şöyle buyurur:
'Bana dua eden yok mu, duasını kabul edeyim!
Benden isteyen yok mu, ona (dilediğini) vereyim! Benden mağfiret isteyen yok
mu, onu bağışlayayım!' ”
2.
Yüce Allah şöyle buyurur:
'Kim benim
bir veli kuluma (dostuma) düşmanlık ederse, ben de ona harp ilân ederim. Kulum,
kendisine farz kıldığım şeylerden daha sevimli bir şeyle bana yaklaşamaz. Kulum
nafile ibadetlerle de bana yaklaşmaya devam eder, ta ki ben onu severim.
(Sevince de) artık onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı
olurum. Benden isterse muhakkak ona (istediğini) veririm. Bana sığınırsa
muhakkak onu korur ve kollarım...' ”
3.Yüce Allah şöyle buyurur:
'Ben, kulumun
benim hakkımdaki zannı ne ise öyleyim. Beni andığında onunla beraberim. O beni
kendi başına anarsa, ben de onu kendi başıma anarım. O beni bir topluluk içinde
anarsa, ben de onu o topluluktan daha hayırlı bir topluluk içinde anarım. O
bana bir karış yaklaşırsa, ben ona bir arşın yaklaşırım. O bana bir arşın
yaklaşırsa, ben ona bir kulaç yaklaşırım. O bana yürüyerek gelirse, ben ona
koşarak gelirim!'
4.
insan, Rabbi karşısındaki konumunu bilmeli, alçakgönüllülüğünü korumalı ve
O'nun şu uyarısını unutmamalıdır: “Allah'ı unutan ve bu yüzden de Allah’ ın da onlara kendilerini unutturduğu
kimseler gibi olmayın.”
5.
Rabbimiz, kendisinden isteyeni asla kapısından kovmaz. Yeter ki, sadece O'na
dayansın, samimi bir kalp ile “Allah'ım!
Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz.” diyerek tevekkül etsin
6.
Unutmamalıyız ki, Allah, her zaman kendisine inanan ve güvenen kullarıyla
beraberdir, onların yanındadır. Onlar Allah katında en yüksek derecelere nail
olacaklardır. Ve velileri, hamileri, sahipleri Allah'tır onların. Rabbimiz
sevdiği kulunu her an kollar, gözetir, yalnız bırakmaz, terk etmez,
duymazlıktan gelmez.
Son
söz: “Allah’a dayan, sa'ye sarıl, hikmete râm ol, Yol varsa budur,
bilmiyorum başka çıkar yol!” (M.Akif)
Din
1. “Hanîflik” insanın tabiatına ve fıtrata uygun olarak kayıtsız ve
şartsız Allah’a teslimiyeti; tüm sahte tanrıları reddederek, kulluğu yalnızca Allah’a
hasretmeyi ifade etmektedir.
2. Resulullah, “Dinde
aşırılıktan sakının. Çünkü sizden öncekileri dinde aşırılığa gitmeleri helâk
etti. ”buyurdu.” Bazen dinin tanıdığı ruhsatları (kolaylıkları) terk etmek
dahi dinde aşırılığın bir göstergesi olabilir. Nitekim Enes b. Mâlik,[16] bir
Şam yolculuğu esnasında cemaatle iki rekât kıldıkları ikindi namazlarının
üstüne ikişer rekât daha ilâve eden birilerini gördüğünde çok öfkelenmiştir.
3. Dinde aşırılığa
gitmek Allah’ın geniş kıldığı dini daraltmak gibi bir tutumu içinde
saklamaktadır.
4. Merhamet
Elçisi (sav) bir hadisinde bu hususu şöyle dillendirmiştir: “Din
kolaylıktır. Bir kişi takatinin üstünde ibadete kalkışırsa din karşısında âciz
kalır.”
5. Dua, Allah’ın
yüceliğine sığınmak ve koruması altına girmektir. “Duanız olmasa Rabbim size ne diye değer versin?” hükmünce duaya
talip müminler, hayatlarının her adımında Allah’a sığınır, güçlerini O'ndan
alırlar. Bu sebeple Allah Resûlü, “Dua,
inanan insanın silahıdır. Dinin direği, göklerin ve yerin nurudur.”
buyurmuştur.
6. Dinin
nihaî hedefinin, insana her türlü tutum ve davranışta Allah’ın rızasını
kazandırmayı hedeflediğidir.
7. Enfâl
sûresinde gerçek müminlerin vasıfları zikredilirken ideal olan inanç; duygu,
düşünce ve eylem olarak bir bütün hâlinde şu şekilde ele alınmaktadır:
“Müminler
ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir. Onun âyetleri
kendilerine okunduğu zaman (bu) onların imanlarını artırır. Onlar sadece
Rablerine tevekkül ederler. Onlar namazı dosdoğru kılan, kendilerine rızık
olarak verdiğimiz şeylerden Allah yolunda harcayan kimselerdir. İşte onlar
gerçekten müminlerdir. Onlara, Rableri katında yüksek mertebeler, bağışlanma ve
cömertçe verilmiş rızık vardır.” [17]
8. Allah Resûlü, pek çok sözünde dini, doğrudan “ahlâk”
olarak tanımlamaktadır. Nitekim Allah Resûlü,
kendisine yöneltilen “İmanın hangisi daha
faziletlidir?” sorusuna “Güzel ahlâk.” cevabını vermiştir.
Vahiy
Hz. Hatice: Allah’a yemin
ederim ki, Allah hiçbir vakit seni utandırmaz. Çünkü sen akrabanla
ilgilenirsin, işini görmekten âciz olanların yükünü yüklenirsin, yoksula kazanç
kapısı sağlarsın, misafiri ağırlarsın, başa gelen her türlü musibette yardım
edersin.' dedi.
1)
Allah Resûlü'ne bazen uğultu şeklinde gelen vahiy, çoğu zaman Cebrail
aracılığıyla getiriliyordu.
2)
Cebrail kimi zaman kendi suretinde, kimi zaman sahâbeden Dıhye isimli bir zâtın
şekline bürünerek, kimi zaman da kimsenin tanımadığı bir insan görünümünde
vahiy getirmekteydi.
3)
Resulullah (sav) şöyle demiştir: “Allah’
ın benimle gönderdiği hidayet ve ilim, (farklı yapılardaki) topraklara
düşen bol yağmura benzer.
4)
Bunlardan bazıları temizdir, suyu alır, bol bitki ve ot yetiştirir. Bazıları
kuraktır, suyu (yüzeyinde) tutar. Bu sudan insanlar yararlanır; hem kendileri
içerler hem de (hayvanlarını) sularlar ve ziraat yaparlar. Diğer bir toprak
çeşidi de vardır ki dümdüzdür. (Ona da yağmur düşer ama) o ne su tutar ne de
bitki yetiştirir.
5)
Allah’ın dinini inceden inceye kavrayan, Allah’ın beni kendisiyle
gönderdiğinden (hidayet ve ilimden) faydalanan, öğrenen ve öğreten kimse ile
(bunları duyduğu vakit kibrinden) başını bile kaldırmayan ve kendisiyle
gönderildiğim Allah’ın hidayetini kabul etmeyen kimsenin misali işte böyledir.”
Sözün
özü: Vahiy özel anlamda; Allah’ın peygamber
efendimize gönderdiği mesaj yani Kur'an dır.
İlk vahiy geldiğinde Resulullahın tedirginliği üzerine hz. Hatice
yukarıdaki sözü sözle meziyetlerini hatırlatarak doğru yolda olduğunu
söylemişti. Bu aynı zamanda yüce Allah'
ın "sizin için resul de güzel örnekler vardır" dediği hususlar olup bizimde benimseyip
hayatımıza aktarmamız gereken meziyetlerdir.
Peygamberimiz vahyi yağmura,
insanı da toprağa benzeterek yağmurun aynı olmasına rağmen farklı kişilerde
farklı sonuçlar doğurduğunu ifade etmektedir. Rabbim bizi su tutmayan, bitki de yetiştirmeyen topraklardan etmesin.
Rabbim peygamberimizin ahlakı ile ahlaklanmamıza yardım etsin, Amin, (Mk)
Bilgi (İlim)
Resûl-i Ekrem (sav) şöyle buyurmuştur:
1. “Kim
ilim için yola çıkarsa Allah ona
cennete giden yolu kolaylaştırır. Sudaki
balıklara varıncaya kadar yer ve gök ehli âlim kişinin bağışlanması için Allah’a yakarır.
Alimin, ibadet edene üstünlüğü,
ayın diğer yıldızlara olan üstünlüğü gibidir. Kuşkusuz âlimler
peygamberlerin vârisleridir…”
2. “Ya öğreten, ya öğrenen, ya dinleyen, ya da
ilmi seven ol. Sakın beşincisi olma, helak olursun.”
3. "Sadakanın en faziletlisi, Müslüman'ın
bir bilgi öğrenmesi, sonra da o bilgiyi Müslüman kardeşine öğretmesidir.”
4. “İnsan ölünce üç şey dışında ameli kesilir:
Sadaka-i câriye (faydası kesintisiz sürüp giden sadaka), kendisinden
faydalanılan ilim ve kendisine dua eden hayırlı evlât.”
5. Resûl-i
Ekrem (sav) şöyle dua etmiştir: “Allah'ım! Huşû duymayan kalpten, kabul edilmeyen
duadan, doymayan nefisten ve fayda vermeyen ilimden sana sığınırım.”
6. Sadece
dinî bilgiye ulaştıran değil, insanlığa faydalı olan her türlü bilgi ve yönteme
götüren yol kıymetlidir. Alim bilgisi ile çevresini aydınlatır. Abid (İbadet eden kul) de ibadetiyle ışık
verir.
7. Bilgi
peşinde koşmak da Allah yolunda bir mücadeledir. Allah Resûlü “İlim için yola koyulan kimse, dönünceye
kadar Allah yolundadır.”
demiştir.
8. “Ancak
iki kişiye gıpta edilir: Onlardan biri, Allah’ın kendisine mal verdiği ve Hak yolunda o malı harcamasına imkân tanınan
kişi, diğeri de Allah’ın kendisine
hikmet verdiği ve onunla hüküm veren ve onu başkalarına öğreten kişidir.”
9. Allah Resûlü,
günün birinde, mescitte iki gruba rastlamış ve, “İkisi de hayır üzeredir. Ama biri, diğerinden daha üstündür. Bir kısmı
Allah’a dua ediyor ve ondan bir şey
istiyorlar. Allah onlara ister verir,
isterse vermez. Diğerleri ise, dini anlamaya ve ilim öğrenmeye çalışıyorlar ve
bilmeyene öğretiyorlar. Bunlar daha üstündür.” dedikten sonra, “Şüphe yok ki, ben de sadece bir öğretici
olarak gönderildim,” diyerek ilim öğrenenlerin yanlarına oturmuştur.
10. Kuşkusuz,
kendini bilen, Rabbini de bilir. Yunus'un dediği gibi:
“İlim ilim bilmektir, İlim kendin bilmektir.
Sen kendini
bilmezsin, Ya nice okumaktır?
Tefsir ve tevil
1. Peygamber
(sav) bir grubun tartıştıklarını işitmiş ve onlara şöyle buyurmuştur:
“...Kur'an'ın bazı âyetlerini ileri sürerek diğerlerini
yalanlamayın. Onun (mahiyetini) bildiğiniz âyetleri üzerinde konuşun;
bilmediklerinizi ise onu bilene bırakın.”
2. Onun
âyetler üzerinde tartışanlara yönelik tepkisi, bilgiye dayalı olmayan, anlık
akıl yürütmelere göre yapılan tartışmaların faydasız olduğunu öğretmekte, aynı
zamanda Kur'an'ı anlama ve yorumlamanın fert ve toplumun hayatını etkilemesi ve
yönlendirmesi bakımından ne kadar hassas bir konu olduğuna da dikkat
çekmektedir.
3. Hz.
Peygamberin ihtiyaç duyuldukça Kur'ân-ı Kerîm'deki mânâsı kapalı âyetleri
açıklamış, ashâbının sorularını cevaplamıştı.
4. Allah Resûlü,
âyetleri tam anlamıyla hayatına aksettirmiş, âdeta yaşayarak tefsir etmişti. İşte
bu yüzden Hz. Aişe, Resûl-i Ekrem'in
(sav) ahlâkını soran bir kişiye, “Sen hiç Kur'an okumuyor musun? Onun ahlâkı Kur'an'dı.”
karşılığını vermişti.
5. Kur'an,
metni itibariyle farklı yorumlara kapı aralasa da, bu farklı yorumlar toplumu
bir arada tutan temel ilke ve yönelimlerin dışına çıkmamalıdır.
6. Kur'an'ı,
şifreler içeren gizemli bir bulmaca kitabı gibi algılamaya yönelik yaklaşımlar
ise, ne yazık ki, modern dönemin, Kur'an'ın öğretilerini hayatın dışında tutan,
ancak ona atfettiği olağanüstü özellikleri falcılığa ve medyumluğa
yaklaştıracak bir biçimde kullanma tavrını beslemektedir.
7. Tefsir
ilminin kurucusu olarak anılan genç sahabe ibn Abbâs'ın naklettiği bir
hadisinde Allah Resulü, bilgi ve yönteme dayalı olmaksızın âyetleri tefsir
etmenin yanlışlığını şu ağır ifadelerle hatırlatmaktadır:
“Kim Kur'an
hakkında bilgisizce konuşursa, cehennemdeki yerine hazırlansın.”
8. Bu hadis,
dinin temel kaynaklarını şerh/izah etme işinin özel bir bilgi alanı olduğunu
ihsas etmektedir. Kur'an'ı keyfî ve sorumsuzca yorumlamanın cehenneme
götürebilecek bir yanlışlık olarak sunulması, dinin doğru anlaşılması gibi,
tahrifinin de yorumlama neticesinde gerçekleştiğini bildirmektedir.
9. Dolayısıyla hadisteki uyarı, ayet ve hadisleri anlama ve
yorumlamanın bilimsel bir yetkinlik işi olduğuna, ayetlerin, kişilerin kendi
görüş ve düşünceleri doğrultusunda açıklanmasına karşı çıkılmıştır. Bu
hassasiyet neticesinde delile ve bilgiye dayanmaksızın yapılan aklî çıkarımları
kötüleyen rivayetler, temel hadis eserlerinde yerini almıştır.
Sünnet
Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur:
“Bana itaat
eden, Allah’a itaat etmiştir. Bana isyan eden de Allah isyan etmiştir…”
“Size iki şey
bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu şaşırmayacaksınız: Allah’ın Kitabı ve
Peygamberinin sünneti. ”
Peygamber
Efendimiz ashabı ile sohbet ederken onlara kıyametin şiddetinden bahsediyordu.
Sözleri orada bulunanları öyle etkilemişti ki, aralarından birçok kimse Hz.
Peygamberin anlattıklarının dehşetini ve kendi amellerinin eksikliğini
düşünerek ağlamaya başlamıştı. İçlerinden bazıları ise derin düşüncelere
dalmışlardı: Öyle ibadet etmeliydiler ki,
bu vesileyle Allah’ın sevgisini
kazanmalı, kıyamet gününün tüm keder ve sıkıntılarından kurtulabilmeliydiler…
Onlardan
birisi, “Ben, yaşadığım müddetçe geceleri
hep namaz kılacağım.” dedi. Diğeri, “Ömrüm
boyunca hep oruç tutacağım, asla oruçsuz günüm olmayacak.” dedi. Üçüncüsü
de, “Kadınlardan uzak kalacağım ve hiç
evlenmeyeceğim.” dedi. Hakikaten de Osman b. Maz’un bu gerekçeyle
gündüzleri oruç, geceleri de namaz ile geçirmeye başlamıştı.
Daha sonra
Peygamber (sav) bu sahabelerinin yanlarına gelerek onlara, “Şöyle şöyle diyenler sizler misiniz? Allah’a yemin ederim ki, Allah’tan en çok korkanınız ve ona karşı gelmekten en
çok sakınanınız benim. Böyle olduğu hâlde ben bazen oruç tutuyor, bazen de
tutmuyorum. (Gecenin bir kısmında) namaz kılıyor, (bir kısmında ise) uyuyorum
ve kadınlarla da evleniyorum. Benim sünnetimden yüz çeviren, benden değildir. ” buyurmuştu.
Hz.
Muhammed'in (sav) peygamberlik vazifesi, sadece vahyi nakilden ibaret değildi.
O, Rabbinden aldığı vahiy doğrultusunda, inanç, ibadet ve ahlâkî değerler başta
olmak üzere günlük hayatın tüm alanlarında, İslâm'ı anlatarak, açıklayarak ve
yaşayarak Müslümanlara örnek bir hayat sergilemişti.
“Andolsun, Allah
Resûlü'nde sizin için; Allah ve ahiret gününe kavuşmayı uman, Allah'ı çok
zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır.”[18] ayeti işte Resulullah’ ın bu “örnek olma” vazifesini
vurgulamaktaydı.
Hz.
Peygamberin sünneti, onun hayatında somutlaşan ideal bir yaşam tarzını
simgelemekteydi.
Bir sahabi
Hz. Aişe'den kendisine Resûl-i Ekrem’in ahlâkını anlatmasını istemişti. O, “Sen Kur'an okuyorsun değil mi?” diye
sorunca Sa'd, “Evet,” cevabını verdi.
Bunun üzerine müminlerin annesi, “İşte Resulullahın ahlâkı Kur'an idi.” dedi.
Sözün özü: Sünnet derken genel olarak akla namazın
sünnetleri geliyor. Halbuki
peygamberimizin (sav) sünneti çok geniş kapsamlıdır. İslam toplumunda en çok
ihmal edilen sünnet efendimizin ahlakı ve yaşam biçimidir.
Günlük davranışlarımızı peygamberimize arz ederek kontrolünü
sağlayabiliriz.
Herhangi bir davranış ile ilgili olarak" Peygamberimiz
olsaydı böyle yapar mıydı" sorusunu
sorarak davranışlarımızı süzgeçten geçirebilir, dolayısıyla da peygamberimizin
ahlâkı ile ahlaklanma yolunda adım atabiliriz.
Rabbim bizi
peygamberimizi tanımayı ve onun ahlâkı ile ahlaklanmayı nasip etsin. Amin (Mk)
Fıkıh ve içtihat
Resullulah (sav), Muaz b.
Cebeli Yemen’e tebliğe yollarken şöyle dedi:
—(Sana bir
dava geldiğinde) nasıl hüküm vereceksin?
—Allah’ın Kitabı'na göre
hüküm vereceğim.
—(O konuda) Allah’ın Kitabı'nda bir
hüküm bulamazsan?
—Resûl-i Ekrem’in (sav)
sünneti ile (karar vereceğim)
—Resûl-i Ekrem’in (sav)
sünnetinde de yoksa?
—Kendi
görüşümle içtihat ederek bir karara varacak ve ona göre hüküm vereceğim.
Allah Resûlü elini Muâz'ın göğsüne koydu ve “Resul’ünün arzuladığı cevabı vermeye muvaffak kılan Allah’a hamdolsun.”
buyurdu.
Peygamberimiz
“Allah her kimin iyiliğini dilerse, onu fakih kılar (dinin inceliklerini
anlama konusunda ona kabiliyet verir).” sözüyle fıkhın önemini vurgulamıştır.
Peygamberimiz,
Abdullah b. Amr'ı üç günden daha kısa sürede Kur'an'ı okuyarak hatmetmemesi
konusunda uyarırken, bu şekilde okunması hâlinde Kur'an'ın fıkhedilemeyeceğini
(iyi anlaşılamayacağını) gerekçe göstermiştir.
“İnsanlar,
gümüş ve altın madenleri gibi madenlerdir. Cahiliye döneminde iyi olanlar
Müslüman olduktan sonra da iyi olurlar. Yeter ki, İslâm'ı tam olarak
kavrasınlar."
Allah Resûlü,
günün birinde, mescitte iki gruba rastlamış ve “İkisi de iyilik üzeredir. Ama biri, diğerinden daha üstündür. Bir
kısmı, Allah’a dua ediyor ve ondan
bir şeyler istiyorlar. Allah onlara
ister verir, isterse vermez. Diğerleri ise, fıkıh (dini anlamaya yönelik
meseleler) ve ilim öğreniyorlar ve bilmeyene öğretiyorlar. Bunlar daha
üstündür.” diyerek ilim öğrenenlerin yanına oturmuştur
İnsanların
bilmediklerini bir bilene sormaları en doğru hareket tarzıdır. Alimlerin
varlığı insanların yanlış kararlarla yanlış yollara düşmelerinin önündeki
engeldir.
Hz. Ömer, “Bugün verdiğin ama daha sonra tekrar
düşünüp yanlış olduğunu anladığın bir hüküm, seni doğruya dönmekten
alıkoymasın. Çünkü hakikat asıldır, onu hiçbir şey iptal edemez. Hakikate
dönmek, bâtılı sürdürüp gitmekten hayırlıdır.”
Peygamberimiz
bilgisizce ya da sağlam bir bilgiye dayanmadan hüküm veren insanları şöyle
uyarmaktadır:
“Bilgisizce
verilen bir fetva ile amel eden kimsenin günahı, o fetvayı verene aittir.”
Peygamberimiz
konumu gereği insanlar arasında hakemlik yaparken ahlâkî sorumluluğun en güzel
örneklerini sergilemiştir. Aralarında hüküm verdiği insanları da aynı
hassasiyeti göstermeleri konusunda uyarmıştır:
“Ben ancak
bir insanım. Siz bana bazı davalarla geliyorsunuz. Belki biriniz delilini
diğerinden daha güzel ifade eder ve ben ondan duyduğuma göre hüküm veririm. Bu
şekilde kime (yanlışlıkla) kardeşinin hakkından bir şey vermişsem, asla onu
almasın. Zira böyle bir durumda ona ben ancak bir ateş parçası vermiş olurum.”
Resullulah
(sav),
“İyilik ve
kötülüğün” ne olduğunu sormaya gelen
sahabiye parmaklarını birleştirip göğsüne vurarak “Kendine danış, kalbine danış ey Vâbisa!” buyurdu: “İyilik, gönlü
huzura kavuşturan ve içe sinen şeydir. Kötülük ise insanlar sana fetva verseler
bile, gönlünü huzursuz eden ve içinde bir kuşku bırakan şeydir.”
Gerçek şu ki, göz yanılsa da, kulak duymasa da, vicdan ve kalp
hakikati yalanlayamaz. Bir şeyin doğruluğundan ancak kalbin duyuları onaylaması
hâlinde bahsedilebilir.
Bilgi Ahlakı
Resullulah (sav) şöyle buyurmuştur: “Her kim, bildiği bir konuda
kendisine danışılır da onu gizlerse kıyamet günü ağzına ateşten bir gem
vurulur.”
“Allah’ın rızası için
öğrenilmesi gereken bir ilmi, sırf dünya menfaati elde etmek için öğrenen bir
kimse kıyamet günü cennetin kokusunu (dahi) alamayacaktır.”
“Allah'ım, bana öğrettiklerinle beni faydalandır.
Bana fayda verecek ilmi bana öğret ve ilmimi artır...”
Hiç şüphesiz
insanı diğer varlıklardan ayıran temel özelliği, bilgi elde etme ve bilgisi
doğrultusunda hareket etme yetisidir.
“Şüphesiz biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de
onlar onu yüklenmek istemediler, ondan çekindiler. Onu insan yüklendi. Çünkü o
çok zalimdir, çok cahildir.” [19]
ayeti, bize
“emanet” kavramı kapsamında din, itaat, akıl, sınırlar ve sorumlulukların
yanı sıra ilim ve hidayeti yüklenmeye de sadece insan tabiatının kabiliyetli
olduğunu bildir
Gerçek âlim
başkalarına aktardığı bilgiyi öncelikle kendisi özümseyen ve hayatına yansıtan
kişidir.
Bilgisini
kendi ruhu ve kalbi üzerinde etkin kılarak imanını güçlendiren, bilgisi
doğrultusunda davranışlarını biçimlendiren kişiler Kur'ân-ı Kerîm'de övülmektedir.
Bilginin
ışığıyla etrafını aydınlatırken, onun feyiz ve bereketi ile kendi iç dünyasını
da aydınlatması ve davranışlarını bu bilginin gerektirdiği şekilde düzeltmesi
âlim olmanın temel şartıdır.
“İlmin başı
güzelce dinlemektir. Sonra onu bellemek, sonra anlayıp kavramak, sonra bilgiyi
uygulamak ve en sonunda da onu neşredip yaymak gelir.”
Topluma
öncülük etmek, insanları doğruya ve güzele sevk etmek, bilgi sahibi kişilerin
temel sorumluluğudur. Onlar bu özellikleri sayesinde peygamberlerin vârisleri
konumunu elde ederler.
Sahip olduğu
bilgiyi paylaşmayan, tecrübelerini toplumun yararına sunmayarak bencil davranan
kişi, hakikatleri gizlemek suretiyle Allah’a karşı, bilgi sayesinde hayat bulan
ruhları bundan mahrum bırakmak suretiyle de insanlığa karşı büyük bir suç
işlemektedir.
“Sadakanın en
faziletlisi, Müslüman kişinin öğrendiklerini Müslüman kardeşine öğretmesidir.” buyurarak, bilgiyi paylaşmayı sadaka vermenin bir çeşidi olarak
sunan Peygamberimiz, bu paylaşımın Müslümanlar arasındaki sadakat ve güveni
temsil ettiğini bize bildirmiştir.
Peygamberimizin
sırdaşı olarak tanınan Huzeyfe, Allah Resulünden şu hadisi nakletmektedir: “İlmi, âlimlere karşı övünmek, cahillerle
münakaşa etmek ve insanların teveccühünü kazanmak için öğrenmeyiniz. Kim böyle
yaparsa o kimse ateştedir.”
Tâbiûn[20]
neslinin önde gelen âlimlerinden Hasan-ı Basrî'nin dediği gibi, ilmiyle Allah
katında olanı isteyen, istediği şeye ulaşır; dünyalık bir şey isteyen de
istediğine ulaşır, ama elde edeceği sadece bundan ibarettir.
“Ancak iki
kişiye haset (gıpta) edilir. Bunlar; Allah’ın kendisine mal verdiği ve onu hak yolunda
harcayan kimse ile Allah’ın kendisine
(ilim ve) hikmet verdiği ve ona göre karar verip, onu başkalarına da öğreten
kimsedir.”
İlmin topluma
aktarılmasındaki fayda, mal ve servetin paylaşılmasından daha büyüktür. Rahmet
Elçisi, arkasında istifade edilen ilim bırakan kimselerin sevap hanelerinin
öldükten sonra da açık olduğunu bildirmiştir
“Allah, bizden bir şey
işitip, işittiği gibi başkasına ulaştıran kişinin yüzünü ak etsin. Kendisine
(bilgi) ulaştırılan nice kimseler vardır ki onu işiten (ve kendisine aktaran
kimse) den daha kavrayışlıdır.”
Başka bir
hadiste “En nadide mücevherleri en bayağı
hayvana takmak gibi, ilmi ehline vermemek de bir zulümdür.”
Tarihî süreçte
gücün ve bilginin zaman zaman istismarcıların ve ahlâklı olmayanların eline
geçmesinden dolayı insanlık büyük acılar çekmiştir. O hâlde bilgi elde etmekten
daha önemlisi, bilgi ahlâkına riayet etmek ve bilgi adamının ahlâklı olması
meselesidir.
Bilgi
ahlâkına sahip olma ve onu koruma daha da zor bir sınavdır. Bu yüzden
Peygamberimiz bilgiyle meşgul olanlara şu duasıyla örnek olmaktadır: “Allah'ım! Faydasız ilimden sana sığınırım.”, “Allah'ım, bana öğrettiklerinle beni faydalandır. Bana fayda verecek ilmi
bana öğret ve ilmimi artır.”
Feraset ( Sezgi )
1)
Bedir Savaşı'nda esir düşen Ebû Uzza Resulullahtan bağışlanma talebinde
bulunmuş, ayrıca bir daha kendisiyle savaşmayacağına dair söz vermişti. Allah Resûlü
de onu serbest bırakmıştı. Aradan bir yıl geçtikten sonra bu kez Uhud
Savaşı'nda tekrar esir düştü. Mekke'de bakıma muhtaç kızları olduğunu
söyleyerek yine bağışlanma talebinde bulundu. Bunun üzerine Allah Resûlü, “Bana
verdiğin söz nerde kaldı! Hayır, vallahi Mekke'de, 'Muhammed'i iki kez
aldattım.' diyerek sakalını ovuşturamayacaksın.” dedi ve ekledi: “Mümin bir delikten iki kere sokulmaz.”
diyerek onu cezalandırması talimatını verdi.
2)
Bu hadise göre Müslüman aynı sebepten dolayı iki kez üst üste aldanmaz,
aldatılamaz. Bir kez hata yapar ancak ondan ders alır, sonrası için tedbirli
davranır.
3)
Şüphesiz ferasetin (sezgi), doğuştan gelen zeka ve kabiliyet şeklinde ifade
edilebilecek fıtrî yönü yanında, tecrübeyle artan yönleri de vardır. Sonradan
kazanılan tecrübe, uzmanlık ve bilgi de feraseti tamamlayan unsurlardır.
4)
Resûlullah, farklı sahâbîlerden gelen aynı sorulara fetaneti (Çabuk anlama ve
kavrama yeteneği), feraseti, zekâsı ve anlayışı sayesinde muhatabının durumunu
tespit ederek onların kişisel ihtiyaç ve eksikliklerini dikkate alan değişik
cevaplar vermiştir.
5)
Resulullah, “Müminin ferasetinden (sezgisinden) sakının. Çünkü o, Allah’ın
nuruyla bakar.” dedikten sonra, “Elbette bunda feraset sahipleri için ibretler
vardır.” âyetini okumuş olması anlamlıdır.
6)
Elbette müminin sadece tarihte yaşananlara değil etrafında olup biten her şeye
ibret nazarıyla bakması gerekir.
7)
Müminin, “Allah’ın nuruyla bakması”, onda böyle bir melekenin varlığını ifade
etmektedir. Bu melekenin açığa çıkmasında insanın gayreti de önemlidir.
8) Şüphesiz ki, Allah’ ın nuru, rahmeti tüm kullarına yayılır. Ancak hırslarından,
kaprislerinden arınıp nefsini tezkiye edebildiği oranda insanın sezgi gücü
artar, kavrayışı ve feraseti kuvvet kazanır.
9) İnsan, günahlara battığında, küçük
hesapların peşinden koştuğunda kavrama yeteneğini kaybeder. O hâlde insanın Allah’ ın nuruyla bakması, fıtrî
(doğuştan)olana ve fıtratına dönmesiyle mümkündür.
10)
Gerçek mümin, bütün varlıklara Allah’ın nuruyla bakar. Bu nur sayesinde onun
kalp gözü açılır ve hakikatleri şeffaf bir şekilde görür. Müminin, “Allah’ın
nuruyla bakması”, Yaratıcı'nın ona bahşettiği bir nurla bakması ya da Allah’ ın rızasına uygun amelleri yapması
şeklinde de yorumlanabilir.
11)
İnanan insan gözleriyle görür, aklıyla bakar, kalbiyle idrak eder. Ancak Allah’ın
kendisine lütfettiği aklı işletebilirse bu mânâda “bakmış” olur. Bu meleke
sayesinde kul, Yaratıcı'nın yaratmasındaki gaye ne ise eşyaya bu gayeye uygun
olarak bakar. Artık Allah ile görmeye, işitmeye başlar.
12)
Nitekim Sevgili Peygamberimiz, bu durumu şöyle ifade etmektedir: “Allah’u Teâlâ
şöyle buyurmuştur: 'Her kim benim velî bir kuluma düşmanlık ederse ona harp
ilân ederim. Kulum bana, kendisine farz kıldığım şeylerden daha hoş olan bir
şeyle yaklaşamaz. Kulum bana nafile ibadetlerle de yaklaşmaya devam eder.
Sonunda onu severim. İşte o zaman onun işiten kulağı, gören gözü, sımsıkı tutan
eli, yürüyen ayağı mesabesinde olurum. Benden bir şey isterse bunu ona mutlaka
veririm. Bana sığınırsa onu mutlaka korurum...'”
13)
Bu hadis, Rabbiyle ilişkisini güçlendiren inanmış insanın kazandığı feraset ve
basiret melekesinin hangi boyutlara ulaşabileceğini ve onu hangi derecelere
yükselteceğini göstermektedir. Bu mertebede kul ile Allah arasındaki perdeler
âdeta kalkmaktadır.
Rabbim sizi korusun. Rabbim ferasetinizi arttırarak veli
kullarından kılıp, işiten kulağınız,
gören gözünüz, sımsıkı tutan eliniz, yürüyen ayağınız mesabesinde olsun. Amin (Mk)
Rüya
Resulullah (sav) şöyle buyurmuştur:
“Sizden biri
hoşlandığı bir rüya görürse, (bilsin ki) bu, Allahtan dır. O kişi bu
rüyadan dolayı Allah’a hamdetsin ve
onu anlatsın. Bunun dışında hoşuna gitmeyen bir rüya görürse, bu da
şeytandandır. Rüyanın kötü etkisinden Allah’a sığınsın ve ondan kimseye söz etmesin. Böyle yaparsa, o rüya
kendisine zarar vermez.”
“Rüyası en doğru olanınız, en doğru sözlü olanınızdır…”
“Rüya üç
çeşittir: (Birincisi) Allah’tan bir
müjde olan salih rüyadır. (İkincisi) şeytandan kaynaklanan üzücü rüyadır.
(Üçüncüsü ise) kişinin yaşadıklarından bazılarının rüyasına yansımasıdır…”
Salih amel
sahibi insanların gördükleri sadık rüyalar, nübüvvetten bir esinti şeklinde
yorumlanmıştır. Ayrıca kendisiyle vahyin kesildiğini ve peygamberliğin sona
erdiğini belirten Hz. Peygamberin, Müslümanların müjde niteliğindeki rüyaları
görmeye devam edeceğini bildirmiştir.
Peygamberimiz
kötü bir rüya gören kimsenin kalkıp namaz kılmasını, yatış şeklini
değiştirmesini önermiştir.
Rüya
yorumculuğu falcılığın bir türüymüş gibi çarpıtılarak insanlara gaybten haber
verme ve onları böylece istismar etme şekline de dönüşebilmektedir. Rüyada görüldüğü gerekçesiyle, özellikle dinî
anlamda otorite olan kişilerin dilinden söylenemeyenler dillendirilebilmekte,
bu şekilde savunulan görüş meşrulaştırılmak ve desteklenmek istenebilmektedir.
Allah Resûlü,
insanları görmedikleri hâlde görmüş gibi rüya uydurup anlatmamaları konusunda
kesin bir dille uyarmıştır.
İnsanların
çeşitli konularda gördükleri ve hayata dair birtakım işaretler barındıran
rüyaların amel konusunda bir bağlayıcılığı bulunmamaktadır. Kişisel bir bilgi
kaynağı olan rüya, genel ve kesin bir hüküm ifade etmemektedir.
Son söz; Kişinin
özelinde olan ve ispatı mümkün olmayan rüyalar en çok istismar edilen
alanlardan birisidir. Aşağıda çocukluğumuzdan beri duyageldiğimiz ve yayılması
istenen rüyadan kısaca bahsettim. Bunlara iyi niyetle yapılmış ve doğru olmayan
anlatımlara örnektir. Bunlara kanıp yayılmasına katkı vermemek gerekir.
“Medine-i Münevverede türbe hatibi Şeyh Ahmet diyor ki; Vallahülazim bu vasiyetnamede
zerre kadar yalan yoktur. Bir cuma gecesi namazımı eda edip uyumaya varmıştım.
Harem-i Şerif tarafından ''Ya Şeyh Ahmet'' diye bir nida geldi.
...
Her kim bu
mesajı 25 kişiye dağıtacak olursa 3 gün içerisinde mükafatlandırılacaktır. Zira
bunu yapan biri çalıştığı firmadan zam almış, biri inanmamış sevdiği zarar
görmüş, bir başkası yarın yaparım demiş fakat yapmayacak duruma düşmüş.!(Mk)
Hidayet
“Şüphesiz ki
sen sevdiğin kişiyi hidayete erdiremezsin; ama Allah dilediğine hidayet verir.
O, hidayete erecekleri daha iyi bilir.”[21] [22]
Aşağıdaki ayetlerde
Kur’ anın hidayet kaynağı olduğu belirtilmektedir.
“Bu,
kendisinde şüphe olmayan kitaptır. Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için yol
göstericidir.[23]
“Ey insanlar!
İşte size Rabbinizden bir öğüt, kalplere bir şifa ve inananlar için yol
gösterici bir rehber ve rahmet (olan Kur'an) geldi.”[24]
“O (Allah),
dinini, bütün dinlere üstün kılmak için, peygamberini hidayetle ve hak dinle
gönderendir...”[25]
Kur'an'ın, hidayetin bizzat kendisi veya kaynağı olduğu çeşitli hadislerde de
ifade edilmiştir. Nitekim Efendimiz (sav) ömrünün sonlarına doğru yaptığı bir
konuşmasında ashabına, içinde “nur”
ve “hidayet”
olan Allah’ın Kitabı'na sımsıkı sarılmaları tavsiyesinde bulunmuştur.
İnsanın
hidayete ermesinde kendi iradesinin rolü, hidayetin Allah’ın dilemesine bağlı
olup olmadığı gibi hususlar geçmişten günümüze Müslüman düşünürleri sürekli
meşgul etmiştir. İslâm âlimi Râğıb el-İsfehânî, Allah’ın insana hidayet
etmesinin şu dört düzeyde tahakkuk ettiğini söylemektedir:
• Hidayet,
insana yol gösteren akıl, zekâ ve bilgiyi ifade eder. Bu hidayet her mükellefe
bahşedilmiştir.
“Onları (peygamberleri) bizim emrimizle doğru
yolu gösteren önderler yaptık.” [26] ayetinde de ifade edildiği gibi Allah, Kur'an'ı indirmek suretiyle
veya peygamberlerin diliyle insanlara yaptığı davet.
“İman edip
salih ameller işleyenlere gelince, Rableri onları imanları sebebiyle, hidayete
erdirir.”[27]
“Kim Allah’a
inanırsa, Allah onun kalbini doğruya iletir.”[28] gibi
ayetlerde işaret edildiği üzere Allah, doğru yolu bulana lütfettiği tevfik,
başarı.
• Ve nihayet Allah,
hak eden kullarını ahirette cennetine götürmesi. Nitekim el-Hâdî sıfatının
sahibi Allah’u Teâlâ bir ayetinde şöyle buyurmaktadır:
“Biz onların
kalplerinde kin namına ne varsa söküp attık. Onların altlarından da ırmaklar
akar. 'Hamd, bizi buna eriştiren Allah mahsustur. Eğer Allah bizi eriştirmesi
olmasaydı, biz hidayete ermiş olamazdık. Andolsun, Rabbimizin peygamberleri
bize hakkı getirmişler.' derler. Onlara, 'İşte yaptığınız (iyi işler) sayesinde
kendisine vâris kılındığınız cennet!' diye seslenilir.”[29]
İlâhî vahye
kulak verip hidayeti bulmak da nihaî olarak bir anlam ifade etmeyebilir. Bunun
için de Allah inayetiyle hidayet üzere kalabilmeyi başarmak önemlidir. Hidayeti
bulduğu hâlde yüce ilâhî mesajların aydınlığında yürümeyen ve yüksek ahlâkî
değerlerden uzaklaşan müminler dalâlete düşme tehlikesiyle karşı karşıyadırlar.
Gerek
Kur'an'daki ayetlerde gerekse de Resulullah’ ın hadislerinde hidayet verenin Allah
olduğuna sık sık işaret edilir. Hidayetin kaynağı Kur'an olduğuna göre onu
lütfeden de elbette Allah'tır. Ancak insan, onu alıp almamakta özgür
bırakılmıştır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“(Ey
Peygamber) de ki: Ey insanlar, şimdi size Rabbinizden hakikat (bilgisi) gelmiş
bulunuyor artık. Bundan böyle her kim ki doğru yolu izlemeyi (hidayeti)
seçerse, bunu kendi lehine seçmiş olacaktır ve her kim ki sapıklığı (dalâleti)
seçerse, yine bunu kendi aleyhine seçmiş olacaktır. Ve ben sizin
davranışınızdan sorumlu değilim.”
Yine bir
başka ayette,
“Gerçek şu ki, biz ona yolu gösterdik; şükreden ya da nankör
(olması artık kendisine kalmıştır).”[30]
buyrulmaktadır.
Dolayısıyla Yüce Allah, davetine icabet eden kimselere hidayet vermemesi söz
konusu olamaz. Kur'an'da sıkça yer alan, “Allah
kâfirlere, zalimlere, fâsıklara hidayet etmez.” Veya “Allah yalancı nankör olan kimseye hidayet
etmez/onu doğru yola çıkarmaz.”[31] gibi âyetler, ilâhî daveti reddeden muhataplar
içindir. Allah Resûlü de (sav) bir hadisinde, hidayeti verenin Allah olduğunu
belirtirken hidayeti alıp almama noktasında insana herhangi bir zorlama
yapılmadığı anlaşılmaktadır:
Kul tamamen
kendi inisiyatifiyle hidayet veya dalâlet yönünde bir tercihte bulunur. Allah’ta
onun bu tercihine göre tercih ettiği yolu kolaylaştırır.
“Kim infak
eder, takva sahibi olmaya çalışır ve güzeli/doğruyu (sürekli) tasdik ederse,
huzur (cennet) yolunu ona kolaylaştırırız. Kim de cimrilik yapar, kendi kendine
yeterli olduğunu kabul eder ve güzeli/doğruyu (sürekli) yalanlarsa, sıkıntı
(cehennem) yolunu ona kolaylaştırırız.”[32]
Dolayısıyla
kulun isteği ve eğilimleri muvacehesinde tercih ettiği yolu kendisine
kolaylaştırdığı için ayet ve hadislerde hidayet ve dalâletin Allah tarafından
verildiği ifade edilirken Allah mutlak gücü ve kudretine vurgu yapılmaktadır.
Hidayet,
nihaî olarak kulun vicdanıyla baş başa kaldığında verdiği bir karardır. Ancak Allah’ın
yardımı olmadan hidayeti bulmak imkânsızdır. Kur'an'da Hz. Muhammed'in (sav),
peygamber olmadan önce “yolunu
şaşırdığı”, bir anlamda ne yapacağını şaşırdığı ancak Rabbi sayesinde
hidayeti/doğru yolu bulduğu ifade edilmektedir. Dolayısıyla hidayet, Allah’ın
kullarına bir lütfudur. Peygamberler veya kullar sadece vesile olurlar.
Allah Elçisi,
bir defasında da hizmetçiliğini de yapmakta olan genç bir Yahudi hastalanınca
onu hasta yatağında ziyaret etmiş, belki de son kez Müslüman olması çağrısında
bulunmuştu. Yahudi,
“Allah’tan başka
ilâh olmadığını ve Hz. Muhammed'in onun kulu ve elçisi olduğunu” ikrar
ederek İslâm'ı kabul etti. Bunun üzerine Resulullah (sav), “Benim vasıtamla bu genci ateşten kurtaran Allah’a hamdolsun.” diyerek şükretti ve oradan
ayrıldı.
İslâm
düşünürlerinin büyük çoğunluğuna göre dalâlet ve hidayetin Allah’a izafe
edilmesi, O'nun mutlak olarak her şeyi yaratan olması gerçeğinden
kaynaklanmaktadır.
Mümin her
zaman hidayeti istemeli, Yüce Mevlâ'ya yakarışlarında bu talebini eksik
etmemelidir. Hidayeti elde ettikten sonra da dalâlete düşmemek için
yakarışlarına devam etmelidir. Özellikle hidayetten saptırıcı unsurların çok
olduğu modern zamanlarda hidayete ermek kadar hidayette kalabilmek de önem arz
etmektedir. İnsan aklını ve basiretini örten dünyevileşme, hırs, kirli arzular,
mümini ulvî hedeflerden saptıran başlıca faktörlerdir. İlâhî, nebevî, fıtrî ve
ahlâkî hakikatler doğrultusunda yaratılış gayesine uygun olarak istikamet üzere
kalabilenler hidayettedirler.
Yaratıcı ile
irtibatı diri ve zinde tutmak gerekir. Hidayet kaynağımız Kur'an'da müminlerin
şöyle dua ettikleri buyrulmaktadır:
“Rabbimiz!
Bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize katından bir rahmet
bahşet. Şüphesiz sen çok bahşedensin.”[33]
Efendimizin
sevgili torunu Hz. Hasan da vitir kunutlarında okuması için Allah Resulünden şu
dua cümlelerini öğrendiğini söylemektedir:
“Allah'ım, hidayete
erdirdiklerinle beraber beni de hidayete erdir. Sıhhat ve afiyet verdiklerinle
beraber bana da afiyet ver. Himaye ettiğin kimseler gibi beni de himaye et.
Bana verdiğin nimetleri bereketlendir. Verdiğin hükmün şerrinden beni koru.
Hükmü sen verirsin, senin üstüne hüküm verecek kimse yoktur. Senin dost olduğun
kimse asla zelil olmaz. Eksiklikler sana yakışmaz. Ey Rabbimiz! Yücesin ve
kutlusun.”
Allah’a İman
1. Allah’a
iman, “Kalp ile tasdik, dil ile ikrar ve
organlar ile amel etmek” ten oluşan bir bütündür.
2. Resullulah
(sav) bir gün kendisinden hizmetçi isteyen damadı Hz. Ali ve kızı Hz. Fâtıma'ya
şu öğüdü vermiştir: “İyi dinleyin! Size benden istediğiniz hizmetçiden daha
hayırlı olan bir şeyi öğreteyim. İkiniz uyumak üzere yatağınıza girdiğinizde
otuz üç kere 'Allâhü ekber', otuz üç kere, 'Sübhânallâh', otuz üç kere de, 'Lâ ilâhe illâllâh' deyiniz. İşte bunları söylemek, ikiniz
için bir hizmetçiden daha hayırlıdır.”
3. Sevgili
Peygamberimiz, “Lâ ilâhe illâllâh” kelimesini hiçbir amelin fazilet bakımından
geçemeyeceğini bildirmiş, böylece müminlerin gönüllerinde yer eden “Bir olan Allah’a
iman” bilincini dilleri ile de sürekli ikrar etmek suretiyle canlı tutmalarını
hedeflemiştir.
4. Allah’a
iman konusunun insanın bireysel, toplumsal ve evrensel boyutlarıyla güçlü
olduğunu şu rivayet göstermektedir:
“Her kim Allah’a ve ahiret gününe
iman ediyorsa komşusuna eziyet etmesin. Her kim Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsa misafirine ikramda bulunsun. Her kim Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsa ya hayır
söylesin ya da sussun!”
“Varlığım
elinde olan Allah’a yemin olsun ki, iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de (gerçek mânâda)
iman etmiş olmazsınız.”
5. Resulullah
(sav) ne kadar saygıdeğer olursa olsun Allah’tan başka herhangi bir şey adına yemin edilmesini yasaklamış, Hz.
Ömer'in câhiliyeden kalma bir alışkanlıkla babasının adına yemin ettiğini
duyunca, “Resulullah, atalarınız adına
yemin etmenizi yasaklamıştır;
yemin edecek kimse ya Allah adına
yemin etmeli veya susmalıdır.”
6.
Peygamberimiz güneşin doğması, batması, ay ve güneşin tutulması, kar ve
yağmurun yağması, fırtına çıkması gibi tabiat olaylarını Allah’tan başka bir varlığa nispet etmeyi Allah
inancını zedeleyeceği endişesiyle yasaklamıştır.
Ahirete İman
1.
Habeşistan'dan dönen Muhacirler[34]
anlatıyor: “Biz bir gün başının üstünde su testisi taşıyan yaşlı rahibeyi
arkasından bir genç iterek rahibeyi düşürüp testisini kırdı. Kadıncağız yerden
kalktı ve gence yönelerek şöyle dedi:
'Ey zalim! Allah, kürsüyü kurup gelmiş geçmiş herkesi
huzurunda topladığında, eller ve ayaklar konuşup yaptıklarını anlattıklarında, Allah huzurunda benim hâlimle, kendi hâlinin
nasıl olduğunu öğreneceksin!'” Allah Resûlü burada söze girdi ve şöyle
dedi: “Rahibe doğru söylemiş, rahibe
doğru söylemiş."
2. Kur'anda
müminlerden bahsedilirken, “Onlar,
namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren kimselerdir. Onlar âhirete de kesin olarak
inanırlar.”[35] buyrularak
âhirete iman vurgusu yapılmaktadır.
3. Peygamber
Efendimiz şöyle der: “Allah’a ve âhiret gününe iman eden kişi: Misafirine
ikram etsin, komşusunu rahatsız etmesin.
Ya hayır söylesin ya da sussun. Asla içki içilen sofrada oturmasın. Kadın
kocasının dışındaki bir cenaze için üç günden fazla yas tutmasın.... "
4. Yaratılış
gayesini unutmayan, âhiret hayatının varlığına ve ilâhî adalete inanan mümin bu
ulvî duygunun benliğinde oluşturduğu heyecanla hayatına yön verir ve salih
amellere yönelir.
5. Allah Resûlü,
inanan insanın dünyada takınması gereken tavrı şu tanımlama ile ortaya
koymaktadır:
“Akıllı kişi
kendisini hesaba çeken ve ölümden sonrası için çalışandır. Âciz kişi ise
arzularına uyup bir de Allah’tan (bağışlanma) umandır”. Çünkü “İnsanoğlu
kıyamet günü beş şeyden; ömrünü nerede ve nasıl tükettiğinden, gençliğini
nerede ve nasıl geçirdiğinden, malını nerden kazanıp nerede harcadığından,
öğrendiği bilgilerle yaşayıp yaşamadığından hesaba çekilmedikçe hiçbir tarafa
hareket edemeyecek, yerinden kımıldayamayacaktır.”
6. Allah Resûlü'ne,
“Müminlerin en akıllısı kimdir?” diye
sorulduğunda o, “Ölümü en çok hatırlayan
ve ölümden sonraki hayatı için en güzel şekilde hazırlanan kimsedir.” diye cevap vermiştir.
7. Ahirete
inanan kişi, ebedî hayatta kendisinin tek yoldaşının dünyada yapıp ettikleri
olduğunu idrak eder. Çünkü Allah Resûlü, “Ölü
ile beraber kabre kadar üç şey gider: Ailesi, malı ve amelleri. Bunlardan ikisi
yani ailesi ve malı geri döner üçüncüsü olan ameli kendisiyle baş başa kalır.”
buyurmaktadır.
8. Ümmetinin
âhirette yoldaşsız ve rehbersiz kalıp mutluluğu tadamayacak olma ihtimalini Allah
Resûlü düşünmüş, bir kabrin kenarında oturmuş, gözyaşı dökmüş ve arkadaşlarına,
“Kardeşlerim!
Ölüm için hazırlık yapın.”
buyurmuştur.
9. Dünyada âhiretin
ebedî mutluluğunu ve sonsuz nimetlerini düşünerek Yaratan'ının gösterdiği
doğrultuda hareket eden mümin, hiç şüphesiz âhirette cennetle
mükâfatlandırılacaktır. Bu minvalde Allah Resûlü, “Allah’a ve âhiret gününe
iman ederek ölen kimseye, 'Cennetin sekiz kapısının hangisinden dilersen gir.'
denilir.” müjdesini vermektedir.
10. Âhirete
inanan insan, dünya hayatında ölçülü, tutarlı hareket eder. Kin, haset,
düşmanlık, nefret gibi duygularını törpüler. Affetme, bağışlama, hoş görme
duygularını geliştirir. Kendisi, ailesi, çevresi ve toplumu ile barışık yaşar.
Belâ ve musibetler karşısında sabırlı ve fedakârca davranabilir. Huzuru ve
mutluluğu servet, şöhret, kudret, şehvet gibi fâni yani geçici tatminlerde
değil Allah’a imanda, imanı çerçevesinde yaşamada arar. O'nun rızasını
kazanabileceği işleri yapmaya çalışır.
11. Âhirete iman bilinciyle hareket eden ve bu bilinç
doğrultusunda yaşayan bireyler; erdemli, ahlâklı olmayı, hak hukuka riayet
etmeyi, başkalarına saygı göstermeyi, kısaca yaratılanı Yaratan'dan ötürü
sevmeyi şiar edinirler. Bu his ve şuura sahip olan fertlerden müteşekkil olan
toplum da huzurlu bir toplum olur.
Kader
Allah’ın Resûlü
(sav) şöyle buyurmuştur: “Her şey bir
kadere (ölçü ve plana) göredir...”
Şam civarında
veba salgını olduğunu bildirilince Hz. Ömer, sefere çıkan orduya geri dönülmesi
emrini verir. Fakat ordu komutanı, bu durumu kader inancıyla bağdaştırmamış
olacak ki halifeye,
“Allah’ın kaderinden mi
kaçıyorsun?” diye sorar. “Evet, Allah’ın bir kaderinden diğer bir kaderine kaçıyoruz.” diye cevap verir ve
şöyle devam eder: “Develerini otlatmak
için, biri verimli diğeri kıraç iki yamaçlı bir vadiye götürsen ve onları ister
otu bol yerde ister çorak yerde otlatsan, sonuçta her iki yerde de Allah’ın kaderiyle otlatmış olmaz mısın?” diye
sorar.
İnsanın da
bir parçası olduğu kâinatta hiçbir şeyin rastgele olmaması, kuşatıcı bir
düzenin varlığı aşkın bir kaderi ihsas etmektedir. Peygamberimiz, Abdullah b.
Ömer'in naklettiği şu hadisinde bu ilâhî belirlemeye işaret ediyor olmalıdır: “Her
şey bir kadere (ölçü ve plan) göredir.”
Peygamberimiz
İbn Abbâsa şöyle demiştir:
“Allah'ı gözet ki Allah da seni gözetsin. Allah'ı gözet ki Allah'ı (daima) yanında bulasın. Bir şey istediğinde Allah’tan iste! Yardıma muhtaç olduğunda Allah’tan yardım dile! Şunu bil ki bütün insanlar
sana fayda vermek için toplansa Allah’ın
takdiri dışında sana faydalı olamazlar. Ayrıca bütün insanlar sana zarar vermek için toplansa Allah’ın
takdiri dışında sana hiçbir şeyde zarar veremezler.
İçinde insan
unsurunun olduğu, insan eliyle ortaya çıkan ancak insanı aşan pek çok hususun
varlığı bilinmektedir. Genetik yapı, çocukların cinsiyeti gibi konular, sebep
sonuç içerisinde cereyan eden bir kısım olayları insanın kontrol edemediğini
göstermektedir. İnsan kendi irade ve gücünü aşan bu gibi durumlarda âdeta aşkın
bir kaderin varlığını hisseder ve kabullenir.
Allah Resûlü,
her türlü tedbiri alarak insanın fiillerinde irade sahibi olduğunu gösterir,
fakat aynı zamanda, “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh” (Allah’tan gayrı güç ve kuvvet yoktur!) diyerek güç ve
kudreti Allah’a nispet etmeyi tavsiye ederdi.
Kısaca “Mâşallah” olarak bilinen, “Allah’ın
dilediği olur, dilemediği de olmaz.”
demeyi de yüce Elçi duasında zikrederdi. Allah Resûlü’nün öğrettiği bu iki
ifade daha sonra Müslümanların değişmez virdi hâline geldi.
Kaderin
anlaşılması sorunu, Allah’ın iradesinin her şeyi kuşatması yanında insanın
irade özgürlüğünün imkân ve sınırının ne olduğu meselesine dayanmaktadır.
Kader, ancak insanın yeryüzüne bir imtihan için gönderildiği. İradesi ve seçme
özgürlüğü olmayan bir kişinin denenmesinden bahsedilemeyeceğine göre, insanın
sorumlu varlık olmasını mümkün kılan, bu yönünü doğrudan kısıtlamayan üst bir
planlamanın olduğu düşünülmelidir. Buna göre insanın bütün tercihleri her
hâlükârda bu kaderin içerisindedir ve hiçbir şekilde Allah’ın irade ve
kudretinden bağımsız değildir.
Benzer bir
anlayışa şu hadis de işaret etmektedir: Ebû Huzâme'nin rivayet ettiğine göre
babası, Allah Resûlü'ne,
“Ey Allah Resûlü! Şifa niyetiyle yaptığımız okumalar, tedavi
olduğumuz ilaçlar ve korunma tedbirleri, Allah’ın kaderinden bir şeyi geri çevirir mi?” diye sormuş, Resûlullah
(sav) da, “Onlar da Allah’ın
kaderindendir.” şeklinde cevap
vermiştir.
Peygamberimize öğretilen şu dua Allah’ın kudret ve iradesine
sığınmanın, kaderi idrak etmenin bir göstergesidir:
“De ki: Rabbim! (Gireceğim yere) doğruluk ve esenlik içinde
girmemi sağla. (Çıkacağım yerden de) beni doğruluk ve esenlik içinde çıkar.
Katından bana yardımcı bir kuvvet ver.”[36]
Mümin
1. “Görmedin mi Allah güzel sözü nasıl misal getirdi? Güzel söz, kökü
sağlam, dalları göğe yükselen güzel bir ağaca benzer. Bu ağaç, Rabbinin izniyle
her zaman meyvesini verir. Öğüt alsınlar diye Allah insanlara misaller getirir.
Kötü söz de gövdesi yerden koparılmış, o yüzden ayakta durma imkânı olmayan
kötü bir ağaca benzer.”[37]
2. Müminin imanı ile ahlâkı arasında doğrudan bir ilişki olduğunu
anlatan hadiste Allah Resûlü şöyle buyurur:
“Müminlerin iman bakımından en mükemmeli, ahlâk bakımından en güzel olanıdır.”
3. Allah Resûlü,
kötü huyları mümine kesinlikle yakıştırmaz. Onun buyurduğuna göre, “Mümin, ne insanları karalayan, ne lânet
eden, ne kaba ve kötü sözlü, ne de hayâsız birisidir.” Özellikle de “Cimrilik ve
kötü ahlâk asla bir müminde bulunmaz.”
4. Yine
Peygamber Efendimizin buyurduğuna göre,
“Laf taşıma, sövüp sayma ve soy sopla övünme cehennemdedir; bunlar bir müminde
bir araya gelmemelidir.”
5. Nebevî
öğütlere kulak vererek imanını güzel ahlâk ile besleyen müminler için büyük bir
mükâfat vardır. Bu mükâfatı Allah Resûlü
şöyle anlatır:
“Mümin, güzel
ahlâkı sebebiyle (gündüzlerini) oruçla, (gecelerini) namazla geçiren kişinin
derecesine ulaşır.”
6.
Mümin, sözleriyle, tavır ve davranışlarıyla, imanı ve ibadetiyle, kısacası tüm
hayatıyla bereketli ve faydalı olmayı başaran kişidir. Faydalı olma, mümin için bir ayırıcı vasıftır.
Kendisine, ailesine ve topluma faydalı olması bakımından mümini bir
aktara benzeten hadiste Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:
“Mümin güzel
koku satan kimseye benzer. Onunla beraber oturursan sana faydası olur, beraber
yürürsen sana faydası olur, beraber iş yaparsan yine sana faydası olur.
7. Müminin
yararlı bir insan olması, onun söz ve davranışları ile diğer insanlara zarar
verecek bir tavır ve tutum içinde olamayacağı sonucunu doğurur. Allah Resûlü’nün tanımında, müminin diğer
insanlarla olan ilişkisindeki güven unsuru öne çıkarılır:
“Müslüman,
diğer Müslümanların elinden ve dilinden güvende olduğu kimsedir. Mümin de
insanların canları ve mallarının güvende olduğu kişidir.”
8. Allah Resûlü müminin hâlini şu veciz hadisiyle
anlatır:
“Müminin
durumu ne ilginçtir! Her hâli kendisi için hayırlıdır. Bu durum yalnız mümine
mahsustur. Başına sevinecek bir hâl geldiğinde şükreder; bu onun için hayır
olur. Başına bir sıkıntı geldiğinde ona sabreder; bu da onun için hayır olur.”
9. Mümin ile bal arısı arasındaki benzerlik çevre bilinci ile
ilgilidir. Bal arısı çiçeğinden yararlandığı ağaca hiçbir şekilde zarar
vermediği gibi mümin de imar etmekle sorumlu olduğu çevrenin ve kâinatın
dengesini bozacak bir tavır içinde olamaz. Bu çerçevede Resulullah’ ın, yoldan
eziyet verecek şeyleri kaldırmayı imanın şubelerinden birisi olarak tanımlaması
mümin ile çevre bilinci arasındaki yakın ilişkiyi göstermektedir.
Münafıklık
Resullulah az konuşmayı iman alâmeti; çirkin söz ve lüzumundan
fazla konuşmayı münafıklık alâmeti olarak zikretmiştir. Her ne kadar müminler,
imanlarında şüphe olmasa da münafıklarınkine benzer davranışlar sergiledikleri
zaman nifaka[38]
düşme tehlikesiyle karşı karşıya kalabilirler.Dinî uygulamalarda gevşeklik
gösterme, söz ve davranışlar arasında uyumsuzluk şeklinde ortaya çıkan bu durum
“amelî
nifak” olarak adlandırılmıştı.
Resûlullah’ta
müminleri münafıklık alâmeti sayılan ve nifakla itham edilmelerine sebep
olabilecek her türlü davranıştan sakındırmıştır. Çünkü Müslüman, özü sözü bir,
Peygamberimizin tarifiyle, “Elinden ve
dilinden insanların zarar görmediği kimsedir.”
İhanet,
yalan, sözünde durmama, ikiyüzlülük ve riya gibi ahlâkî olmayan ve toplumda
güveni sarsan tavırların hepsi ise münafıkça davranışlardır.
Allah Resûlü, münafığı en temel özellikleri ile
şöyle tanımlamıştır: “Şu dört özellik kimde bulunursa o, tam bir
münafık olur. Kimde bu niteliklerden biri bulunursa onu terk edinceye kadar
kendisinde münafıklıktan bir özellik vardır:
●
Kendisine bir
şey emanet edildiğinde hıyanet eder.
●
Konuştuğunda
yalan söyler.
●
Söz
verdiğinde cayar.
●
Husumet
sırasında haktan sapar.”
İnancında samimi kimseye yakışan ise kalbindeki sağlam imanı hem Allah
ile hem de insanlarla olan ilişkilerine dürüst bir biçimde yansıtmaktır. Yani
Rabbimizin, Elçisi'nin gıyabında bütün kullarına yüklediği ağır ama mükâfatı
bir o kadar büyük, “Emrolunduğun
gibi dosdoğru ol!” [39] Sorumluluğunu
yerine getirmektir.
Şirk
Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmuştur:
“Allah’ın kullar üzerindeki
hakkı, O'na, şirk koşmaksızın ibadet etmek; kulların Allah üzerindeki hakkı, kendisine şirk koşmayana
azap etmemektir.”
Habeş kralı
Necâşî Habeşistan'a hicret eden müslümanlara dinlerini sorar.
Ca'fer b. Ebû
Tâlib hemen söz alır.
“Biz cahil,
putlara tapan, leş yiyen, çirkin işler yapan, akrabalarla bağları koparan,
komşuya kötü davranan, kuvvetlinin zayıfı yiyip bitirdiği bir toplum idik. Allah, bize elçi gönderip kulluğa davet etti.
Doğru sözlü olmayı, emaneti ehline vermeyi, akrabayla ilişkiyi sürdürmeyi,
güzel komşuluk yapmayı, haramlardan sakınmayı emretti.”
Küfür, Resûl-i
Ekrem’in davetini kabul etmemek, getirdiklerini inkâr etmektir.
Allah Resulü
“Bir
Müslüman, bir Müslüman'a 'kâfir' dediğinde, şayet o gerçekte kâfirse (söz
yerini bulmuş) olur. Fakat eğer o kâfir değilse bunu söyleyen kendisi kâfir
olur.” buyurarak
böyle bir sözün kişiyi imanından edebileceğini hatta bir mümini kâfir olarak
nitelemenin, onu öldürmek gibi olduğunu söylemiştir.
Şirk Allah’ın
varlığına inanmakla birlikte onun tek olduğunu kabul etmemek, Allah’tan başka tanrılar edinmektir.
Allah katında
şefaatçi olması ümidiyle Allah’tan
başka varlıklara tapınmak, dua edip medet ummak, onlardan yardım istemektir.
Tüm bunlar sadece Allah’a ait olan bir hakkı başka varlıklarda da görmeye
teşebbüs etmek demektir.
Resulullah,
kendisine “Allah ve sen istersen” diyen kimseye, “Beni Allah
ile denk mi tutuyorsun!” sözüyle tepki göstererek sadece, “Maşallah” (Allah isterse) demesini istemiştir.
Resûlullah
(sav), “Kim Allah’tan başkasının adına yemin ederse şirk
koşmuştur.” Kesin bir karar ve niyetle söz verirken
ya sadece Allah’ın adını anmamızı ya da susmamızı söylemiştir. Hatta Kâbe'ye
yemin etmek bile hoş karşılamamıştır.
Resulullah şöyle demiştir: “Allah’a yemin ederim ki gerçekten şirk, karıncanın deprenişinden daha gizlidir.
Şirkin azını ve çoğunu giderecek bir şey söyleyeyim mi? De ki, 'Allah'ım! Bildiğim hâlde şirk koşmaktan sana
sığınırım, bilmeden şirk koştuysam senden mağfiret dilerim.”
Rızık/ Nimet
1. İnsana sağlanan bütün imkânlar “nimet” olarak
adlandırılır. Kişinin hayat arkadaşı olan eşi, yaşamına anlam kazandıran ve
neşe katan çocuklarıyla torunları da ilâhî nimetlerdendir.
2. “Rızık”, nimete göre daha özeldir. Dünya üzerine serpiştirilmiş bulunan
nimetlerden kişinin payına düşendir. Bireyin çalışıp elde ettiği, giyip
eskittiği, boğazından geçip istifade ettiğidir rızık. Allah’ın kişiye özel
olarak sunduğu her türlü nimettir.
3. Resûlullah’ta inananlara,
daha iyi durumda olanlara bakıp hayıflanmak yerine, daha muhtaç olanlara bakıp
eldeki nimetin değerini bilmenin daha yerinde olacağını ifade etmiştir.
4. Resûlullah, “Kesinlikle
hiç kimse kendi el emeğinden daha hayırlı bir yemek yememiştir.” buyurarak helâl lokmanın önemine vurgu
yapmıştır. Zira rızkı veren Allah'tır, ancak rızık kazanmak için çaba sarf
edecek olan insandır ve insanın bu çabası helâl yollardan olmalıdır.
5. Resûlullah, akrabalık
ilişkilerine önem vermenin kişinin rızkını bollaştıracağını söylemiş,
günahlara tevbe etmenin ise, insanın yepyeni ve umulmadık rızıklara kavuşmasına
vesile olacağını haber vermiştir.
6. Peygamberimiz “Allah, nimetinin eserinin kulunun üzerinde
görülmesini sever.” demiş. Eskimiş elbiselerle yanına gelen zengin bir
kişiye “Allah sana bir mal verdiği zaman O'nun nimetinin ve ikramının izleri
üzerinde görülsün.”
7. Rabbe hamd
edilmeden başlanan her işin sonuçsuz kalacağını, ayrıca yalnızca iyiliklere
kavuşmanın değil güçlüklerden kurtulmanın da bir nimet olduğunu hatırlatmıştır.
8. Bir
defasında şu açıklamayı yapmıştır:
“Ademoğlu iki
şeyi hiç sevmez. Birisi ölümdür; oysa ölüm, mümin için fitneden/imtihandan
iyidir. İkincisi ise, malının mülkünün az olmasıdır; oysa mal mülk ne kadar az
olursa, hesabı da o kadar az olur.”
9. Allah Resûlü, “Allah'ım! Günahlarımı bağışla, rızkımı genişlet
ve bana verdiğin rızıkları bereketli kıl!” diye dua ederek inananlara Allah’tan rızık istemeyi öğretmiştir.
Fal, kehanet
ve büyü
Allah Resûlü, oğlunun ölümü ile güneş tutulmasının aynı güne
tesadüf etmesi üzerine,
“Güneş ve ay hiç kimsenin ölümünden ya da hayatından dolayı
tutulmazlar. Lâkin onlar Allah’ın âyetlerinden iki âyettir. Siz, onların
tutulduklarını gördüğünüz zaman hemen namaz kılın.” buyurarak böyle düşünen insanları uyarmıştır.
Ayeti
kerimede, “...Cinler gaybı bilselerdi o küçük düşürücü azap içinde
kalmazlardı.”[40]
buyrulmakta, cinlerin gaybdan haber verme konusundaki âcizlikleri ve gaybın
ancak Allah tarafından bilindiği birçok âyette kesin bir dille ifade
edilmektedir.
Allah Resûlü, kâhinlerin bir doğru söze yüzden
fazla yalan katan insanlar olduğunu söyleyerek ashâbını onlara gitmekten
nehyetmiş (men), bu yolla kazanılan paranın haram olduğunu bildirmiştir.
İnsanları
tesir altına almak maksadıyla, gözbağcılık, şarlatanlık, hilekârlık tarzında
ortaya konulan, hakkı bâtıl, bâtılı hak gösterdiği için semavî dinler
tarafından yasaklanan şeylere “büyü/sihir” denilmiştir.
İslâm'ın
tevhid akidesine ters düşen fal inancı, Allah-ü Teâlâ tarafından “şeytan işi bir pislik”[41] olarak
tanımlanmakta ve ondan uzak durulması emredilmektedir.
İnsanın fıtrî
bir özelliği olan bilinmeyene ve geleceğe ait merakı, esrarengiz durumlara
karşı zaafı, onu gaybı öğrenmeye yöneltmektedir.
İslâm'ın
reddettiği bâtıl inançlar arasında uğursuzluk inancı da önemli yer tutmaktaydı.
Câhiliye döneminde çeşitli varlıklarla, eşyalarla, hayvanlarla veya zaman
dilimleriyle ilgili çok farklı uğursuzluk inançları mevcuttur.
Ancak Allah Resûlü, hiçbir şeyde uğursuzluğun
bulunmadığını, varlıkların, zâtında uğursuzluğu barındıramayacağını
bildirmiştir.
Nitekim Resûl-i
Ekrem üç defa, “Uğursuzluğa inanmak şirktir.” buyurduktan sonra, insanların
kalbine bu tür düşüncelerin gelebileceğini ancak Allah’ın, bunları, kendisine
dayanıp tevekkül eden kullarından giderdiğini bildirmiştir.
İnsanlar,
câhiliye döneminde Şevval ayında evlenmezlerdi. Allah Resûlü günümüzde bile, “İki bayram arasında nikâh kıyılmaz.” şeklinde sürdürülen bu geleneği
kaldırarak Hz. Aişe ile bu ayda nikâhlanıp evlenmişti.
Ayrıca Safer
ayı da uğursuz görülür, Safer ayı çıkmadan umre yapmak yeryüzünde işlenen
günahların en büyüklerinden sayılırdı. Resulullah (sav), “Safer (ayının) uğursuzluğu
diye bir şey yoktur.” buyurarak câhiliye dönemi halkının bu bâtıl
inancını reddetmiştir
Resulullah,
cin yahut şeytan türü hayalî bir varlık olarak bilinen “Ğul” (hayalet, hortlak) inancını da kaldırarak, “Ğul diye bir şey yoktur.” buyurmuş,
ashâbına kalplerine bununla ilgili bir korku geldiği zaman ezan okuyarak Allah’a
sığınmalarını emretmiştir.
Câhiliye
Arapları, yakından ilgilendikleri nazarın insanları etkileyen büyük bir güç
olduğuna inanırlardı. Bundan korunmak için de çeşitli bâtıl uygulamalar
geliştirmişler, muskalar, nazar boncuğu türü nesneler, çeşitli
gerdanlıklar takmayı âdet hâline getirmişlerdi. Sevgili Peygamberimiz (sav),
takılan muskaların ve nazarlık olarak hayvanların boynuna asılan gerdanlıkların
çıkarılıp atılmasını emretmiş, kendisinin nazarlık takanlardan uzak olduğunu
haber vermiştir.
Câhiliye
Araplarının nazarlık kullanma âdetinin şirk olduğunu bildiren Allah Resûlü, böyle davranışların insanları Allah’a
tevekkül etmekten uzaklaştırdığını söylemiştir.
Fal ve büyü
için her şeyi bildiklerine inanılan kâhin, büyücü, medyum ve falcılara
başvurulmakta, geleceği öğrenmek için yıldızlardan anlam çıkarılmaya
çalışılmaktadır. Rakamlara, günlere, hiçbir gücü ve kudreti olmayan varlık ve
nesnelere kimi zaman uğursuzluk atfedilerek onlardan korkulmakta, kimi zaman da
uğur veya şans getirdiğine inanılan bir boncuğa veya muskaya olağanüstü güçler
yüklenerek onlarla korunmaya çalışılmaktadır.
Hatta bu
dünyadan göçmüş ve kendisine bile faydası dokunamayacak ölülerden ve
türbelerinden medet umulup dualar edilmekte, adaklar adanmakta, şifalar
istenmektedir. Ağaca bağlanan çaputtan, havuza atılan paradan veya yakılan
mumdan dahi medet umulabilmektedir.
İslâm dini bu
tür inanç ve davranışlara dinin özü olan tevhid inancıyla uyuşmaması nedeniyle
tamamen karşıdır. Zira kullarını her an koruyup gözeten, onlara her şeyden daha
yakın olan, dualarına icabet eden ilâhî kudret yerine âciz varlıklara sığınmak
düşüncesi, hem dinin aslına hem Müslüman şahsiyetine ve hem de insanın saygınlığına
aykırıdır.
Bid’at (
Sonradan ihdas edilen)
1.
“Kim İslâm'da güzel bir işe öncülük eder
ve kendisinden sonra bununla amel edilirse kendisinden sonra o işi yapanlar
gibi sevap alır. Üstelik onların sevaplarından da bir şey eksilmez. Kim de
İslâm'da kötü bir davranışa ön ayak olur ve kendisinden sonra bununla amel
edilirse, kendisinden sonra onu yapanlar gibi günah alır. Onların günahlarından
da bir şey eksilmez.”
2.
İslâm âlimleri, bid'atı kesin bir dille reddeden hadis rivayetlerini, değişen
yaşam şartlarının da tesiriyle kaçınılması mümkün olmayan yenilikler ile
bağdaştırabilmek için “bid'at-ı hasene”
(iyi bid'at) ve “bid'at-ı seyyie”
(kötü bid'at) ayrımına gitmişlerdir.
2.1
Bu bağlamda Kur'an'ı bir Mushaf'ta toplamak, teravih namazını cemaatle kılmak,
minare ve medrese inşa etmek, iyi bid'at örnekleridir.
2.2
Öte yandan kabirlerin üzerine türbe yapmak, bu mekânlarda adak adayıp kurban
kesmek ve mum dikmek kötü bid'ata örnek olarak gösterilebilir.
3.
Bid'at kavramıyla kastedilen, dinden olmadığı hâlde sonradan ortaya çıkan dinî
inanç ve uygulamalardır. Resulullah hadislerinde
zikredilen de bu olsa gerektir. Yoksa tüm yenilik ve icatlar, bid'at kavramına
dâhil edilemez.
4.
Müslümanları aşırılıklara karşı sürekli uyaran Resulullah, aşırılıklar yoluyla bid'atların dine girmesinin önünü kesmek
istemiş, Kur'an'ın ve kendisinin öğrettiğinden daha fazlasını yapmak ve yaşamak
isteyenlere müsamaha etmemiş ve;
“Ey insanlar!
Dinde aşırı gitmekten sakının! Çünkü sizden önceki ümmetleri dinde aşırı
gitmeleri helâk etti.” buyurmuştur.
5. Resulullah, dinden olmayan merasimlerin dinden bir parça gibi algılanmasının
önüne geçmiştir. Aksi hâlde inanç ve ibadet alanına eklenen her yeni şey mevcut
bir dinî inancı veya ibadeti ya değiştirecek ya da ortadan kaldıracaktır.
6.
Abdullah b. Mes'ûd, Resulullah ve sahâbe yapmadığı hâlde, birtakım insanların
mescitte toplanarak, “Şu kadar şunu
söyleyin, şu kadar bunu söyleyin!” diye zikir yaptıklarını görünce karşı çıkmış
ve onlara, “Siz kötülüklerinizi sayın! Çünkü ben, iyiliklerinizden hiçbirinin
zayi edilmeyeceğine kefilim!” demiştir.
7.
Netice itibariyle bid'at sadece inanç ve ibadet alanında ortaya çıkan ve dinin
aslında yani Kur'an ve sünnette olmayan uygulamalardır.
8.
Bir bid'atı uygulamak demek, Resulullah tarafından bizzat yaşanan, bizlere de
örnek olarak sunulan dinî hayatın ve sünnetin dışına çıkmak demektir.
2. CİLT
Mükellefiyet
Resûlullah
(sav) şöyle buyurmuştur: “Güç
yetirebileceğiniz amelleri yapmaya gayret ediniz. Allah usanmaz da siz usanırsınız. Allah katında amellerin en sevimlisi az da olsa devamlı olanıdır.”
Uyuyakalıp da
sabah namazını vaktinde kılamadıkları gün Hz. Peygamber, emir vererek ezan
okutmuş ve önce sünneti sonra farzı kılmıştır. Peygamberimiz ümmetine uyuyarak
herhangi bir namazı geçirdiklerinde nasıl davranmaları gerektiğini böylece
öğretmiş, uykunun geçici olarak mükellefiyeti kaldırdığını vurgulamıştır.
Rabbimiz,
Kur'an'da imandan söz ederken devamlı olarak ameli, yani güzel, iyi ve yararlı
davranışları zikredip kendisine ibadet edilmesini istemektedir.
Rabbimiz
Kur'ân-ı Kerîm'de kulları için zorluk değil kolaylık istediğini, hiçbir kimseye
gücünün yettiğinden fazla yük yüklemeyeceğini, herkesi ancak gücünün yettiği
kadarıyla sorumlu tutacağını beyan etmiştir.
Sevgili
Peygamberimiz de, “Güç yetirebileceğiniz amelleri yapmaya gayret ediniz.” buyurmuştur.
Eşi Hz. Aişe'nin hiç uyumadan namaz kılan bir kadını kendisine tanıtması
üzerine de, “Olmaz ki! Gücünüzün yettiği
kadar ibadet edin.”
İslâm'da
fertlerin ibadetlerle yükümlü olmalarını sürekli ya da geçici olarak kaldıran
birtakım hâller de mevcuttur. Bu hususta Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur:
“Üç kişiden
sorumluluk kaldırılmıştır: Uyanıncaya kadar uyuyandan, akıl hastalığına duçar
olandan aklı başına gelinceye kadar ve ergenlik çağına gelinceye kadar
çocuktan.”
Dinimiz,
insanın, iradesine bağlı olmayan durumlardan dolayı ibadetlerini ifa
edememesini, geciktirmesini veya eksik bırakmasını da mazeret saymıştır.
Bu konuda
Yüce Allah Kur'ân-ı Kerîm'de,
“Ey Rabbimiz!
Unutur ya da yanılırsak bizi sorumlu tutma! Ey Rabbimiz! Bize, bizden
öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme! Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün
yetmediği şeyleri yükleme!”[42]
şeklinde dua etmemizi öğretmiştir. Bu çerçevede istemeden hata ile
yapılan bir işin günahının olmadığını da ifade buyurmuştur.
Sevgili
Peygamberimiz ibadetlerde aşırılıklara asla taviz vermemiştir. Nitekim kendisine ibadetleri soran bir
kimseye namaz, zekât, oruç ve hac ibadetinin Allah’ın emri olduğunu söylemiş,
bunun üzerine muhatabının,
“Seni hak din
ile gönderen Allah’a yemin olsun ki bunlardan ne fazla yaparım ne de az!” demesi
üzerine Resûlullah (sav), “Eğer sözüne
sadık kalırsa mutlaka cennete girer.” buyurmuştur.
İbadet
Peygamberimiz
(sav);
“Allah’ın kulları üzerindeki hakkı yalnızca O'na
ibadet etmeleri ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmamalarıdır.” buyurdu. Bunu
yaptıkları takdirde de kulların Allah üzerindeki hakkı “Onlara azap etmemesidir.” buyurdu.
Cenâb-ı
Hakk'a kul olmak, bir efendi ve köle mantığı ile seçim hakkı olmaksızın O'na
ibadet etmek anlamına gelmez. Aksine kulluk, seçme özgürlüğünü kullanarak Yüce Yaratıcının
iradesine uymaktır. Nefsinin istek ve arzularını terk edip, Allah’ın (cc)
istediği doğrultuda yaşamaktır.
İbadet,
kulun, Rabbi ile iletişim kurabilmesinin adıdır. Her şeyi yoktan var eden Yüce Yaratıcı
‘ya muhtaç olan insanın, aracısız, vasıtasız bir şekilde hâlini O'na ifade
edebilmesidir.
Resûl-i Ekrem
kendisine,
“Cehennemden
kurtaracak ve cenneti kazandıracak bir şey öğrenmek istiyorum.” diyen
bir sahâbîye, “Allah’a şirk koşmadan ibadet etmeye devam et, farz
namazı kıl, farz olan zekâtı ver, Ramazan orucunu tut, insanların sana
davranmasını istediğin şekilde onlara davran, insanların sana davranmasını
istemediğin şekilde onlara davranmayı terk et!” diyerek öğüt vermiştir.
Hz. Peygamber
(sav) bir kimsenin farzları gerekli dikkat, özen ve samimiyet ile yerine
getirdiğinde; Yüce Yaratıcının rızasını elde edeceğine ve cennete ulaşacağına
şu örnekle işaret etmiştir:
Bir bedevî
(Arap köylüsü) Resule gelip “Ey Allah’ın Resûlü! Allah’ın bana farz kıldığı
namazların neler olduğunu söyle.” dedi. Allah Resûlü,
“Beş vakit namaz, ama nafile de kılabilirsin.” diyerek karşılık verdi.
Bedevî, “Allah’ın bana farz kıldığı orucun ne olduğunu söyle.” deyince, Efendimiz,
“Ramazan
ayında tutulan oruç, ama nafile oruç da tutabilirsin.” dedi.
O zaman
bedevî, “Sana ikram eden Allah’a yemin ederim ki, nafile ibadet
yapmayacağım! Fakat Allah’ın bana
farz kıldığı ibadetleri eksiksiz ve harfiyen yerine getireceğim.” dedi.
Bunun üzerine Allah’ın Resûlü onun hakkında, “Sözüne sadık kalırsa kurtuluşa ermiştir” veya “cennete girmiştir.”
buyurdu.
Allah Resûlü
vücuttaki bütün eklemler için her gün sadaka vermek gerekir, demiş ve güzel söz, iyi niyetle ve
samimiyetle yapılan her işin sadaka ve ibadet olduğunu ifade etmiştir.
Hz. Peygamber
tarafından sadaka olarak nitelendirilen, insanlar arasında adaletle hüküm
vermek, iyiliği tavsiye edip kötülükten alıkoymak, karşılaştığı kimseye selâm
vermek, eziyet veren bir engeli yoldan kaldırmak, ailesinin nafakasını temin
etmek için çalışmak gibi davranışlar, birer ibadet olarak değerlendirilebilir
Bu minvalde
kişinin anne babasına iyilik etmesi, bir garibanın gözünün yaşını silmesi, bir
öksüzün ya da yetimin başını okşaması, bir öğrencinin masraflarını karşılaması,
bir ihtiyara saygı göstermesi, bir hamileye otobüste yer vermesi de ibadettir.
Aynı şekilde
bir insanın bilgilerini başkalarıyla paylaşması, yaptığı işi en güzel şekilde
icra etmeye çalışması da ibadettir.
Kişinin kötü
ahlâk özelliklerinden uzak durmaya çalışması, iyilik yapmak için fırsat
kollaması, karşılaştığı mümin kardeşine tebessüm etmesi, çevresindekiler için
zorlaştırıcı değil kolaylaştırıcı bir fert olmaya özen göstermesi ve bütün
bunlar gibi sayılamayacak binlerce husus hep ibadettir ve hayatı ibadetle
geçirmektir.
Dua
“Kulluğun özü” olarak
nitelendirilen dua hakkında Yüce Rabbimiz,
“Bana dua edin ki duanıza icabet edeyim.”[43]
buyurarak müminin kendisine yönelmesine her an karşılık vereceğini hatırlatır.
Bir başka
sefer de Peygamber Efendimize, “Yâ Resulallah, hangi dua daha çok kabule şayandır?” diye
sorulmuş, Allah Resûlü, “Gece
yarısından sonra ve farz namazların arkasından yapılan dualar.”
diye cevap vermişti.
Bir hadisinde
o (sav), şöyle buyurmuştu: “Allah her gece, gecenin ilk üçte biri geçtiğinde
dünya semasına iner (rahmet nazarıyla bakar) ve 'Melik benim! Melik benim! Var
mı bana dua eden, onun duasını kabul eyleyeyim? Var mı benden isteyen,
istediğini vereyim? Var mı benden mağfiret dileyen, onu affedeyim?'
Gecenin
fazileti ile ilgili bu rivayetleri,
“Korkuyla ve umutla Rablerine yalvarmak üzere (ibadet ettikleri için),
vücutları yataklarından uzak kalır.”[44] gibi âyetler de desteklemektedir.
Söz gelimi,
onun bildirdiğine göre, ezan ile kâmet arasındaki vakit, duaların geri
çevrilmeyeceği vakitlerdendir. O (sav), Allah’ın
dualara icabet saati olduğunu bildirirdi.
Peygamberimizin
ifadesi ile üzerine güneş doğan en fazilet gün Cuma günüdür.
Duanın adabı
Dua, kulun
samimi ve içten bir şekilde Allah’a sığınmasını ve yakarışını, Allah’ın
yüceliği karşısında güçsüzlüğünü itiraf etmesini, O'nun lütfunu, yardımını ve
affını dilemesini ifade eder.
Dua, hiçbir
törene bağlı bulunmayan, şekil ve şartlardan bütünüyle sıyrılmış, zaman ve
mekân bakımından süreklilik gösteren, kulun Yaratıcısıyla sürekli bir biçimde
iletişimde bulunduğu bir ibadet olarak tanımlanabilir.
Hz.
Peygamber'in, “Allah Teâlâ katında duadan daha kıymetli bir şey
yoktur.” ifadesi, bu ibadetin önemini göstermesi açısından dikkat çekicidir.
Yüce Allah, “Bana dua edin ki, duanıza icabet edeyim.”[45] âyetiyle
kullarını kendisine çağırır âdeta. “De
ki: Duanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin?”[46]
ifadeleriyle, yaratılış gayelerini kullarına hatırlatır.
İnsan, her an
ve her durumda dua edebilir.
“Onlar,
ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah'ı
anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler (ve şöyle
derler:) Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi
cehennem azabından koru!”[47] âyeti bu gerçeği ifade eder.
Duanın yasak
olduğu bir zaman yoktur. Aksine, âyet ve hadislerde bazı vakit ve durumlarda
yapılan duaların daha makbul olduğu belirtilmiştir.
Allah (cc), “Kullarım
sana beni sorarlarsa, bilsinler ki ben, şüphesiz onlara yakınım. Benden
isteyenin, dua ettiğinde duasını kabul ederim...”[48] âyetiyle kendisine yönelen kulun duasını kabul edeceğini vaad
eder.
İnsanın
başkalarından dua alması da önemlidir. Bir defasında Allah Resûlü, şu tavsiyede
bulunmuştur: “Bir hastanın ziyaretine
gittiğinde ondan senin için dua etmesini iste. Zira hastanın duası meleklerin
duası gibidir.”
Müslüman'ın
din kardeşi için yaptığı dua hakkında ise Peygamberimiz şunları söyler: “Kişinin (din) kardeşi için gıyabında
(onun olmadığı yerde) ettiği dua makbuldür.”
Allah Resûlü
mazlumların duasından sakınılmasını tavsiye eder ve şöyle buyurur: “Mazlum ile Allah arasında (duanın kabulüne mâni olacak)
hiçbir perde yoktur.”
Şükür
Her nimet bir
imtihan vesilesidir. Nimeti vereni hatırlamak ve ona teşekkür etmek, hem nimeti
artırır hem de bereketlendirir. Nimeti vereni tanımamak ve nimetin asıl
sahibini unutmak ise nimete karşı nankörlüktür.
İnsana biri
“şükür/teşekkür”, diğeri “küfür/nankörlük” olmak üzere iki yol gösterilmiştir.
Yüce Yaratıcı ona akıl ve irade vermiştir; ister şükreden biri olsun, isterse
inkâr eden biri!
Allah,
insanın kendisine şükretmesini, nankörlük yapmamasını istemektedir: “Eğer şükrederseniz elbette size (nimetimi)
artırırım. Eğer nankörlük ederseniz gerçekten azabım çok şiddetlidir!”[49]
Hz.
Peygamber, sevindirici bir durumla karşılaştığında Allah Teâlâ'ya şükür için
secdeye kapanırdı.
Peygamber bir
defasında şöyle demiştir: “İnsanlara
teşekkür etmeyen, Allah’a da
şükretmez.”
Kendisine bir
iyilikte bulunana ya da hayrı dokunana teşekkür etmek İslâm ahlâkının
gereğidir.
“Yiyip şükreden kimse sabrederek oruç tutan kimse gibidir.” buyuran Peygamberimiz, müminin, varlıkta şükrederek, darlıkta
ise sabrederek kazançlı çıkacağını belirtmiştir.
Yine Allah Resulü;
Musibete sabreden, nimete şükreden, kendisine haksızlık yapılınca affeden ve
haksızlık yapınca da istiğfar eden müminlerin, korkudan emin olan ve hidayete
erişmiş kimseler olduğu müjdesi verilmiştir.
Zikir
Sabah akşam Allah'ı
zikrediyor olmak için sadece Allah'ı zihinde tutmak ve dil ile zikir
cümlelerini tekrarlamak yeterli değildir.
Hz.
Peygamber'in, “Allah’a itaat eden Allah'ı zikretmiş olur.” gerçeğinden hareketle Kur'an ve sünnete
uygun bir hayat sürmedikçe, dinin vecibelerini yerine getirip, yasaklarından
kaçınarak Rabbin ismini gönüle nakşetmedikçe zikir kemale ermez.
Zikir çeşit
çeşittir. Lisan ve kalp ile olduğu gibi beden ile de zikir yapılır. Hepsi
birlikte olursa dilimizde O, kalbimizde O, bütün azalarımızda sadece O olursa
işte zikir o zaman kemal bulur, ruha zevk olur, Rabbe dostluğa açılan kapı
hâline gelir.
Kur'an'da, “Ey iman edenler! Allah'ı çokça zikredin.
Ve O'nu sabah akşam tesbih edin.”[50] buyuran
Yüce Allah, zikir ile tesbihi aynı âyette zikretmiştir.
Yüce Allah'ı
tesbih, (sübhânellâh) tekbir (Allâhü ekber), tahmîd (Elhamdülillâh) ve tehlil (Lâ ilâhe illâllâh), zikir lafızlarının
en derin mânâlı ve değerli olanlarıdır.
Tövbe
İçten ve
samimi olarak yapılan tevbe, hem bir ibadettir hem de kaybedilmiş değerleri
yeniden kazanma vasıtasıdır.
Pişmanlık tövbenin
ilk şartıdır. Resûlullah (sav) bir hadisinde, “(Günahtan) pişmanlık duymak, tövbedir.” derken, bu gerçeği
ifade eder.
Bir diğer
hadisinde ise, “Günahtan tevbe etmek,
günahı terk edip bir daha ona dönmemektir.”
O hâlde bu
tanıma istiğfarı da ekleyip, “Tövbe-istiğfar, kulun, işlediği günahtan
pişmanlık duyarak bir daha o günaha dönmemesi ve Allah’tan kendisini
affetmesini istemesidir.” diyebiliriz.
Hata işleyen
bir insanın tevbe etmek amacıyla aracısız olarak doğrudan doğruya Rabbine
yönelmesinde herhangi bir engel veya ön şart bulunmamaktadır.
Peygamberimiz;
“Bir kimse bir günah işler de ardından
güzelce abdest alır sonra kalkıp iki rekât namaz kılar ve Allah’tan bağışlanma dilerse, Allah onu mutlaka bağışlar.” demiştir.
Tövbeyi
tamamlayan unsurlardan biri de, günahın derhâl terk edilmesi ve bir daha ona
dönülmemesidir.
Allah’ın
affetmeyeceği bir günah ve günahının büyüklüğü sebebiyle tevbe kapısı yüzüne
kapanacak bir günahkâr yoktur. Ayet ve hadislerdeki bazı günahların
affedilmeyeceğine dair ifadelerin sakındırma bağlamında oldukları
anlaşılmaktadır.
Tövbe etmek
için belli bir zaman ve mekân şart koşulmamakla birlikte Kur'ân-ı Kerîm'de
seher vakitlerinde tövbe edenler övülmüşlerdir.
Abdest ve
teyemmüm
Allah’ın
Peygamberi mescitten kendisine bir seccade getirmesini istediğinde, “Ama ben
âdetliyim!” diyerek mescide girmek ve seccadeye dokunmak istemeyen Hz. Âişe'ye,
“Âdetli olma hâli senin elinde değil
ki!” buyurmaktadır. Bunun üzerine çekingenliğini gizlemeyen annemiz,
mescide girmiş ve seccadeyi almıştır.
Zerdüştlerin
âdetli kadını murdar sayarak temizlenene kadar bir odada tek başına
bekletmelerine benzer şekilde, bugün de kimi Müslüman kadınların âdet
günlerinde kendilerini toplumdan soyutlamaları şaşırtıcıdır. Uğursuzluk
taşıyacakları endişesiyle doğum tebrikine gitmeyerek taze bebeğe bakmayan ya da
düğüne katılmayarak yeni gelinin çeyizine dokunmayan nice kadın vardır. Âdetli
iken hamur yoğurmaktan kaçınan, turşu kurmayan, salça ve reçel yapmayan ya da
sofradaki ekmeği bölmekten çekinen kadınların sayısı hiç de az değildir. Oysa
Peygamberimiz âdetli eşinin dokunduğu gıdalardan tiksinmemiş ve Hz. Aişe’nin
ısırdığı etin devamını yerken veya içtiği suyun kalanını içerken tam da onun
ağzının değdiği yere ağzını getirerek bütün bunların anlamsızlığını göstermek
istemiştir.
Kadını sadece
âdet gördüğü günlerde değil sonrasındaki yedi günde de sakınılması gereken biri
olarak gören Yahudi geleneğinde, âdetli kadının bedeni kadar kullandığı eşyalar
da kirli ve yasaklı sayılmaktadır.
Ayrıca
anneleri Havva'nın, Âdem'in aklını çelerek yasak meyveden yemesine, dolayısıyla
da cennetten çıkarılmasına sebep olduğu gerekçesi ile Havva kızlarını lânetli
ve cezaya müstehak görmek, Yahudi kültürünün bir parçasıdır. Halbuki Kur'ân-ı
Kerîm, Hz. Âdem'i aldatanın şeytan olduğunu özellikle belirtirken iki eşin
yasağı birlikte çiğnediklerine dikkat çeker.
“Normalde
âdet gördüğün günler süresince namaz kılmayı terk et. Sonra yıkan ve namazını
kıl.” buyurmuştur.
Aynı hüküm oruç için de geçerlidir. Âişe annemiz,
“Biz (Resûlullah zamanında) âdet
olurduk, orucu kaza etmemiz bize emredilir ama namazı kaza etmemiz
emredilmezdi.” derken, Peygamber emrinden açıkça bahsetmekte ve “Âdetli kadına ne oluyor da, (tutamadığı)
oruçları kaza ettiği hâlde (kılamadığı) namazları kaza etmiyor?” diye soran
bir kadını, “Sen Harûrî (Sadece Kur'an'ın
hükümleriyle yetinen bir Hâricî) misin?” diyerek sert bir üslûpla
azarlamaktadır.[51]
Onun, bu kadını, ibadete aşırı derecede düşkünlükleri ile tanınan sünnet
çizgisinin dışında kabul edilen Hâricîlere atıfta bulunarak ikaz etmesi, âdetli
iken namaz kılmama ve oruç tutmama konusundaki hükmün sünnete uygun olduğunu ve
sorgulama dışında bırakılmasını istediğini göstermektedir.
Âdet günleri
sona erdiği hâlde kanaması bitmeyen bir kadın, âdetinin bitiminde mutlaka gusül
abdesti almalıdır. Daha sonra devam eden istihâze kanı sadece abdesti bozar.
Dolayısıyla Peygamberimizin tabiriyle, “hasırın
üstüne damlayacak kadar çok bile olsa” özür kanı namaza engel değildir.
Namaz
Kur'ân-ı
Kerîm'de kendilerinden övgüyle bahsedilen müminlerin özellikleri sıralanırken,
onların “namazlarında huşû içinde
olduklarının”, “namazlarını muhafaza ettiklerinin” ve “namazlarına devam
ettiklerinin” altı ısrarla
çizilir.
Namaz, sadece
Allah ile kul arasındaki ilişki biçimi olmakla kalmaz, aynı zamanda insanı
olumsuz davranışlardan ve her türlü kötülükten de uzaklaştırır.
Nitekim
Kur'an'da Yüce Allah, “Gerçekten
namaz, kişiyi hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar.”[52]
buyurarak bunu ifade etmektedir. Ayrıca kulun, günün belli vakitlerinde Allah’ın
huzuruna çıktığını düşünmesi, kulu O'nun rızasına uygun davranışlar sergilemeye
sevk etmekte, böylece namaz bu yönüyle kötülüklere engel olmaktadır.
Yine, “İnsan
çok hırslı ve sabırsız yaratılmıştır. Kendisine kötülük dokunduğu zaman
sızlanır, ona bir hayır dokunduğunda da eli sıkıdır, ancak namaz kılanlar
müstesna.” âyetleri de namazın insana kazandırdığı ahlâkî değerlere ve
olgunluğa işaret etmektedir.
Allah Resûlü (sav),
“Birinizin
kapısı önünde günde beş defa yıkandığı bir nehir olsa, o kimsede kir namına bir
şeyin kalabileceğini düşünebilir misiniz?” diye sorar. Sahâbe, “Hiç
kir kalmaz.” şeklinde cevap verir. Bunun üzerine Peygamberimiz, “İşte beş vakit namaz da böyledir, Allah bu namazlarla günahları yok eder.”
buyurur.
Peygamber
Efendimize, “Amellerin en faziletlisi
hangisidir?” diye sorulunca, Allah Resûlü, “Vaktinde kılınan namazdır.” cevabını vermiştir.
Namazın kılınışı
Peygamber
Efendimiz her namazın bir veda namazı gibi kılınmasını tavsiye etmekle,
namazların korku ile ümit arasında, saygı ve hassasiyet içerisinde kılınmasını
öğütlemiştir.
Namaz kılan
kişi, kıyamdan sonra tekbir getirerek rükûa gider. Rükû, Allah’ın azameti ve
celâli karşısında kulun âcizliğini ifade eder. Aczini idrak eden kul, Yüce Yaratıcısı huzurunda başka hiçbir
varlığın önünde eğilmeyeceği şekilde eğilir.
Allah-ü
Teâlâ, “Namazı kılın, zekâtı verin. Rükû
edenlerle birlikte siz de rükû edin.” buyurarak müminlerden rükû etmelerini
istemekte ve “Ey iman edenler! Rükû edin,
secde edin, Rabbinize kulluk edin ve hayır işleyin ki kurtuluşa eresiniz.”
buyurarak kurtuluşun namazla ilişkisini hatırlatmaktadır.
Namaz boyunca
defalarca hamd eden kişi, daha sonra tekbir alır ve secdeye kapanır. “Hadi Allah’a secde edip O'na kulluk edin.”[53] âyeti gereğince Allah’ın önünde hürmet ile
secdeye kapanmak kulluğun en güzel ifadesidir
Hz. Peygamber,
“Kulun Rabbine en yakın olduğu (an)
secde hâlidir. Öyleyse (secdede iken) çokça dua ediniz.” tavsiyesinde bulunmuştur.
Namaz kılan
kişi, son oturuşta duaları okuduktan sonra “es-Selâmü
aleyküm ve rahmetullâh! (Allah’ın
selâmı ve rahmeti üzerinize olsun!)” şeklinde selâm vererek namazı bitirir.
Selâm âdeta namaz ile bu dünyadan ayrılan kişinin tekrar dünyaya dönmesini
simgeler.
Huzurunda durulan Yüce Yaratıcının büyüklüğüne yaraşır bir saygı,
samimiyet ve kulluk bilinciyle devamlı eda edilen namaz, Peygamber Efendimizin
ifadesiyle kıyamet günü sahibi için bir aydınlık, bir delil ve kurtuluş
vesilesi olacak ve namaz kılan âhirette cennet ile mükâfatlandırılacaktır.
Oruç
Ramazan, ilmin, inancın, ibadetin, ahlakın, dayanışmanın,
kardeşliğin daha da olgunlaştırılabilmesi için Müslümanlara ikram edilmiş
bereketli bir eğitim mevsimidir. Müslüman bu zaman diliminde Rabbiyle,
kardeşleriyle, nefsiyle ve şeytanla olan ilişkilerini gözden geçirir, gece
gündüz tam bir ay süren yoğun bir eğitim faaliyetinden güçlenerek, arınarak
çıkar.
Peygamber
efendimiz (sav): Kim inanarak ve
karşılığını Allah’tan bekleyerek
Ramazan orucunu tutarsa geçmiş günahları bağışlanır. " Buyurmuştur.
Oruç bir
kalkandır. Oruçlu, saygısızlık yapmasın, ahlaksızca konuşmasın. Eğer biri
kendisiyle dövüşmeye veya sövüşmeye kalkışırsa, iki defa, 'Ben oruçluyum. ' desin.
Oruçluya
yakışan, aç olmasına rağmen, yüzünden tebessümü eksik etmemektedir. Gönül
kırmak, inanan insana, hele oruçlu bir Müslüman'a yakışmaz.
Oruç yalnız
belirli bir zaman yeme ve içmeden el çekmek değil, aynı zamanda her türlü
kötülükten sakınmak için iradenin güçlendirilmesi eğitimidir.
Hz. Peygamber, "Yalanı ve yalana göre hareket etmeyi terk etmeyenin yemeyi içmeyi
bırakmasına Allah’ın ihtiyacı yoktur!" buyurmaktadır.
Oruçtan nasibi aç kalmaktan öteye geçmeyen kimselerin durumuna
düşmemek için gözler, kulaklar, eller, ayaklar, kalp ve ağız, mideyle beraber
oruç tutmalıdır.
Zekât
Veda haccı öncesiydi. Resûl-i Ekrem, yakın dostlarından Ebû Musa
el-Eş'arî ve Muâz b. Cebel'i Yemen bölgesine göndermeye karar verdi. Onları
çağırıp durumu anlattıktan sonra şu tavsiyelerde bulundu: “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın! Müjdeleyin, nefret ettirmeyin!”
Kur'ân-ı
Kerîm'de, “Sana Allah yolunda ne
harcayacaklarını soruyorlar. De ki: İhtiyaç fazlasını.”[54]
âyetiyle ancak belli bir miktarda malı olanların zekâtla yükümlü olduğu
bildiriliyordu.
Zenginin,
Rabbinin rızasına ermek arzusuyla yerine getirdiği farz bir ibadet olan zekâtın
birçok hikmetleri vardır. Öncelikle zekât, bir yandan fakirlerin ihtiyacını
karşılarken, diğer yandan da veren kişinin şahsiyetini geliştirmekteydi. Zekât,
hem maldaki kirleri temizlemekte hem de sahibini arındırmaktadır. Nitekim Yüce Allah
Resulullah’a hitaben, “Onların mallarından zekât al ki, bununla
onları temizleyesin ve arındırasın.”[55]
buyurmaktadır. Bu ise, zekâtın kişilere sağladığı maddî yararları vurguladığı
gibi, konunun mânevî/ruhî boyutuna da işaret etmekteydi.
Zekâtın,
malı temizleyen bir vasıta olduğunu vurgulayan Resulullah, “Mallarınızı zekât vererek korumaya alınız!” buyurmak suretiyle de zekâtın mânevî bir zırh
olduğunu hatırlatır. Öte taraftan zekâtı verilmediği için temizlenmeyen,
içerisinde fakirin hakkı olan bir malın akıbetinin hayırlı olmayacağını
bildirir.
Sevgili Peygamberimizin müjdelediğine göre, “Sadaka/zekât vermek, suyun ateşi söndürdüğü gibi hataları yok
eder.” İhtiyaç sahiplerinin bu paydan yararlandıkları sırada
yaşadıkları sevinç ve memnuniyet, verenin gönlünde huzura ve genişliğe dönüşür.
Böylece zekâtın tam olarak verildiği yerlerde denge ve sükûnet egemen olur.
Sadaka
Resulullah (sav) şöyle buyurmuştur: ''Ademoğlu, 'Malım, malım!' diyor. Ey ademoğlu, senin yiyip tükettiğin,
giyip eskittiğin ve sadaka verip önceden (ahirete) gönderdiğin dışında bir
malın mı var?"
Resulullah
ailesi için bir koyun kesmiş ve eşlerine ondan ne kadarı kaldı diye sormuştu.
Hz. Aişe, "Bize sadece kürek kemiği kaldı." deyince Resulullah (sav)
şöyle buyurdu: "(Demek ki) kürek
kemiğinin dışında tümü (bize) kaldı.”
Kur'an'ı
Kerim' de de Yüce Mevla,
"Allah
yolunda mallarını harcayanların örneği, yedi başak bitiren bir dane gibidir ki
her başakta yüz dane vardır. Allah
dilediğine kat kat fazlasını verir. Allah’ın lütfu geniştir, O her şeyi
bilir."[56] buyurarak, kendi rızası için verenlerin mükafatının yedi yüz misliyle
olacağını bildirmiştir.
Kutlu Nebi, "İnsan öldüğü zaman, şu üç şey
dışında amelleri kesilir:
●
Faydası kesintisiz devam eden sadaka,
●
Kendisinden yararlanılan ilim
●
Kendisine dua eden salih evlat." derken,
İnsanların
çeşme ve köprü gibi sürekli yararlandığı, uzun ömürlü yaşayan sadakaları ilk
sırada anmaktadır.
Hastalarınızı
sadaka ile tedavi edin diye buyuran
Peygamber Efendimiz, ihtiyaç sahiplerine yardımcı olan ve onların duasını alan
kişinin karşılığını bulacağına işaret etmiştir.
" ... Suyun ateşi söndürdüğü gibi, sadaka da
hataları söndürür (ortadan kaldırır) ... buyuran Hz. Peygamber'in sünnetinde
sadaka vermek, hataların tashihi için değerlendirilmesi gereken iyi bir
fırsattı.
Kişinin
yaptığı hatalara karşılık sadaka vermesi, bu davranışlarından pişmanlık duyup
kendi nefsine karşı bir nevi müeyyide uygulaması anlamına geliyordu.
Resulullah
(sav) bir konuşmasında cehennemden bahsetti, ondan Allah’a sığındı ve yüzünü üç
defa çevirdikten sonra şöyle buyurdu:
"Yarım
hurma (sadaka) ile bile olsa cehennemden korunun. Eğer bunu da bulamazsanız
güzel bir sözle (korunun)."
Sadaka vermek
aslında bir şükür ifadesidir. Verilen nimetin devamı için onu diğer insanlar
ile paylaşmaktır.
Allah-ü Teala, "Mallarını
gece ve gündüz, gizli ve açık, hayra sarf edenler var ya, onların mükafatları Allah
katındadır. Onlar korku yoktur, üzüntü de çekmezler"[57]
buyurur.
Bir başka
hadisinde "Sadakanın en
faziletlisi, Müslüman'ın ilim öğrenmesi, sonrada onu Müslüman kardeşine
öğretmesidir.”
"Bir insanın harcama yapmasına, yardım etmesine en layık
olanlar eşi ve aile efradıdır. "
“Kişinin ailesi için yaptığı harcama da sadakadır."
Allah Resulü,
aile fertleri ihtiyaç halinde iken başkalarına sadaka verilmesini tasvip
etmemiştir.
Hz. Peygamber,
akrabaya verilen sadakanın aradaki kin, haset, dargınlık vb. duyguları gidereceğine
işaretle, "Sadakanın en faziletlisi
içinde sana karşı (gizli) düşmanlık duygusu besleyen akrabaya verilen
sadakadır." buyurmuştur.
Hibe
Resulullah
(sav) efendimiz şöyle buyurmuştur:
“Kim kardeşinin ihtiyacını giderirse Allah da onun ihtiyacını
giderir…”
“Kim darda kalan borçluya zaman tanırsa yahut (alacağının tamamını
veya bir kısmını) borçluya bağışlarsa, Allah onu, başka hiçbir
gölgenin (himayenin) olmadığı kıyamet gününde kendi arşının gölgesinde
(himayesinde) gölgelendirecektir.”
Hibe,
karşılığını sadece Allah’tan bekleyerek
bağışta bulunmak ve Allah’ın kendisine bahşettiği nimetleri, diğer insanlarla
paylaşmaktır.
Kişinin
değişik vesilelerle malından bir kısmını başkalarına vermesi, çeşitli adlarla
anılsa da, üzerinde ısrarla durulan önemli ibadet türlerindendir.
Hz. Peygamber, herhangi bir çıkar karşılığında hibe alınmasını hoş
karşılamamış ve karşılığında bir çıkar gözetilerek verilen hibenin kabul
edilmemesini istemiştir.
Adak
1. Adak; Yüce Allah tarafından kullarına yüklenmediği halde,
kulların Yaratıcılarına verdikleri yükümlülük gerektiren özel sözlerdir. Bu
nedenle adak adarken kişi, sahip olmadığı bir şeyi, gücünün yetmeyeceği bir
işi, dinen meşru olmayan bir hususu adak konusu yapmamalıdır.
2. Rabbimizin
rızasını kazanma düşüncesiyle, şükür kabilinden yapılan adakların mutlaka
yerine getirilmesi; günaha sevk edecek adakların ise terk edilmesi
gerekmektedir.
3. Hz.
Peygamber, Yüce Yaratıcıya verilen bir söz olması nedeniyle, adağını yerine
getirmeden vefat eden Müslümanların dahi adaklarının gereğinin yapılmasını
istemekteydi.
4. İşlenmesi
günaha yol açacak adağın da, başkasının malıyla yapılacak adağın da yerine
getirilmesi uygun değildir. Allah’a isyan yolunda adak olmaz!
"Her kim Allah’a itaat etmeyi adarsa, Allah’a itaat etsin. Her kim de Allah’a karşı isyan etmeyi adarsa, sakın Allah’a isyan etmesin!"
5. Hacca
yürüyerek gitmeyi adadığını söyleyen bir adama, "Bu adamın kendine azap etmesine Yüce Allah’ın ihtiyacı yoktur!" demiş ve ona
bir hayvana binmesini emretmiştir.
6. Kul,
beklentisinin gerçekleşmesi durumunda bazen belli adaklarda bulunur.
İstenilenin gerçekleşmesi halinde, şükran nişanesi olarak anılan adağın yerine
getirilmesi gerekir. Zira hem ayetlerde hem de hadislerde, yapılan adakların
yerine getirilmesi talep edilmektedir.
7. Resül-i
Ekrem, "Gücünün yettiği bir şeyi
adayan, onu yerine getirsin!" buyurarak bu konunun önemini
vurgulamıştır. Ancak aciz kalınan durumlarda insanın bir ümit kapısı ve sığınak
olarak gördüğü makama adakta bulunması, kolay yoldan dünyalık bazı şeyleri elde
etmenin aracı haline dönüştürülmeye de müsait gözükmektedir. Bunu dikkate alan Allah
Resulü, ''Adakta bulunmayın. Zira o takdir olunan hiçbir şeyi değiştirmez.
Sadece onunla cimrinin elinden malı çıkarılır.”
8. Bu
nedenle, "hastam iyileşirse'',
"yitiğimi bulursam", "Allah beni bu beladan kurtarırsa" ya da "şu nimetleri bana verirse" şeklindeki dünyalık
birtakım taleplerle yapılan adaklar hoş karşılanmamıştır.
9. Adak adarken kişi, sahip olmadığı bir şeyi, gücünün yetmeyeceği
bir işi, dinen meşru olmayan bir hususu adak konusu yapmamalıdır. Zira
Peygamber Efendimizin ifadesiyle, "Yüce Allah’ın rızasını kazandıracak şeylerin dışında adak yapılmaz. "
Özgürlük ve ibadetler
1.Bir yolculuk esnasında Resûlullah (sav), insanların etrafına
toplanarak gölgelendirdikleri bir adam gördü ve “Neyi var?” diye sordu. Etrafındakiler, “O, oruçlu.” deyince Resûlullah (sav) şöyle buyurdu: “(Zorlanmanız yahut zarar görmeniz hâlinde)
yolculukta oruç tutmanız iyilik (fazilet) değildir.”
2.Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Allah, yasaklarının işlenmesinden nasıl hoşlanmazsa, (tanıdığı)
ruhsatların uygulanmasından da o kadar hoşnut olur.”
3.Zaruret durumları için özel hükümler konulmuştur. Örneğin
açlıktan ölmek üzere olan kişinin, başka imkânı yoksa aslen haram olan domuz
etini ölmeyecek kadar yemesinde sakınca yoktur.
4. Resulullah şöyle buyurmuştur: “Din kolaydır. Bir kişi takatinin üstünde ibadete kalkışırsa din
karşısında âciz kalır. Bunun için aşırıya kaçmayın, dosdoğru yolu tutun ve
(salih amellerden alacağınız mükâfattan ötürü) sevinin.”
Azimet[58] ve ruhsat[59]
Hz. Aişe anlatıyor: "Resulullah (sav) kendisine iki iş arasında seçim hakkı
tanındığında günah olmadığı sürece kolay
olanını seçerdi "
Bir hadiste "Ey insanlar! Dinde aşırılıktan
sakının. Çünkü sizden öncekileri ancak dYinde aşırılık helak etti."
Denmiştir.
"Kolaylaştırın,
zorlaştırmayın; sevdirin, nefret ettirmeyin!” ilkesini her fırsatta
tavsiye eden Peygamber Efendimiz, buna aykırı davrananları derhal ikaz
etmiştir.
Peygamber
Efendimiz, namazları fazla uzatmayı hoş görmediği gibi alelacele baştan savma
bir şekilde kılınan namazın kabul olmayacağını da belirtmiştir.
Dini
uygulamalar açısından uzantısı günümüze kadar ulaşan bir başka aşırılık ise
Kur'an'ı anlamadan hızlı bir şekilde okumaktır.
Hz. Aişe'nin
anlattığına göre, Peygamber Efendimiz (sav), "Allah’ın en çok sevdiği
amel hangisidir?" diye soruldu. O da, "Az da olsa devamlı olanıdır" demiştir.
Dinde aşırılık
İslam dini
bütün aşırılıkları, yani olması gerekenin ötesine geçmeyi, bir sapma olarak
kabul etmiştir. Resullulah;
"Ey insanlar! Dinde aşırılıktan sakının. Çünkü sizden
öncekileri ancak dinde aşırılık helak etti." Buyurmuştur.
Kur'an-ı
Kerim'de, ''Allah sizin için kolaylık
ister, zorluk istemez.''[60]
şeklinde ifade edilen "dinde kolaylık" prensibi aslında,
dengeli bir dini hayatın önemine de işaret etmektedir.
İnsanları
ancak gücünün yettiği ölçüde sorumlu tutan Cenab-ı Hak onlardan, zorlanmadan
yapabilecekleri şeyler istemiştir.
Allah Resulü başka bir hadislerinde şöyle
buyurur: "Din kolaydır. Bir kişi
takatinin üstünde ibadete kalkışırsa din karşısında aciz kalır. Bunun için
aşırıya kaçmayın, dosdoğru yolu tutunuz ve (salih amellerden alacağınız
mükafattan ötürü) sevinin."
Bir
defasında, kıldığı namazların çokluğundan dolayı bir kadını övgüyle anlatan Hz.
Aişe'ye, "Bırakın (böyle sözleri)!
Güç yetirebileceğiniz işleri yapın. vallahi siz bıkarsınız da Allah bıkmaz!" buyurmuştu.
"Kolaylaştırın,
zorlaştırmayın; sevdirin, nefret ettirmeyin! " ilkesini her fırsatta tavsiye eden Peygamber Efendimiz, buna
aykırı davrananları derhal ikaz etmiştir.
Peygamber
Efendimiz, namazları fazla uzatmayı hoş görmediği gibi alelacele baştan savma
bir şekilde kılınan namazın kabul olmayacağını da belirtmiştir.
Hz. Peygamber,
dini yaşantıda aşırılığı, dünyadan el etek çekip toplumdan uzaklaşarak kendini
sürekli ibadete vermeyi uygun görmemiş ve bu eğilimde olan bazı arkadaşlarını
ikaz etmiştir.
Dini
uygulamalar açısından uzantısı günümüze kadar ulaşan bir başka aşırılık ise
Kur'an'ı anlamadan hızlı bir şekilde okumaktır.
Peygamberimiz,
Muaz b. Cebel'i Yemen'e gönderirken, "Dininde
samimi/ihlaslı ol ki az amel bile sana yetsin." tavsiyesinde bulunarak
ibadetlerde önemli olanın çok yapılması değil, ihlaslı ve huşu içerisinde
yapılması olduğunu vurgulamıştır.
Allah Resulü, Müslümanların kendisine karşı olan saygı ve
övgülerinin de bir ölçü içinde olmasını arzu etmiş ve "Hıristiyanların
Meryem oğlunu (İsa'yı) övmekte aşırı gittikleri gibi siz de beni övmede
aşırılık göstermeyin. Şüphesiz ki ben Allah’ın kuluyum. Onun için bana 'Allah’ın
kulu ve Resulü' deyin,” Buyurmuştur.
Bereket
İnsanoğlunun gönlü Kur'an ile bereketlenmelidir. Hatadan sakınıp
güzel davranışa odaklanan iman dolu kulları için yerlerin ve göklerin bereket
kapılarını sonuna kadar açacaktır.
Kârûn'un malı
zihinleri aldatmamalıdır. Anahtarlarını bile güçlü bir topluluk zor
taşımaktadır ama bereketli değildir! Zira zenginlik onu şımartmış, yeryüzünde
bozgunculuğa sevk etmiş ve neticede hem kendisinin hem de sarayının yerin
dibine geçirilmesine yol açmıştır.
Rahmet
Peygamberi' nin bu konuda Müslümanlara öğreteceği pek çok şey vardır. Öncelikle
o, (sav) inananlara zamanın bereketli dilimlerini kollamayı önerir. Sabahın
erken saatleri ümmeti için bereket kaynağı olsun diye dua eder.
“Ey Allah’ın Resûlü, yiyoruz ama doymuyoruz!” diyen
ashâbına, “Yemeği topluca yiyin ve (başlarken) Allah’ın adını anın ki, bereketli olsun.”
tavsiyesinde bulunur.
Allah’ın Resûlü Hz. Ebû Bekir'in kızı Esmâ' yı,
“Ver ve hesap etme! Yoksa Allah da sana hesaplayarak verir.”
diyerek ikaz etmiştir.
Bereket,
saymamaktır, hesaplamamaktır, kaşığı açgözlülükle daldırmamaktır. Bereket,
aldığında değil verdiğindedir; bereket, ötekini kendine tercih etmektir.
Sadece verebildiklerin gerçekte
senindir; veremediklerini tüketmişsindir. Hz. Ayşe anlatır: Bir gün bir koyun
kesmiş ve bir but dışında bütün eti dağıtmıştık. Allah’ın Elçisi: "Koyunu ne yaptınız?" diye sordu.
Ben, bir bu dışında hepsini dağıttığımızı söyledim. "Ey Ayşe, demek ki bir but dışında
hepsi bizim oldu." dedi.
Nazar
Bir sahabenin (Hz.
Muhammed’in sohbetinde bulunmuş olan Müslümanlar,) alımlı ve gösterişli
bir başka sahabeyi övmesi nedeniyle övülen sahabe düşüp bayıldı. Bunu gören Resulullah
öfkeyle şöyle demiştir:
“Neden
biriniz kardeşini öldürüyor?” dedi ve
ekledi: “Biriniz kardeşinde
beğendiği, hayran kaldığı bir şey gördüğü zaman ona mübarek olması için dua
etsin.”
Arapça asıllı
bir kelime olan “nazar”, “bakış ve görüş”
anlamına gelir. Türkçede daha ziyade, “göz
değmesi veya bakmak suretiyle maddî ve mânevî bir etki meydana getirmek”
anlamına gelir.
Yusuf
Suresinde belirtildiği üzere Hz. Yakup, çocuklarına gerek güvenlik açısından
bir tehlike doğmaması gerekse de kem gözlerin bakışlarına maruz kalmamaları
için Mısır'a değişik kapılardan girmelerini tavsiye eder.
Kalem suresi
51. Ayette de: “O inkâr edenler Zikr'i (Kur'an'ı) işittikleri zaman, neredeyse seni
gözleriyle devirivereceklerdi.”
Felâk sûresinde
“Ve haset ettiği zaman hasetçinin
şerrinden (Allah’a sığınırım).” denilerek, bizzat kendine sığınılmasını
emretmesi ile nazar arasında bir ilgi söz konusudur.
Cinlerin
şerrinden ve göz değmesinden Allah’a sığınıp değişik dualar okuyan Hz.
Peygamber (sav), Felâk ve Nâs sûreleri indirildikten sonra diğer okuduklarını
bırakmış ve sadece bu sûreleri okumaya başlamıştır.
Nazara karşı
dua ve rukye[61]
dışındaki nazar boncuğu gibi
nesneler taşımak, at nalı ve kafası asmak yahut Şamanist gelenekten gelen
kurşun dökmek gibi âdetleri İslâm dini uygun bulmamış ve bunları asla meşru
görmemiştir.
Hz. Peygamber
muska takılmasını da hoş görmemiştir. Bu nedenle çeşitli adlarla insanların
zaaflarından çıkar sağlayan istismarcı kimselere gidilerek onlardan şifa
beklenmesi, yanlış bir tutumdur.
Sonuç olarak hasetçinin haset dolu bakışları bir tehlike
oluşturmakla birlikte, Allah’a sığınan bir müminin bu kötü bakışlardan
etkilenmesi son derece sınırlıdır. Unutmayalım ki Rabbimiz dilemezse kimse bir
başkasına zarar veremez.
İbadette itidal
Hz. Peygamber (sav) bir kimsenin farzları gerekli dikkat, özen ve
samimiyet ile yerine getirdiğinde; Yüce Yaratıcı ‘nın rızasını elde edeceğine
ve cennete ulaşacağına şu örnekle işaret etmiştir. Bir keresinde saçı başı
dağınık bir bedevi onun yanına gelip,
“Ey Allah Resûlü! Allah’ın bana farz kıldığı namazların neler olduğunu
söyle.” dedi. Allah Resûlü, “Beş
vakit namaz, ama nafile de kılabilirsin. ” diyerek karşılık verdi. Bedevî,
“Allah’ın bana farz kıldığı
orucun ne olduğunu söyle.” deyince, Efendimiz, “Ramazan ayında tutulan oruç, ama nafile oruç da tutabilirsin.”
dedi. Bedevî bu sefer,
“Allah’ın
farz kıldığı zekâtın ne olduğunu söyle.” dedi. Allah Resûlü ona, (zekâtı da içine alan) İslâm'ın temel ilkelerinden
bahsetti. O zaman bedevî,
“Sana ikram eden Allah’a yemin ederim ki, nafile ibadet
yapmayacağım! Fakat Allah’ın bana
farz kıldığı ibadetleri eksiksiz ve harfiyen yerine getireceğim.” Dedi. dcBunun
üzerine Allah Resûlü onun hakkında,
“Sözüne sadık kalırsa kurtuluşa ermiştir” veya “cennete girmiştir.” buyurdu.
Hz. Peygamber
kişinin kendisini tamamen nafile ibadetlere vererek farzları yapmaya güç
yetiremeyecek hâle gelmesine ve diğer sorumluluk alanlarını ihmal etmesine
müsaade etmemiştir.
Kendi
ibadetlerini Allah Resûlü’nün ibadet alışkanlığı ile kıyaslayarak ümitsizliğe
kapılan ve uyku, yemek, eşle birliktelik gibi bazı helalleri terk etmeye karar
veren sahâbîleri derhâl uyarmış, bütün gecesini ibadetle geçirenlerin
tavırlarını onaylamamış, ibadetin az da olsa devamlı olmasını tavsiye etmiştir.
Bu minvalde Abdullah
b. Amr'ın geceleri sabaha kadar ibadet edip, gündüzleri de oruç tuttuğunu
öğrenince, “Sen böyle yaparsan gözlerin
çöker, bedenin yorulur. Şüphesiz bedeninin sende hakkı vardır. Ailenin sende
hakkı vardır. Onun için bazı günler oruç tut, bazı günler tutma; gecenin bir
bölümünde namaz kıl, geri kalan kısmında da uyu.” buyurmuştur
Allah Resûlü
ibadetin az da olsa devamlı olması gerektiğini ifade ederken, bir taraftan
kişinin farzları asla ihmal etmemesi gerektiğine dikkat çekmiş, diğer taraftan
mümindeki kul olma bilincinin daima diri tutulması ve hayatın her alanını
kapsaması gerektiğine vurgu yapmıştır. Bu bağlamda o, “Vücuttaki bütün eklemler için her gün sadaka vermek gerekir,”
demiştir.
Güzel ahlak
"Ben, (başka değil, sadece) (iyi), güzel ahlakı tamamlamak
(uygulamak) için gönderildim.”
Ahlak,
kişinin yalnızca insanlarla ilişkilerinde değil, Rabbiyle, diğer canlılarla ve
çevresi ile ilişkilerinde de var olan ve dikkat edilmesi gereken bir
niteliktir.
İslam
ahlakının en belirgin yönleri, hiçbir çıkar kaygısı olmadan sırf Allah
rızasını gözetmek ve Allah'ı görmese de her an Allah 'ın onu gördüğünün
bilincinde olmak ve ona göre davranmaktır.
Resulullah da,
"Müminlerin iman bakımından en mükemmeli, ahlak bakımından en
güzel olanıdır. "
buyurarak iman ve ahlak birlikteliğine vurgu yapmıştır.
Niyet ve davranış
''Ameller niyetlere göredir. Herkes sadece niyetinin karşılığını
alır.." (Hadis)
Niyette asıl
olan ve Allah’ın da itibar ettiği, dil ile ifade edilen değil kalpte sabit
olandır.
Peygamberimiz,
"Müminin niyeti, amelinden daha
hayırlıdır." [62]buyurmuştur.
Allah Resulü
salih ameller yapmak istedikleri halde imkansızlıkları ya da mazeretleri
nedeniyle yapamayanların, o amelleri yapmış gibi sevap alacağını müjdelemiştir.
Hz. Peygamber, "Dile getirmedikçe veya fiiliyata
dökmedikçe Allah, ümmetimi akıllarından geçirdikleri
hususlarda sorumlu tutmamıştır." Buyurmuştur.
Allah, meleklerine şöyle buyurur: "Kulum bir kötülük yapmak istediğinde, onu eyleme dökene kadar
yazmayın. Eğer onu işlerse o zaman onu aynen olduğu gibi yazın. Eğer onu benim
için terk ederse, ona bir sevap yazın ... "
Salih amel
Helal ve
meşru olan her türlü iş, şayet düzgün, sağlam, dürüst yapılıyorsa bu, salih
amel olarak nitelenir.
Kur'an-ı
Kerim'de "Erkek veya kadın, kim
mümin olarak salih amel/iyi iş işlerse, elbette ona hoş bir hayat yaşatacağız
ve onların mükafatlarını, yapmakta olduklarının en güzeli ile vereceğiz."
[63] Denilmektedir.
Kur'an'da Allah’ın
rızası gözetilerek yapılmış olan her türlü iyi, güzel ve yararlı iş, "salihat" olarak geçmekte, bu işleri yapan
kimseler de, "salihler" olarak
anılmaktadır.
Tam anlamıyla
fesadın/ifsadın yani bozgunculuğun karşıtı olan salah/ ıslah kelimesinin özünde
yapıcı olmak, iyileştirmek, düzeltmek, barış tesis etmek anlamları vardır.
"Nerede olursan ol Allah’a karşı gelmekten sakın; (işlediğin) bir
kötülüğün arkasından hemen bir iyilik yap ki onu yok etsin" nebevî buyruğu doğrultusunda hareket eder ve böylece kendisini
korumuş olur.
Rabb'im bizlere salih (Kula, kurda, kuşa... faydalı olan) amelsiz
ve duasız bir gün geçirtmesin...
Sevap ve günah
Peygamberimiz
(sav); “iyilik, gönlü huzura kavuşturan
ve içe sinen; kötülük ise, insanlar sana fetva verseler bile, gönlünü huzursuz
eden ve içinde bir kuşku bırakan şeydir." buyurdu.
Buluğ çağına
ermiş ve akıllı olan her insan, iyi ve kötüyü birbirinden ayırt edebilir. Zira
Yüce Yaratan kötülük duygusunu ve bundan sakınma erdemini insan fıtratına ilham
etmiştir.
Ameli sevaba
çeviren şey öncelikle niyettir. Niyet ise, Allah’ın sevgisini ve rızasını elde
etmek dışında hiçbir amaç gözetmemektir.
Allah rızası
için bir hasta ziyareti, meleğin,
"İyi ettin! Attığın adımlar hayırlı olsun, cennette bir yerin yuvan
olsun,” duasıyla karşılık bulabilir.
Peygamber
Efendimiz, "Biriniz İslam'ı güzelce
yaşadığında, yapacağı her bir iyiliğe karşılık on mislinden yedi yüz katına
kadar (sevap) yazılır; yapacağı her bir kötülüğe ise ancak bir misli
(günah) yazılır." buyurmuştur.
"Nerede olursan ol, Allah’a karşı gelmekten
sakın. Bir kötülüğün arkasından hemen iyilik yap ki onu yok etsin. Bir de
insanlara güzel ahlakla davran" buyuran Kutlu Elçi'nin bu samimi ve
dürüst insanların dertlerine nasıl çözüm bulacağını anlamak güç olmasa gerek.
Günah
kirlerinden tam anlamıyla kurtulabilmek ancak kişinin günahından samimi bir
şekilde pişmanlık duyarak tevbe etmesi ve durumunu düzeltmesiyle mümkündür.
Müminin
yorgunluğu da hastalığı da, üzüntüsü de sıkıntısı da, vücuduna batan bir dikene
varıncaya kadar kendisine eziyet veren her şey, işlediği günahlara kefaret
sayılır.
Sevgili
Peygamberimizin şu sözleri Yüce Allah’ın
da insandan tamamen günahsız olmasını beklemediğini göstermektedir:
"Canım
elinde olana yemin olsun ki, siz günah işlememiş olsanız, Allah sizi ortadan kaldırır
da, günah işleyen bir topluluk getirirdi. Onlar Allah’tan bağışlanma dilerler, O da kendilerini
affederdi."
Son söz: Rabb'im bizlere
hatamızı fark edecek basiret ve uyaracak dostlar nasip etsin inşallah.
Sevgi
Kullarını
sevmek, Allah’ın büyük bir ihsanıdır. Allah’ın kullarına duyduğu sevgi ve
şefkat, annenin yavrularına duyduğundan çok daha fazladır.
Resülullah,
kayıp çocuğunu telaşla arayan bir anneyi ashabına göstererek, "Bu kadının çocuğunu ateşe
atabileceğini düşünebilir misiniz? (İşte) Allah’ın kullarına merhameti bu annenin yavrusuna duyduğundan çok daha
fazladır." buyurmuştur.
Kur'anda
Peygamber' sevgisi şöyle anlatılır: "Andolsun
size öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona pek ağır
gelir. O, size çok düşkün, müminlere karşı çok şefkatli ve merhametlidir."
Resûl-i Ekrem
bu yüzden, ''Amellerin en faziletlisi Allah için sevmek ve Allah için nefret etmektir. "
buyurmuştur.
Allah Teâla, bu şekilde kendi rızasını
gözeterek birbirini seven ve bir araya gelen kişilere muhabbetinin vacip
olduğunu bildirmiştir.
Sevgiyi
değerli ve anlamlı hale getiren, dünyevi çıkar ya da gaye gütmeksizin
yaşanması, Allah’ın vereceği karşılık dışında hiçbir karşılık aranmamasıdır.
Tanışıp
kaynaşan insanların karşılıklı olarak birbirlerini sevebilmelerinin yolu ise
selamlaşmaktır.
Allah Resulü,
sevdiğini söylemeyi ümmetine tavsiye etmesinin yanında kendisi de sevgisini
sunmaktan kaçınmazdı.
Merhamet
Merhamet,
esirgemek ve şefkat etmektir; acımak ve insaflı davranmaktır; kalp inceliği ve
gönül yumuşaklığıdır.
Merhameti var
eden Allah, Peygamberini merhamet duygusu ile bezemiş, müminlerin de bu
meziyetle süslenmelerini ve şefkati birbirlerine tavsiye etmelerini
emretmiştir.
Kur'an
ahlakını benimseyen ve Resülullah'ın örnek kişiliği ile kendi tavır ve
davranışlarına yön veren müminler, birbirlerine karşı merhametli olmalıdır.
Hz.
Peygamber, "Siz yeryüzündekilere merhamet edin ki gökyüzündeki(ler) de
size merhamet etsin." uyarısıyla, rahmetin merhametle beslendiğini
ifade etmektedir.
Hz. Peygamber
hayvanlara karşı davranışlarında da merhamet dolu olup bunu her fırsatta
ashabına da tavsiye ederdi.
(Peygamberin sünneti sadece namaz sünneti değildir. (Mk)
Sorumluluk
"Ey iman
edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun.[64]" ayeti gereği, ailesinin hem bugününü hem de geleceğini düşünmek
Müslüman'ın diğer sorumluluk alanını oluşturur.
"Sizin
hanımlarınız üzerinde hakkınız olduğu gibi onların da sizin üzerinizde haklan
vardır." diyen Resûl-i
Ekrem hanımların daha hassas yaratılışta olduğuna dikkat çekerek onlara iyi
davranmayı tavsiye etmiştir.
Kişinin
sorumluluklarının önemli bir bölümü anne ve babasıyla ilgilidir. Bu nedenledir
ki Allah Teala, Kur'an-ı Kerim'de kendisine hiçbir şekilde ortak koşulmamasını
emrettikten hemen sonra anne babaya iyilik edilmesini istemiştir.
Resul-i
Ekrem'e gelerek iyi muamele görmeyi en çok kimin hak ettiğini soran adama Resûl-i
Ekrem üç defa, ''Annen." cevabını vermiştir.
Allah Resulü, "Komşusunun, şerrinden emin olmadığı
kimse cennete giremez.” demiş ve "Kim Allah ve ahiret gününe iman ederse komşusuna iyilik etsin!” buyurarak bu önemli vazifenin imanın
gereklerinden olduğunu hatırlatmıştır.
Allah
Teala'nın, "İnsanlar, imtihandan
geçirilmeden, sadece 'İman ettik.' demeleriyle bırakılıvereceklerini mi
sandılar?" ayetinde bildirdiği üzere Müslüman olmak şehadet
getirmekten ibaret değildir.
"Müslüman" adını taşımak, dinin gerektirdiği yükümlülüklerin bilincinde
olmak suretiyle dille söyleneni kalbe yerleştirmeyi ve bu doğrultuda yaşamayı
gerektirir.
Takva
(Allah karşı
sorumluluk şuuru)
Resülullah
(sav) şöyle buyurmuştur: "Nerede
olursan ol, Allah’a karşı
sorumluluğunun bilincinde ol! Kötülüğün peşinden iyi bir şey yap ki onu yok
etsin."
"Kişiye
Müslüman kardeşini küçük görmesi kötülük olarak yeter. Her Müslüman'ın kanı,
malı ve ırzı (diğer) bir Müslüman'a haramdır."
Allah’a saygı
ve itaat ancak samimi bir sevgiyle gerçekleşir. Sadece korkuya dayalı bir saygı
ve itaatin, insanlar nazarında olduğu gibi Cenab-ı Hak katında da fazla değeri
yoktur.
Allah Resulü, "Öyle bir ayet biliyorum ki, eğer insanların hepsi ona
sarılsalar onlara yeter." buyurduktan sonra, "Kim Allah’a karşı takva bilinci içerisinde olursa Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder." ayetini
okumuştur.
Günahının
farkında olup Allah’ın rahmetine sığınmak, hataları için af dilemek de takva
sahibi müminin özelliklerindendir.
Dünyadan
tamamen el etek çekme ve toplumdan soyutlanma anlamında bir zühd, Allah Resulü'nce
tasvip edilmemiştir.
"İnsanların en hayırlısı hangisidir?" diye sorunca
Peygamber Efendimizin cevabı şu olmuştur: "İnsanların en hayırlısı Kur'an'ı
en çok okuyan, en müttaki [65] olan,
iyiliği en çok emredip kötülükten en çok sakındıran ve akrabalarına en çok ilgi
gösterendir."
Huşu [66]
Resul-i
Zişan, "Bu canı bu tende tutan Allah’a yemin ederim ki, benim yanımdaki ve ibadet
ederken ki haliniz sürekli devam edecek olsaydı, melekler evlerinizde,
yollarınızda karşınıza çıkıp sizinle selamlaşır, elinizi sıkarlardı" buyurmuştur.
Huşu'un
özünde, ibadet ederken Allah’a itaat ve teslimiyete odaklanmak vardır. Özellikle
namaz ve hac gibi bedenen yerine getirilen ibadetler huşu ile eda edildiğinde,
kalbi huzur ve sükunet kaplar. Kur'an'ın ifadesiyle namazın, kalplerinde huşu
olmayanlara ağır gelmesi bu yüzdendir.
Kur'an' da
kurtuluşa eren müminlerin ilk özelliği olarak onların namazlarında huşu
içerisinde olmalarının zikredilmesi de son derece önemlidir.
Her olayda
sürekli Allah 'ı hatırlayarak huşu içerisinde hareket etmek Peygamber
Efendimizin en belirgin vasıflarından biriydi. Hatta onu görenler, oturuşundaki
huşuyu fark edip bundan etkilenirlerdi.
Hz. Peygamber
(sav) de, namazı huşu içerisinde eda etme hakkında şöyle buyurur: "Müslüman bir kimse, farz namazın vakti
girdiğinde, o namaz için güzel bir biçimde abdest alır, huşu içinde olur ve rükû
ederse (namaz kılarsa), büyük günah işlemedikçe o namaz önceki günahlarına
kefaret olur.”
Huşu,
Müslüman'ın duasında, tesbihatında, tefekkür ve tezekküründe, [67]
tevbe ve istiğfarında, kısacası Rabbi ile her buluşmasında koruması gereken en
değerli hallerdendir.
Namazı, sadece insanların gördükleri zamanlarda güzel bir şekilde
kılmak, Peygamberimizin ifadesiyle "gizli şirk" tir.
İhlas
"Allah, ancak samimiyetle sadece kendisi için ve rızası
gözetilerek yapılan ameli kabul eder. İçine gösteriş karışmış olan amellerin,
üzerinde az bir toprak bulunan ve şiddetli bir yağmurla cascavlak kalan kaya
misali, riyakarların da amellerinin Allah katında hiçbir işe yaramayacağı
Kur'an' da açıkça belirtilmiştir.
Hz. İsa'nın
ifadesiyle "ihlas", bir işi, hiçbir insanın övgüsünü beklemeden
yapmaktır.
Sevgili
Peygamberimiz ihlası anlatırken "Her
kim şehit olmayı Allah’tan samimiyetle isterse, yatağında ölse
bile Allah onu şehitlerin derecesine
ulaştırır" buyurmuştur.
İhlas ve
samimiyet, sadece ibadetlerimizde değil insanlarla olan ilişkilerimizde de son
derece önemlidir.
İbadetlerin
az veya çok olması değil, ihlasla yapılmış olması önemlidir. Onun için Hz. Ali,
"Amelin az olup olmamasını değil,
makbul olmasını önemseyin." uyarısında bulunmuştur.
Dımam, Resulullah'a
namaz, oruç ve zekât gibi İslam'ın temel prensiplerini sormuş ve cevabını
almıştı. Bunun üzerine Müslüman olan Dımam, "Sana ikramda bulunan Allah’a
yemin ederim ki nafile ibadet yapmayacağım. Fakat Allah’ın bana farz kıldığı ibadetlerden de hiçbir
şeyi eksik bırakmayacağım." demiş, Allah Resulü onun ardından, "Eğer
sözüne sadık kalırsa kurtuluşa ermiştir." buyurmuştu.
İhsan
1. "İhsan", yapılması gereken şeyi en
iyi şekilde bilme ve güzel bir şekilde yerine getirme, başkasına iyilik etme, Allah’a
kulluk, her görevi en iyi şekilde, önemseyerek, hakkıyla ve layık vechiyle
yapma anlamına gelmektedir.
2.
"İhsan" kavramının, başka bir rivayette, ''Allah’tan, O'nu görüyor
gibi sakınmandır."
3. Kur'an-ı
Kerim'de ihsan ile hareket edenlere "muhsin" denilmekte ve bu
kimselerin bazı özelliklerine değinilmektedir:
5.1 Onlar ki namazı kılarlar, zekâtı verirler.
Onlar ahirete de kesin olarak inanırlar."[68]
5.2 "Onlar, bollukta ve darlıkta Allah
yolunda harcarlar, öfkelerini yenerler, insanları affederler, çirkin bir iş
yaptıkları yahut nefislerine zulmettikleri zaman Allah'ı hatırlarlar."[69]
5.3
"Hayır, öyle değil! Kim 'ihsan' derecesine yükselerek özünü Allah’a teslim
ederse, onun mükâfatı Rabbinin katındadır. Artık onlara korku yoktur, onlar
üzülmeyeceklerdir."
6. İhsan,
sadece Allah’ın huzurunda ve ibadetlerde değil aynı zamanda insan ilişkilerinde
ve canlı cansız bütün varlıklar karşısında geçerli olan bir erdemdir.
7. İnsanların
kendi aralarında yaptıkları davranışların ihsan boyutuna ulaşması için karşılık
beklenmeden sırf Allah rızası için yapılması gerekir.
8. Allah Resulü akrabalara karşı ihsan
hususunda da, "Faziletlerin en
üstünü, seninle akrabalık bağlarını kesenle ilişkini sürdürmen, sana vermeyene
vermen, sana kötü söz söyleyeni bağışlamandır.'' buyurur.
9. Neticede ihsan, gerek ibadetlerin ve gerekse bütün
davranışların Allah rızası gözetilerek, içtenlikle, karşılıksız, en güzel
şekliyle yerine getirilmesi demektir.
Hasbilik
1. "Hasbilik",
her türlü şahsi çıkar ve menfaatten uzak durulması, her işin, gönüllü olarak ve
yalnız Allah için, O'nun hoşnutluğunun elde edilmesi için yapılmasıdır.
2. Sırf Allah Teala'nın rızasını gözeten ve O'nun hoşnut olduğu
amellere yönelen bir Müslüman, çevresine şirin görünme kaygısı taşımaz. Hatta
bazı insanlar hoşlanmasa da o, Allah’ın hoşnutluğunu esas alır.
4. Allah Resulü bir başka hadisinde de, "Müslüman bir kul Allah’ın
rızasını umarak namaz kılarsa, tıpkı ağaçtan yaprakların döküldüğü gibi günahları
dökülür." buyurmaktadır.
5. Peygamberimizin müjdesine göre, müminin, karşılığını sadece Allah’tan bekleyerek yaptığı bir hasta ziyareti onu
cehennemden fersah fersah uzaklaştırır.
6. Allah Resülü, "Kim Allah için sever, Allah için nefret eder, Allah için
verir, Allah için (bir kötülüğe)
engel olursa, imanını kemale erdirmiş olur. " buyurmuştur.
7. Bu nedenle hasbi olanlar, insanları severken dünyevi bir
menfaat veya karşılık beklemezler.
8. Müslüman, hayatı boyunca
huzurlu bir şekilde Rahman'a kavuşmanın hesaplarını yapmalı ve davranışlarının
"Allah için" olmasını
prensip haline getirmelidir.
Hayır
1. Allah Resulü şöyle
buyurdu: "Hayırlınız, kendisinden
hayır beklenilen ve kötülüğünden emin olunandır; şerliniz ise kendisinden
hayır beklenmeyen ve kötülüğünden de emin olunmayandır."
2. Resulullah
şöyle buyurmuştur: "Size
şerirlerinizin kimler olduğunu söyleyeyim mi? Onlar, çok ve lüzumsuz
konuşan, konuşurken laubali davranıp ağzına her geleni söyleyen kimselerdir.
Hayırlılarınızı söylememe ne dersiniz? Onlar da güzel ahlaklı
olanlarınızdır."
3. Çirkin söz
ve davranışların İslam'da hiç yeri yoktur. Müslümanlığı en iyi olan insanlar,
ahlakı en güzel olanlardır.
4. Borcunu en
güzel şekilde ödeyenler, hanımlarına karşı en iyi olanlar, kuytu bir köşede
Rabbine ibadet edenler, insanlara kötülüğü dokunmayanlar, insanlara yararlı
olanlar Hz. Peygamber’in çeşitli vesilelerle "insanların en hayırlıları" olarak işaret ettiği
kimselerdir.
5. Yine bir
hadiste Resulullah; Müminin durumu ne
hoş(tur)!... Mümin bir nimete nail olduğunda şükrederse, bu onun için hayır
olur. Darlık ve sıkıntıya düştüğünde sabrederse, bu da onun için hayır
olur." Demiştir.
6. Resül-i Ekrem (sav) hayır veya şerle olan ilişkilerini göz
önüne alarak insanları sınıflandırmıştır: “Öyle
insanlar vardır ki (adeta) hayrın anahtarları, şerrin sürgüleri gibidir. Kimisi
de şerrin anahtarları ve hayrın sürgüleri gibidir. Ne mutlu! Yüce Allah’ın, hayrın anahtarlarını ellerine verdiği o
kimselere! Ve yazıklar olsun Yüce Allah’ın şerrin anahtarlarını ellerine verdiği o kimselere!”
Mutluluk ve mutsuzluk
1. Saadet, hem bu dünyadaki mutluluğu hem de ahiretteki mutluluğu
ifade ederken; şekavet de hem bu dünyadaki mutsuzluğu hem de ahiretteki
mutsuzluğu ifade etmektedir.
2. Dünya
saadeti söz konusu edildiğinde, dünya hayatında dinin, aklın, bedenin, neslin
ve malın korunması, İslam'ın en büyük gayesidir. Bütün bunlar, aynı zamanda
günümüz dünyasının temel insan hak ve özgürlüklerinden saydığı hususlardır.
3. Istırap,
sıkıntı, felaket ve musibetler, Allah’a olan imanının test edildiği bir denenme
sürecidir. Kur'an, bu durumu,
"Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallar,
canlar ve ürünlerden eksilterek deneriz. Sabredenleri müjdele!"[70] ayetiyle ifade etmektedir.
4. Hz.
Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "İnsanoğlunun
mutluluğundan olan şeyler; iyi bir eş, iyi bir komşu oturmaya müsait bir ev ve
uygun bir binektir. İnsanoğlunun mutsuzluğundan olan şeyler ise kötü bir eş,
kötü bir ev ve kötü bir binektir."
5. Resülullah
(sav), "Şaki dışında kimse cehennem
ateşine girmez." demiş, "Ey
Allah’ın Resulü, şaki kimdir?" diye sorulunca da,
"Şaki, Allah için hiçbir taatte ibadet ve amelde bulunmayan ve Allah için hiçbir kötülüğü (günahı) terk etmeyen
kimsedir." cevabını vermiştir.
6. İnsanın mutluluğu elde etmesi, en başta nefsinin istek ve
arzularını kontrol altına almasına bağlıdır. Ardından da bilgi ve kültür
düzeyini yükseltmeli, ahlakını güzelleştirmeli ve salih ameller yapmalıdır.
Sabır
1. Musibetlere karşı direnç göstermek demek olan sabır, müminlerin
hayatları boyunca en çok ihtiyaç duydukları erdemlerden biridir.
2. Hz. Ali
ise sabrı, vücuttaki başa benzetmişti. Nasıl ki, başsız bir vücudun yaşaması
mümkün değilse, sabır olmaksızın imanın kemale ermesi de imkansızdı.
3. Asıl
olan sıkıntı ile ilk yüzleşildiği anda sabretmek, yaranın acısı daha sıcakken
sabırlı davranabilmektir.
4. Resülullah
(sav), "Güçlü kimse, insanları
güreşte yenen değil, bilakis öfke anında kendisine hakim olandır."
buyurmuş, öfke anında şeytanın ayartmasından Allah’a sığınmasını tavsiye
etmiştir.
5. Allah’a
kullukta en büyük ve aşılması en zor engeller sadece zorluklar değil aksine
bolluklardır. Bu durumda sabır, hiç bitmeyecekmiş gibi akıp giden dünya
hayatının süslü ve çekici nimetlerinin cazibesi karşısında kendini kaybetmeden
imanı koruyabilmektir.
6. Bir
sahabenin şu sözü bu durumu en iyi şekilde özetlemektedir: "Resulullah ile beraber
zorluklarla imtihan edildik ve sabrettik. Hz. Peygamber zamanından sonra ise
bollukla imtihan edildik, fakat sabredemedik."
7. Sabır,
haksızlığa boyun eğmek ve tepkisiz kalmak demek değildir. Asıl sabır, dünyanın
süsü, nefislerin ayartması ve batıl yolda olanların çokluğuna rağmen hayır
yapmak, hakkı söylemek ve bu uğurda karşılaşılan zorluk ve sıkıntılara
dayanmaktır.
Haya
İslam Ahlakının Özü
1.
Haya; sözlükte "utanmak, çekinmek" anlamlarına ve Türkçede daha çok
"Ar" kelimesiyle ifade
edilir.
2. İnsanı
kötülükten alıkoyup iyiliğe yönelten fıtri bir ahlak özelliği olmakla birlikte
haya, kişinin içinde yaşadığı toplumun dinine, örf ve adetlerine, yaşam tarzına
göre şekillenir.
3. Allah Resulü,
"İman, yetmiş küsur parçadır. Haya
da imandan bir parçadır." buyurmuş, haya ile imanın birbirine bağlı
olduğunu, biri olmazsa diğerinin de olamayacağını ifade etmiştir.
4. Allah Resulü, müminlere söz ve fiillerinde
haya üzere davranmayı emrederek, kötü söz söylemek ve gereğinden fazla konuşmak
gibi edebe aykırı hallerin münafıklara has davranışlar olduğunu bildirmiştir
5. Resulullah,
“Şüphesiz Yüce Rabbiniz son derece haya
sahibi ve cömerttir. Kulu (dua etmek için) O'na ellerini kaldırdığı zaman, o
elleri boş çevirmekten haya eder." buyurmuştur.
6. Mümin için
haya onu daima iyiyi ve güzeli yapmaya sevk eden ahlakı bir erdemdir. Bu
nedenle insanlık tarihi boyunca bütün ilahi dinler söz, fiil ve davranışlarda
hayalı olmayı emretmiştir.
7. Haya,
özellikle doğruyu ve yanlışı yetiştiği çevrede öğrenen tertemiz zihinlere, asli
bir değer olarak tanıtılmalı ve böylece temel eğitimdeki yerini almalıdır.
8. Ahlaksız sözler söyleyen veya edebe aykırı davranışlarda
bulunan masum çocukların bu hallerine gülüp onları hayasızlığa teşvik etmek
yerine, onlara hayatın her anında hayanın güzelliği aşılanmalıdır.
İffet - Öz
Saygı
Sözlükte, "Harama
yaklaşmamak, helal olmayan söz ve fillerden kaçınmak" manasına gelen "iffet";
kişinin yeme, içme ve cinsellik konularında nefsin aşırı arzularını
dizginleyerek dengeli ve ölçülü davranmasını ifade eden ahlakı bir terimdir.
Ancak İslam
ahlakında iffet, bu anlamla birlikte birçok güzel hasleti içine alan üst bir
erdem olarak karşımıza çıkmaktadır.
Allah Resulü de evli olup da iffetini muhafaza eden
kişinin cenneti hak edenlerden olduğunu ifade etmiştir
Hakkı
gözetmek; elini, dilini, gözünü, ırz ve namusunu koruyup zinaya yaklaşmamak,
taşkınlığı terk etmek, nefsine hakim olmak, sabrederek öfkesini kontrol etmek
gibi dinin üzerinde önemle durduğu pek çok emir ve yasak, kişiye "iffet"
erdemini kazandırmaya yöneliktir.
Hz. Peygamber
kötü huylu küfürbaz kimseleri cehennemlikler arasında zikretmiş, diline ve
cinsel arzularına hakim olan kişinin cenneti hak edeceğini söylemiştir.
Ayrıca
iffetli kimselerin cennete girecek ilk üç grup arasında yer alacaklarını
bildirmiş, gücü yettiği halde Allah
rızasını gözeterek harama yaklaşmayan kimselerin ayrıca
mükafatlandırılacaklarını müjdelemiştir.
İffetli olmak, kişinin Rabbinin rızasını kazanmak adına bilinçli
olarak, gayret sarf edilerek elde edilen bir vasıf olduğunda anlamlı ve
değerlidir.
Cömertlik
1. Cömertlik sevgiyi, şefkati, bilgiyi, zamanı, serveti
paylaşabilmektir. Cömertlik öylesine yüce bir erdemdir ki Yaratan'ın ikramını
yaratılanlara sunabilmektir.
2. Cömertlik, karşılıksız ikram etmektir. Verilen şeyden karşılık
beklenirse o, cömertlikten ziyade, ticaret olur.
3. "Onlar, yiyeceği, yoksula, yetime ve
esire seve seve yedirirler. 'Biz size sırf Allah rızası için yediriyoruz;
sizden bir karşılık ve bir teşekkür beklemiyoruz" derler"[71]
4. Hz.
Peygamber evine bir koyun göndermiş. Akşam; "Koyundan
bize ne kadar kaldı?" diye sorunca Aişe validemiz: "Koyunun kolu
hariç (diğerini dağıtmış) hiçbir şey kalmadı." demiş. Efendimiz: "Desene
ön kolu hariç tamamı bize kalmıştır!"
5. "Yalnızca iki kişiye gıpta edilir: Allah tarafından mal verilip de malını hak
yolunda harcayan kimseye; Allah
tarafından ilim verilip de onunla hükmeden ve onu başkalarına öğreten kimseye.
" (Hadis)
6. Allah Resulü, "Ey Aişe, sayma ve sayarak verme! Yoksa Allah da sana sayarak verir."
7. Efendimiz,
''Bir insanın kalbinde cimrilik ve iman
asla bir arada bulunmaz." buyurmuştur."
8. Cömert, Allah’a yakın, cennete yakın, insanlara yakın, ama
cehennemden uzaktır.
Misafirperverlik
1. Misafirperverlikte önemli olan hiç tanımadığı belki de bir daha
karşılaşmayacağı insanları "tanrı misafiri" kabul edip karşılığını
sadece Allah’tan bekleyerek ikramda bulunabilmektir
2. Resulullah: Kim Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsa misafirini iyi
ağırlasın. Bunun uygun süresi bir gün ve bir gecedir...
3. Karşılıklı
olarak yenilen yemeklerle insanların birbirini etkileyeceği, dostlukların
pekişeceği bir gerçektir. Bu hakikati bilen Allah Resulü, "Müminden başkasıyla arkadaşlık yapma,
yemeğini de takva sahibi insanlar dışında kimse yemesin." buyurmuştur.
4. "Yanınızda oruçlular iftar etsin.
Yemeğinizi iyi insanlar yesin. Melekler de size dua etsin." diye dua
ederken aynı noktaya işaret etmiştir.
5. Allah Resulü
misafire ikramın hayır ve berekete vesile olacağını müjdelerken, imkanı olduğu
halde misafire ikramdan kaçınanları da, "Misafir ağırlamayan kimsede hayır
yoktur." mealindeki hadisi ile uyarıyordu.
6. "Ey insanlar! Selamı yaygınlaştırın, yemek
yedirin ve insanlar uykudayken (gece) namaz kılın ki, esenlik içinde cennete
giresiniz.".
7. “Ya Resulallah bana öyle bir amel söyle ki o ameli yapınca
cennete gireyim." diyen Ebu Hüreyre'ye, Hz. Peygamber cennete
götürecek ameller asında, "yemek yedirmeyi" de tavsiye etmiştir.
Bir şeyi veya
bir kimseyi diğerine tercih etme
1. Bir şeyi veya bir kimseyi diğerine tercih etme anlamına gelen
"İsar", kişinin, başkalarının çıkarlarını ve ihtiyaçlarını kendi
nefsine öncelemesi, anlamına gelen bir ahlak terimidir.
2. Fedakârlık, insanın sahip olduğu şeylerden bir başkası için
vazgeçmesidir. Kimi zaman malından, kimi zaman rahatlığından, kimi zaman da
canından vazgeçmektir.
3. Bazen yapılan bir hatayı affetmek, bir sıkıntıya sabretmek,
bazen daha fazlasına ulaşabilecekken azıyla yetinmek, bazen de kendi hakkından
feragat etmektir.
4. Resulullah (sav); "Sizden
biriniz kendisi için istediğini mümin kardeşi için de istemedikçe iman etmiş
olmaz." buyurarak kendini düşündüğü kadar başkalarını düşünmenin,
imanın gereği olduğunu vurgulamış, kişiyi nefsani arzularından doğan cimrilik,
açgözlülük, kıskançlık gibi kötü duygulardan sakındırırken, ahlaki bakımdan
gelişmesini sağlayacak affetmek, sabretmek, dayanışma ve kanaatkarlık gibi
güzel vasıfları ashabının gönlüne yerleştirmeye çalışmıştır.
5. Allah Teâla Kur'an-ı Kerim' de Ensarı şöyle övmektedir:
"Onlar, kendi canlan istemesine rağmen yemeği yoksula, yetime
ve esire yedirirler. Ve derler ki: 'Biz size sadece Allah rızası için ikram
ediyoruz, yoksa sizden karşılık istemediğimiz gibi bir teşekkür de
beklemiyoruz.[72]
Vefakârlık
1. Vefakârlığı
bir erdem olarak öğreten ve yaşatan Sevgili Peygamberimiz çevresindekilere
küçük yaştan itibaren vefakar davranmanın önemini aşılamıştır.
2. Baba
dostuna veya ailesine yapılacak olan ikram ve iltifatı en önemli ahlaki
erdemlerden biri olarak değerlendiren Hz. Peygamber bunu açıkça teşvik etmiş,
vefasızlıktan şöyle sakındırmıştır: "Kıyamet
gününde her vefasızın, vefasızlığının bir göstergesi olarak bir sancağı
olacaktır..."
3. Arapların
ahdine vefa gösteren kimseleri beyaz bir bayrak, vefasızlık gösterenleri ise
kınanması için siyah bir bayrak ile ilan etmelerine benzer şekilde, vefasızlar
da kıyamet günü bir işaretle teşhir edilecektir.
4. Allah Resulü,
anne ve babaya karşı vefaya ayrı bir önem vermiştir
5. En küçük
iyiliklere karşı bile vefa gerektiğine vurgu yapan Allah Resulü, iyi ve kötü günde beraber olan, hüznü ve sevinçleri
birlikte yaşayan eşlerin ve aile fertlerinin birbirlerine karşı vefakarlığına
özel bir vurgu yapmış ve kendisi bunun en güzel örneklerini sergilemiştir.
6. Peygamberimiz, dosta yapılan iyiliğe bizzat ve en güzel şekilde
karşılık vermeyi de vefanın gereği olarak addederdi.
Ahde vefa
söze sadakat
1.Peygamber efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur:
"Emanete riayet
etmeyenin imanı yoktur; ahde vefa
göstermeyenin ise dini yoktur.”
2.Yine başka
bir rivayette, sözünden dönen kişiye, kıyamet gününde düşmanlık edeceğini yemin
ile ifade etmiştir.
3.Kime ve
neden verildiği değil, bizzat sözün kendisi esastır, değerlidir ve önemlidir.
4.Dolayısıyla
sadece hukuki antlaşmalar ya da resmi sözleşmeler değil, büyük küçük, kadın
erkek toplumun her ferdini ilgilendiren günlük hayata dair vaatler de
bağlayıcıdır.
5.Bu nedenle
kişi, kendi çocuklarına verdiği sözü bile küçük görüp, basite alıp
savuşturmamalıdır.
Tevekkül [73]
1. Tevekkül,
maddi ve manevi sebeplerin hepsine başvurduktan ve alınması gereken tedbirleri
aldıktan sonra, Allah’a güvenip dayanmak ve gerisini O'na bırakmak demektir.
2. "Kim Allah’a tevekkül ederse, O
kendisine yeter"[74]
ayetinde de ifade edildiği gibi bilinçli bir şekilde sadece Allah’a dayanan
mümin, O'nun kendisine yeterli olduğuna inanır
3. İslam,
gereken tedlbirleri aldıktan sonra insanlara ve aracılara değil, sadece Allah’a
güvenme ve dayanma anlamındaki bir tevekkülü kabul edip emreder:
4. Çalışmayı
ve sebebe sarılmayı terk edip "Allah’ın dediği olur." diyerek kenara
çekilme, kendi yapması gereken şeyleri Allah’tan bekleme anlayışı yanlış bir
tevekkül anlayışıdır.
5.
Resullulah; kişi evinden çıkacağı zaman,
"Bismillah, tevekkeltü alallah,
la havle vela kuvvete illa billah"
(Allah’ın adıyla. Allah’a tevekkül ettim. Güç ve kuvvet sadece Allah’tandır.) dediğinde "İşte şimdi sana rehberlik edilir, ihtiyaçların
karşılanır ve korunursun" denilir. Resül-i Ekrem bize çok korkup
üzüldüğümüz zaman da böyle dememizi tavsiye etmektedir.
Affetmek
1. İyilikle kötülük bir olmaz. Kötülüğü en
güzel bir şekilde sav. Bir de bakarsın ki, seninle arasında düşmanlık bulunan
kimse sanki sıcak bir dost oluvermiştir.”[75]
2. Affetmek,
suç ve hataları bağışlamak belki onları ortadan kaldırmaz; ancak öfke ve
husumeti ortadan kaldırır.
3. Müminin
bir başkasını bağışlaması, esasen bağışlamayı çok seven Yüce Allah’ın ahlakıyla
ahlaklanmanın bir gereğidir. Dolayısıyla Allah’ın kendisini affetmesini
isteyen, kendisi de başkalarını affetmelidir.
4. "Kur'an-ı Kerim'de, Bir kötülüğün karşılığı, ona denk bir
cezadır. Ama kim affeder ve arayı düzeltirse, onun mükafatı Allah’a
aittir."[76]
buyrulmuştur.
5.
Resülullah'ın nasıl bir ahlaka sahip olduğu sorulduğunda şöyle demişti Hz.
Aişe: "Kötülüğe kötülükle karşılık
vermezdi; bilakis bağışlar ve hoşgörürdü."
6.
Peygamberimiz, bir mümin kabahatinden dolayı kardeşinden özür dilediğinde,
özrünün kabul edilmemesinin büyük bir vebal olduğunu söylerdi. Zira hatasını
kabul edip özür dileme cesaretini göstermek başlı başına bir erdemdir.
Tevazu (Alçakgönüllük) ve kibir
1. Müslüman
kardeşini küçük görmesi, kişiye kötülük olarak yeter.
2. Kibir,
kişinin başkalarını küçük görerek nefsini onlardan üstün saymasıdır.
3. Apaçık bir
düşman olarak tanıtılan şeytanın Kur'an-ı Kerim'de bahsedilen en belirgin
özelliği kibridir.
4. Kibir,
kıskançlık, cimrilik, açgözlülük, bencillik gibi Müslüman'a yaraşmayan pek çok
kötü duyguyu hatta Hakk'a isyanı beraberinde getirir.
5.
Peygamberimiz, kendisi için ayağa kalkılmasını hoş görmemiş, toplumun en fakir
kesimiyle birlikte oturup kalkmış çocukları dahi selamından mahrum
bırakmamıştır.
6. Peygamberimiz (sav) yanında heyecandan titremeye başlayan
birine "Sakin ol ! Ben bir kral
değilim. Kurutulmuş et yiyen bir
kadının oğluyum." diyerek onu rahatlattı.
Sadakat
1. Sadakat
sadece Allah ve Resülü'ne karşı bir bağlılık olmayıp sorumluluk ve aidiyet
duyulan her alanda ve herkese karşı gösterilmesi gereken bir erdem, bir
fazilettir.
2. Bu bağlamda kişinin hayat boyu kendisine
karşı hak ve sorumluluklar üstlendiği, en özel anlarını paylaştığı eşi özel
olarak zikredilmelidir.
3. Sadakat
sahibi insan, insanlarla ilişkilerinde dosdoğrudur; yalan konuşmaz, kişinin
yüzüne karşı nasıl davranıyorsa gıyabında da aynı tavrı sergiler, ahde vefa
gösterir, emanete riayet eder, ticaretinde dürüsttür.
4. Mümin,
güvenilir insandır. Güvenilir olmak onun sıfatıdır. Yüce Allah (cc),
"Onlar emanetlerine ve verdikleri sözlere riayet
ederler." buyurarak kurtuluşa erecek müminleri tavsif etmiştir.
6. Hz.
Peygamberin tarifi ise şöyledir:
"Müslüman,
dilinden ve elinden insanların selamette olduğu kişidir. Mümin ise insanların
canlan ve mallan konusunda emin oldukları kişidir." Hatta komşusuna güven telkin edemeyen kişinin, gerçek manada imana
ulaşamayacağını ifade etmiştir.
7. Diğer
yandan güven vermemek, ihanet etmek ise münafıklığın alamet-i farikasıdır, yani
münafıkların sıfatıdır.
9. Hz. Peygamber kendilerine ihanet edildiğinde bile ihanetle
karşılık vermelerini müminlere yasaklamış, ihanet etmekten Allah’a sığınmıştır.
Kardeşlik hukuku
1. Hz. Peygamber (sav) bir gün:
''Allah’ın şehit ya da peygamber
olmayan öyle kulları vardır ki kıyamet gününde Allah’a olan yakınlıkları nedeniyle peygamberler ve şehitler onlara gıpta
ederler." Demiş. Bu sözü işiten
sahabiler bir anda kulak kesilip merakla sorarlar: "Kim bunlar, ya Resulallah?"
Ashabın dikkatini toplayan Resûl-i Ekrem şu açıklamayı yapar:
"Bunlar, akrabalık ya da aralarında dönüp dolaşan bir maldan
kaynaklanan çıkarları olmaksızın, sırf Allah için birbirlerini
seven insanlardır. Onların yüzlerinde bir nur vardır ve onlar hidayet
üzeredirler. İnsanlar telaşa düştüklerinde onlar korkuya kapılmazlar, insanlar
hayıflanırken onlar üzülmezler."
Resûl-i Ekrem
bu sözlerinin ardından, Haberiniz olsun,
“Allah’ın sevgili kullarına korku yok. Onlar üzülecek de değillerdir."[77] ayetini
okur
2. Allah için olan sevgi, Hz.
Peygamber'in, "Tamamlamak üzere
gönderildim." dediği güzel ahlak sayesinde ortaya çıkmaktadır.
3. Güzeller
ahlak, yaşadığı toplumda insanı seçkin kılmakta, dolayısıyla sevgi ve kalıcı
dostluklara kapı aralamaktır.
4. Allah’ın Resulü'ne,
"İyilik nedir?" diye sorulduğunda, "Güzel ahlaktır."
cevabını vermiş, dolayısıyla kişiyi cennete götürecek şey olarak nitelediği
güzel ahlakla, iyi insan ve güzel Müslüman olmak arasında ilişki kurmuştur.
5. Müslüman,
çevresine güven vermek ve güvenilir olmak zorundadır. Allah Resulü, komşularının kötülüğünden emin olmadığı, yani çevresine
güven vermeyen kimsenin cennete giremeyeceğini beyan etmiştir.
Her Müslüman,
Allah Resulü'nün (sav):
"Müslüman kardeşini
küçük görmesi kişiye kötülük olarak yeter." hadisini daima hatırında
tutmalı. Hiçbir şekilde hiçbir kimseyi;
●
Küçümsememeli,
●
Hakir görmemeli,
●
Güveni zedeleyecek bir davranışta bulunmamalı,
●
Haksızlık yapmamalı ve
●
Kimseye hakaret etmemelidir.
Sevgili
Peygamberimiz (sav)
“Kim bir Müslümanın dünya sıkıntılarından bir sıkıntıyı
giderirse, Allah da onun kıyamet günündeki sıkıntılarından
birini giderir. Kim darda kalan bir kimsenin işini kolaylaştırırsa, Allah da dünya ve ahirette onun işlerini
kolaylaştırır. Kim bir Müslümanın ayıbını örterse, Allah da dünya ve ahirette onun ayıplarını
örter,” Müjdesini vermiştir.
Arabuluculuk
1. Arabuluculuk, İslam'ın teşvik ettiği ahlaki değerlerdendir.
2. Bir keresinde Resulullah (sav) etrafındakilere, "Size oruç, namaz ve sadakadan daha
faziletli olan şeyi bildireyim mi? "İki
kişinin arasını düzeltmektir. İki kişinin arasını bozmak ise imanı kökünden
kazır." demiştir.
3. Yine bir hadiste "Bir
Müslüman'ın din kardeşiyle üç günden fazla küs durması helal olmaz''
denilmiştir.
4. Resulullah; "Ya Ebu Eyyub! Allah ve Resulünün razı olacağı bir sadakayı sana söyleyeyim mi?" dedi. Ebu
Eyyub "Elbette" deyince Resulullah,
"Birbirlerine kin besleyip
anlaşmazlığa düştüklerinde insanların arasını bulmaya çalış!"
5. (Yüce Allah,
barışmamak için yemin edenlere) "İyilik
etmemek, takvaya sarılmamak, insanlar arasını ıslah etmemek yolundaki
yeminlerinize Allah'ı engel yapmayın ..." [78]
Ayetini indirdi.
6. Müslüman'ın sahip olduğu iman ve ahlak ona bu konuda yol
gösterir; kalp kırmamayı, gönül yıkmamayı öğretir.
Hoşgörü
1. "Hoşgörü", diğer bir ifadeyle "müsamaha", sevgi temeline
dayanan ahlâkî bir erdemdir.
2. Hoş
görmek; kolaylık göstermek, iyi karşılamak, ayıplamamak, hatayı görmezden
gelmek, kırıcı ve aşağılayıcı olmamak, affedici olmak, kendi anlayışımıza
aykırı olan görüşleri sabırla karşılamak demektir
3.
Dolayısıyla hoşgörü, ne katlanma, tahammül etme gibi samimiyetsiz bir tavır ne
de görmezlikten gelme, aldırış etmeme gibi sorumsuzca bir tutumdur.
4. Hoşgörünün
varlığından söz edilebilmesi için hoş görenin, hoş gördüğü şeyi bastırabilecek
ya da engelleyebilecek güce sahip olması, fakat o gücü kullanmamayı yeğliyor
olması gereklidir.
5. Hoşgörü,
alemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Peygamber'in davranışlarının özüdür.
6. Hoşgörü,
aile hayatının vazgeçilmez unsurlarından biridir. Aile fertleri birbirlerine
karşı sevgi, saygı, hoşgörü ve müsamaha prensibine göre hareket ederek huzurlu
ve mutlu aile ortamları oluşturabilirler.
7. Hoşgörüde
esas prensip, ötekinin maddi ve manevi varlığına zarar vermeyen davranış ve
düşüncelere saygı göstermektir.
8. Allah’tan
korkmaz, kuldan utanmaz birine gösterilecek müsamaha, binlerce masum insanın
hukukuna tecavüz demektir.
9. Özellikle
kamu hukukuna yönelik işlenen suçlara gösterilecek hoşgörü, toplumsal düzenin
bozulmasına yol açar.
Bu konuda
hoşgörü beklemek, hoşgörüyü suiistimaldir. Hoşgörünün amaçlarından biri de
yapılan hatanın bir daha tekerrür etmemesi ve kişiyi eğitmesidir. Eğer hoşgörü,
kişiyi aynı hatayı bir daha yapmaya cesaretlendiriyor veya vurdumduymazlığa,
iyi niyeti suiistimale götürüyorsa, bu durumda hoşgörülü olunamaz.
10. Hoşgörü,
önemli bir ruh disiplinidir. Hoşgörü, kişinin her türlü haksızlığa, zulme,
ahlaksızlığa, tecavüze ve kötülüğe boyun eğmesi ve rıza göstermesi ya da kendi
inançlarından, kendi öz benliğinden feragat etmesi demek değildir.
13. Bilakis
farklı düşüncelere, farklı kimliklere, farklı tabiatlara ve farklı davranışlara
anlayış ve saygıyla bakabilme; bu farklılıklarla birlikte bir arada yaşamaya
alışabilmedir.
14. Hoşgörü, günümüzde söylem olarak sıkça gündeme getirilmekle
beraber uygulamaya geçirilmesi oldukça zor bir erdemdir. Bununla birlikte
giderek küreselleşen dünyada hoşgörüye olan ihtiyaç artık kendini daha da çok
hissettirmektedir.
Söz söylemek
1. Güzel söz söylemek, insanların hoşuna giden şeyleri söylemek
değildir. Hoşlarına gitmese de doğruyu ve gerçeği yansıtan cümlelerle insanları
uyarmak, güzel sözlü olmak demektir.
2. Bir gün "Ey Allah’ın Resulü, Müslümanların hangisi daha
faziletlidir?" diye sordular. Elinden ve dilinden Müslümanların güven
içinde oldukları kimse!" buyurdu.
3. Diğer
yandan, insanların yüzlerine karşı konuşurken gösterilen hassasiyetin
arkalarından konuşurken de sürdürülmesi gerekmektedir.
4. Diğer bir
hadiste "Komşusunun kendisinden
bir kötülük gelmeyeceğine emin olmadığı kimse de cennete giremez." denilmiştir.
Doğru sözlü
olmak
İslam
dininde, Allah’a ve Peygamberine inanarak özü sözü bir olanlar anlamında "sadıklar"
için çeşitli mükafatlar hazırlanmıştır.
(Ayette sıddıklar peygamberlerden sonra, şehitlerden önce
sayılmaktadır. Nisa 69)
Söz ve davranışlarında
dosdoğru olup yalandan kaçınmak, Hz. Peygamber'in en önemli özelliklerinden
biri olduğu kadar müminlerin de en belirleyici vasfı haline gelmiştir.
İnsanın söz
ve davranışlarında doğruluğu esas alıp yalandan kaçınması hem dini/ahlaki hem
de dünyevi açıdan gereklidir.
Allah Resulü (sav) insanları bu duruma
düşmekten şu sözleri ile uyarmaktadır: "Her
duyduğunu söylemesi kişiye yalan olarak yeter!”
Hz. Peygamber,
yalan söyleyen kişinin münafıklığın üç alametinden birini taşıdığını haber
vermektedir.
Efendimiz
(sav) yalanın insan ilişkilerine verdiği zararı şöyle dile getirmektedir: "Bir konuda sana inandığı halde
kardeşine yalan söylemen ne kadar büyük bir ihanettir! "
Efendimiz, "Siz bana altı şeyi garanti edin, ben
de size cenneti garanti edeyim." buyurmuş ve ilk sırada, "Konuştuğunuz zaman doğru söyleyin."
ilkesini zikretmiştir.
Zarif davranış
1. Söz ve
hareketlerinde kabalıktan uzak durmak, kırıcı olmamak; yapıcı ve nezaket sahibi
olmak, kişinin iyi ve olgun bir mümin olduğunun göstergesidir.
2. Sevgili
Peygamberimiz, "Mümin bal arısı
gibidir. Temiz olanı yer, temiz olanı (balı) üretir.” buyurmuştur.
3. Hz.
Peygamber bir hadisinde, "Haya
imandandır, imanın yeri ise cennettir. Kötü konuşmak kabalıktandır. Kabalık ise
cehennemdedir." Buyurmuştur.
4. Mümin
kişi, sövene karşı söverek alçalmaz. "Sövene
karşı dilsiz" olanı meleklerin müdafaa edeceğine dair Sevgili
Peygamberimizin müjdesi vardır.
5. Resulullah (sav): "Bir
kimsenin ebeveynine sövmesi büyük günahlardandır." demiş, ashab "Hiç
insan ana babasına söver mi?" deyince, "Evet, bir kimse birinin
babasına söver, o da onun babasına söver.”
Gıybet
1. Hz. Aişe, Safiyye'nin boyunun kısa oluşu ile ilgili Resullullah'a
bir söz demişti. Allah Resulü şöyle
buyurdu: “Ya Aişe; öyle bir söz
söyledin ki, o söz denize karışsaydı denizin suyunu bozardı."
2. İnsan,
bazen nefretten, bazen gafletten kaynaklanan bir içgüdüyle sözlerinin muhatabını
ne kadar inciteceğini hesaplamaksızın, arkasından konuşabilmektedir
3. Kişinin
duyduğunda hoşlanmayacağı sözler, genel olarak gıybet, dedikodu olarak
bilinmektedir. Bu tür davranışlar Allah Resulü tarafından adeta denizi kirletecek kadar kirli görülmektedir.
4. Resulullah
gıybeti;
"Kardeşini
hoşlanmadığı bir şeyle anmandır!" şeklinde tanımlamıştır. Sahabilerden
birinin, "Ya kardeşimde o söylediğim durum varsa? sorusuna ise, "Sööylediğin
şey onda varsa gıybet etmişsindir. Şayet yoksa ona iftira etmiş olursun."
cevabını vermiştir.
5. Gıybetin
iğrençliği ilahi kelamla "Ölü eti
yemeye benzetilmektedir."
6. Kullarına
karşı çok merhametli olan Allah; tövbe edilerek bu günahtan temizlenilebileceği
bildirilmektedir.
7. Her ne
şekilde olursa olsun, kişiyi aşağılayan, küçümseyen, şeref ve haysiyetini
yaralayan davranışlar İslam dini tarafından kesin bir şekilde yasaklanmıştır.
8. Resulullah
şöyle buyurmuştur: "İnsanların gizli
hallerini araştıranın, Allah da gizli
halini araştırır ve onu evinde bile rezil eder (gizlice yaptıklarını ortaya
çıkararak)”
9. Sevgili
Peygamberimiz, ayıpları dile getirmek yerine örtmeyi emretmiştir. Zira bir
Müslüman diğerinin ayıbını örttüğünde, Allah-ü Teala'nın da ahirette onun
ayıbını örteceğini müjdelemiştir.
10. Peygamber
efendimiz: "Kişiye günah olarak her
duyduğunu söylemesi; Müslüman kardeşini hakir görmesi günah olarak yeter."
buyurmuştur.
Son söz: Gıybet, toplumu bozan ve dinimizin şiddetle men ettiği bir hadise
olduğu halde maalesef bundan vazgeçemiyoruz. (Mk)
Dalkavukluk
1.İslam ahlak literatüründe özellikle zenginlere ve makam sahibi
kimselere övgü yağdırmakla tanınmış kimselere dalkavuk denmiştir.
2. Dalkavuk,
karşısındaki kişiyi aşırı şekilde överek ondan itibar ve menfaat sağlamayı
amaçlar.
3. Fazilet
sahibi kimseler, tanıyıp tanımadığı kimseler, hakklarında ulu orta konuşan,
övgüler düzen şarlatanların övgülerinden hoşlanmazlar.
4. Dalkavuk,
her zaman güç ve iktidardan yanadır. Hakkı savunmak yerine güçlü olanın yanında
yer almayı ve ona övgüler yağdırmayı adet haline getirmiştir
5. Övgüde
istenmeyen husus, insanın herkesçe bilinmeyen yönleriyle ve kendisinde olmayan
birtakım vasıflarla yüzüne karşı "aşırı" bir şekilde övülmesi ve
bundan bir karşılık beklenmesidir.
6. Resulullah (sav), Biriniz kardeşini illa
methedecekse ve şayet onun öyle olduğu biliniyorsa, "Falanın şöyle olduğunu zannediyorum" dememizi buyurmuştur.
İftira
1. Hz.
Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Kişinin haksız yere bir Müslüman'ın şeref ve namusuna dil uzatması, büyük
günahların en büyüklerindendir."
2. İslam
ahlakında ilke olarak insanlar aleyhinde onları kötüleyici ve incitici
mahiyetteki her türlü konuşma ve gıybet yasaktır.
3. Birinin aleyhinde
yapılan konuşmanın gerçeğe dayanması onu gıybet olmaktan çıkarmaz.
4. Yüce Allah
iffetli bir kadının namusuna yönelik iftira günahını işleyenlerin dünya ve
ahirette lanetlenenlerden olacağını bildirmiştir.
5. Müslüman'a yakışan, insanların inancıyla ilgili konuları Allah’a
havale edip kendi kanaatiyle kimseyi küfürle itham etmemektir.
İyi zan- Kötü
zan
Hüsn-ü Zan Ve Sü-i Zan
1. Zan
delilsiz, temelsiz bir tahminden ibarettir. Kimi zaman gerçeğe yakın bir
ihtimal ise de çoğu zaman konunun aslıyla ilgisi olmayan bir önyargıdan başka
bir şey değildir.
2. Allah Resulü (sav) "Yönetici, halka su-i zan ile davranırsa onları yoldan çıkarmış
olur." buyurarak kötü zannın insanları kötülük yapmaya
yöneltebileceğine işaret etmiştir
3. Allah Resulü
zannın sürüklediği afetlere karşı insanları şöyle uyarmaktadır: "Zandan
sakının. Çünkü zan, yalanın ta kendisidir."
4. Yüce Allah
şöyle buyurmuştur: "Ey iman
edenler! Zannın birçoğundan sakının. Zira zannın bir kısmı günahtır.
Birbirinizin kusurlarını ve mahremiyetlerini araştırmayın."[79]
5. Zan, kötü
düşünceye, önyargılı bakış açısına, araştırmadan hüküm vermeye yol açar.
6. Rahmet Peygamberi, "Üç
kişi iseniz, ikiniz diğerini bırakıp da fısıldaşmasın, çünkü bu onu üzer."
tavsiyesinde bulunarak zan konusundaki hassasiyetini ortaya koymuştur.
İnsanların
gizli hallerini araştırma
1. Peygamber Efendimiz (sav), "Kim
istemedikleri ya da ısrarla kaçındıkları halde bir grubun konuşmalarına kulak
kabartırsa, kıyamet günü kulağına kurşun dökülür" buyurarak,
başkalarının konuşmalarını gizlice dinlemenin ağır bir suç olduğuna vurgu
yapmaktadır.
2. Başkalarının konuşmalarını dinlemek; kişinin, komşusunun
konuşmalarını duvardan dinlemesi yahut da gizli kamera vasıtasıyla gizli
hallerin görüntülerinin kaydedilmesi, telefonların dinlenmesi şeklinde de
olabilir.
3. Peygamber Efendimiz, “...
(insanların) gizli hâllerini araştırmayın. Çünkü her kim onların gizli
hâllerini araştırırsa Allah’ ta onu
evinde (gizlice yaptıklarını ortaya çıkararak) rezil eder.” buyurmuştur.
4. Hz. İsa, " ...
Kendinizi rab gibi görüp insanların günahlarını araştırmayın. Kendinizi kul
gibi görüp kendi günahlarınıza bakın!”
buyurmuştur.
5.
Evlenilecek kişinin, iş ortaklığı yapılacak şahısların araştırılması tecessüs
değildir. Bilakis bu konularda araştırma yapılması kurulacak akdin devamlılığı
için gereklidir.
6. Peygamber Efendimiz (sav), "Bir kul bir başka kulun ayıbını dünyada örterse, Allah da kıyamet günü onun ayıbını örter."
buyurarak ayıpların üzerinin örtülerek gizli kalmasını tavsiye etmektedir.
Şeytanın
Telkini ( Vesvese)
1. Vesvese; aslı ve
temeli olmayan, gerçekle hiçbir alâkası bulunmayan evham, kuşku, kuruntu, tereddütlerdir.
2. Peygamber
Efendimiz bu iki süreyi (Felak ve nas) her gün düzenli olarak yatmadan önce
okuyarak Allah’a sığınmayı prensip
edinmişti.
Ayrıca bu iki
süre hakkında, "İnsanlar bu iki
duadan daha faziletli başka bir dua ile Allah’a sığınmış olmazlar."
buyurmuş ve her namazdan sonra okunmasını tavsiye etmişti.
3. Kudsî bir hadiste Allah-u Teâlâ meleklere hitaben şöyle
buyurmaktadır:
“Kulum bir kötülük yapmayı gönlünden geçirirse onu hemen aleyhine
yazmayın! Eğer o kötülüğü yaparsa o zaman onu bir günah olarak yazın. Ama bir
iyilik yapmayı gönlünden geçirir de yapamazsa onu bir sevap olarak yazın. Şayet
o iyiliği yaparsa bunu on kat yazın!”
buyurmuştur.
Aldatmak
Müslümanlar arasında aldatma olamaz! Resulullah (sav); “Bizi aldatan, bizden değildir!"
"Müslüman'ın, malında bir kusur bulunduğu takdirde bunu açıklamadan
satmasının haram olduğunu” söylemiştir.
Arabozuculuk
yapan, yaptığı iyiliği başa kakan ve cimri olan kimse cennete giremez, malını
satmak için çokça yemin edenlerin ve malındaki kusuru açıklamadan satan
kimselerin de Allah gazabına uğrayacaklarını ve melekler tarafından
lanetleneceklerini haber vermişti.
“Allah’ın kendisine
yöneticilik verip de yönettiği kimseleri sadakat ve samimiyetle koruyup
gözetmeyen kimse, cennetin kokusunu alamaz.”
İsraf
1. Neyin israf olduğuna ilişkin bir ölçüyü şöyle tespit
edebiliriz: "İnsanın toplum içinde diğerlerinden
üstün olduğu düşüncesine kapılmasını sağlayan maddi harcamalar israftır."
2. Müşriklerden
olan bir grup Peygamberimize gelerek, "Kendisine
davet etmekte olduğun şey şüphesiz çok güzel. Fakat bir de işlediğimiz bunca
günah için bize kefaretten haber verebilirsen.." dediler
Bunun üzerine
şu ayet nazil oldu:
"De ki:
Ey kendileri aleyhine israf eden (haddi aşan) kullarım! Allah rahmetinden
ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz Allah bütün günahları bağışlar. Çünkü O, çok
bağışlayandır, çok merhamet edendir."[80]
3. Ayette
"israf eden kullar" şeklinde hitap edilmesi, günahlarda aşırı
gitmelerinden dolayıydı.
4. Dinin,
adetlerin ve insanlığın gerekli kıldığı yerlere gerekli ölçüde harcamak
cömertlik, bu ölçülerin altına düşmek cimrilik, bunların üstünde harcamada
bulunmak ise israftır. Bağışta bulunurken iki hususa dikkat edilmesi gerektiği
unutulmamalıdır.
5. Peygamberlerin yanında mücadele veren Allah erlerinin duasını
tekrarlayalım biz de: "Ey Rabbimiz! Günahlarımızı ve işimizdeki israfımızı
(taşkınlığımızı) bağışla ... "
Adam kayırma
1.
"Sizden öncekilerin helak olmalarının sebebi, aralarında ileri gelen
kimseler hırsızlık yapınca suçun cezasını vermeyip zayıf (ve fakir) kimseler
hırsızlık yapınca ceza uygulamalarıdır. Allah'
a yemin ederim ki kızım Fatıma hırsızlık yapsa, onun da elini keserdim!" (Hadis)
2. Sevgili
Peygamberimiz (sav) bu sözleri, hırsızlık yapmış ve Kureyşlilerin
cezalandırılmaması için çare arama çabaların için söylemişti. Teklif üzerine Hz.
Peygamberin öfkeden yüzünün rengi değişmişti.
3. Allah Resülü'nün
kızgınlığı birine herhangi bir konuda hak etmediği ve haksız olduğu halde öncelik
ve ayrıcalık tanımak, anlamlarına gelen "iltimas" girişimidir.
İltimas; adaleti ortadan kaldıran ve toplumsal huzuru bozan bir hastalıktır.
4. İltimasın
temelinde haksızlık ve zulüm vardır. Bu yolla bir kimseye hakkı olmayan bir iş
verilmiş veya bir menfaat kazandırılmış, yahut da başkasının hakkı gasp
edilmiş olur.
5. Yüce Allah,
"Kim iyi
bir işe aracılık ederse, ondan kendisi için bir pay vardır. Kim de kötü bir işe
aracılık ederse, onun için de buna denk bir pay vardır..”[81]
6. Kur'an-ı
Kerim'de kişinin kendisi, ana babası ve yakın akrabası aleyhine de olsa
şahitlik ederken doğruluktan sapmaması ve adaleti tesis etmesi emredilir. Bu da hukuk önünde hiç kimsenin imtiyaz
sahibi olmadığını gösterir.
7. Ka'b ile
halife Hz. Ömer (ra) arasında görülen dava güzel bir örnektir. Ka 'b, Hz.
Ömer'in aleyhine davacı olmuş. Birlikte Zeyd b. Sabit'in yanına giderler.
İçeriye girdiklerinde Zeyd Hz. Ömer'e,
"Şöyle
buyurun müminlerin emiri!" diye hitap edince Hz. Ömer kızarak kendisinin
de Ka'b ile birlikte oturması gerektiğini belirtir.
Böylece Hz.
Ömer, hukuk karşısında devlet başkanı bile olsa herkesin eşit olarak yargılanmasını
açıkça ifade etmiş ve yargılama sırasında iltiması andıran en ufak bir
hareketten bile sakınılması gerektiğini öğretmiştir.
8. İşlerin
düzgün yürütülebilmesi için her işin ehil kimselere verilmesi ve o kimselerin
de sorumluluk duygusuyla hareket ederek işinin hakkını vermesi gerekir.
9. Her iş, o
işi yapan kimseye verilen bir emanettir. Kur'an-ı Kerim'de bu gerçek şu şekilde
dile getirilir:
''Allah, size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar
arsında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor."[82]
10. Emaneti
isteyen, yani görev talebinde bulunan kimseler yapamayacakları bir görevi
istememeli, verilse bile kabul etmemeli ve görevin getirdiği maddi ve manevi
sorumluluğu düşünmelidir.
11. Her ne
kadar, "Görev talep edilmez,
verilir!" şeklinde yaygın bir telakki var ise de Hz. Yusuf örneğinde
olduğu üzere, halkın maslahatını gerçekleştirmeye muktedir bir kişinin
yetenekleri gereği yapabileceği bir işi istemesinde herhangi bir sakınca
görülmemiştir.
12. "Kıyamet ne zaman (kopacak)?" diye
soru soran bedeviye Allah Resulü, "Emanet zayi edildiği vakit kıyameti bekle!" buyurdu.
Bedevi, "Onun zayi edilmesi nasıl olur?" diye sorunca Resul-i
Ekrem, "İş, ehil olmayan kimseye
verildiğinde kıyameti bekle." buyurdu.
13. Birine herhangi bir konuda hak etmediği halde öncelik ve
ayrıcalık tanımak, haksız da olsa ona arka çıkmak anlamlarına gelen "iltimas", adaleti ortadan kaldıran ve
toplumsal huzuru bozan bir hastalıktır.
Bencillik
1. Karun, İsrailoğulları [83]
içinde Hz. Musa ve Hz. Harun'dan sonra dini bilgisi en geniş olan kimse idi.
Kutsal kitabı okuyuşunun güzelliğinden dolayı "münevver" diye anılırdı.
2.Firavun'un
kendisini vali olarak görevlendirmesinden sonra maddi anlamda büyük refaha
kavuştu. Sahip olduğu mal mülk günden güne birikti, hazinelerinin anahtarlarını
güçlü bir topluluğun dahi zorlanarak taşıyacağı bir hazine haline geldi.
3. Ne var ki,
göz kamaştıran serveti, makamı ve engin bilgisi başını döndürmeye başladı; onu
bencilliğe, cimriliğe, gurur ve kibre sevk etti.
4. Kendini
beğenmişliği zamanla tüm tavırlarına yansıdı. Ziynetini kuşanarak görkemli bir
şekilde halkın karşısına çıkıyor, elbisesini sürüye sürüye gururla yürüyordu.
5. Sahip
olduğu her şeye üstün zekası sayesinde eriştiğini düşünüyor,
''Allah sana ihsanda bulunduğu gibi sen de (insanlara) ihsanda
bulun diyerek kendisini uyaranlara, "Bunlar bana, bendeki bilgiden dolayı
verilmiştir." sözleriyle karşılık veriyordu.
6. Allah’ın
ihsan ettiği nimetlerle şımararak nefsinin esiri olup mağrur ve bencilliğinden
dolayı alemlerin Rabbi tarafından, övündüğü servetiyle beraber yerin dibine
geçirildi.
7. Hz.
Peygamber, "Allah' a yemin ederim ki bir kişi hayır namına
kendisi için istediğini, Müslüman kardeşi için de istemedikçe iman etmiş
olmaz." sözüyle bencilliğin karşıtı olan diğergamlığın imanın bir
göstergesi olduğunu ifade etmiştir.
8. Bencil
insan, dünyadaki en önemli varlığın kendisi olduğunu düşünür, dolayısıyla diğer
insanlardan üstün olduğu hissine kapılır ve kalbi kibirle dolar.
9. Halbuki
Rabbi, zayıf tabiatlı olarak yaratılan insana, "Yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Çünkü sen yeri asla yaramazsın,
boyca da dağlara asla erişemezsin." buyurarak acizliğini idrak etmesi
ve tevazu ile hareket etmesi gerektiğini bildirmiştir.
10. Bir
defasında efendimiz şöyle hitap etmiştir:
"Size cennetlikleri bildireyim mi?
Her alçakgönüllü, zayıf kimsedir. Şayet o Allah adına yemin etse, Allah onu yemininde haklı çıkarır." (Allah'u Ekber)
11. "Size cehennemlikleri haber vereyim mi?
Kaba, bencil ve büyüklük taslayan herkes."
12. "İnsanda bulunan huyların en kötüsü,
aşın cimrilik ve şiddetli korkaklıktır." buyuran Peygamberimiz de
ashabına daima mallarını Allah 'ın rızasını kazanma uğruna harcamayı, sadaka
vermeyi ve hediyeleşmeyi öğütleyerek onları paylaşmaya, yardımlaşmaya ve
böylece bencilce duygularını kontrol altına almaya teşvik etmişti
13. Kur'an-ı
Kerim' de,
"Şüphesiz
insan çok hırslı ve sabırsız olarak yaratılmıştır. Kendisine kötülük dokunduğu
zaman sızlanır. Ona bir hayır dokunduğunda da eli sıkıdır."[84] buyrulmaktadır.
14. Kişinin
doğasında var olan bu duygunun onu kuşatarak bir hastalık boyutuna ulaşmasını
engellemeye çalışan İslam, bir yandan kişiyi bencilliğe sevk edecek davranış ve
tutumları yasaklarken bir yandan da insanı çevresindeki her şeyden bir ölçüde
sorumlu sosyal bir varlığa dönüştürmeyi hedefler.
15.
Başkalarının iyiliğini ve mutluluğunu istemek, karşılık beklemeden birine
yardım etmek, bir başkası için kendi menfaatlerinden vazgeçmek ancak
bencillikten sıyrılmakla mümkündür.
16.
Bencillikten sıyrılabilmemiz için:
●
Karşılık
beklemeden, sadece insanlar için değil; hayvan, bitki, (doğa, kısaca) bütün
kainat için fedakarlık yapmak,
●
Herhangi bir
davranışta bulunulacağı zaman bundan başkalarının zarar görüp görmeyeceğini
düşünerek adım atmak,
●
İnsanların
hatadan arınmış olamayacağını bilerek hoşgörüyle hareket edip kamil insan olmak için çabalamak
gerekir.
17. Dünya
hayatı elbet bir gün bitecektir; dolayısıyla sahip olduğumuz hiçbir şey sonsuza
kadar bize ait değildir.
18. Son nefesini verdiğimizde "Biz size sırf Allah rızası için
yediriyoruz. Sizden bir karşılık ve bir teşekkür beklemiyoruz."[85]
diyen ihlaslı kullar arasına girmek için çabalamalı
19. "Kanaatkar ol, o
zaman insanların (Allah’a) en çok şükredeni olursun. Kendin için istediğin şeyi
insanlar için de iste, o zaman mümin olursun. '" şeklindeki nebevi
öğüt rehberimiz olmalıdır.
İstismar
1. İstismar, "İnsanların
birilerini veya bir şeyleri kullanarak haksız menfaat sağlaması" dır.
2. Allah Resulü (sav);
toplumun zayıf kesimi olan dul kadınların ve yoksulların geçimini sağlamaya
çalışanın, Allah yolunda savaşan mücahid veya bütün vaktini ibadetle geçiren
kimse gibi olacağını bildirmiştir.
3. Allah Resulü
gibi bütün peygamberlerin tebliğinde hep zayıfı koruma ve onun hakkını ihlal
etmeme prensibi vardır.
4. Hz.
Peygamberin zekat toplamakla
görevlendirdiği kişi zekat olarak topladığı malları Resulullah'a
teslim ederken bir kısmını kenara
ayırıp,
"Ya Resulullah!
bu da bana hediye edilendir." demişti. Bunun üzerine Resulullah, sen babanın
evinde otursaydın bu hediye sana gelir miydi?" diye ikaz etmiştir.
Kur'an-ı
Kerim'e göre daha geç yazıya geçirilen hadisler çok fazla istismara uğramış ve Allah Resülü'ne, söylemediği sözler isnat
edilmiştir.
Daha da ilginç olanı bazı dindar kimselerin dahi insanları iyiliğe
teşvik ve günahlardan sakındırma maksadıyla
Resülullah'a söylemediği sözler atfetmekten çekinmeyip hadis
uydurmalarıdır.
İhanet
Münafığın alameti üçtür:
1. Konuştuğunda
yalan söyler,
2.
Kendisine bir şey emanet edildiğinde ihanet eder,
3. Söz verdiği
zaman sözünde durmaz."
buyuran
Peygamberimiz (sav), bu konuda o kadar titiz davranmıştır ki, devlet hizmetinde
çalışıp da kendisine verilen maaştan fazla olarak bir iğneyi zimmetine
geçirmeyi dahi bir nevi ihanet olarak nitelendirmiştir.
Hz.
Peygamber'in ihanet karşısındaki bu tavrını görerek korkuya kapılan sahabiler
memuriyetten istifa etmek istemişlerdir.
1. Hz.
Peygamber'in (sav) inanan insanın her halükarda güvenilir olma vasfını
koruyacağına dikkat çekmiş ve "Sana
hainlik edene sen hainlik etme." tavsiyesinde bulunmuştur.
2. Hz. Ömer
bir kişiyi şu açıdan değerlendirmemizi bize tavsiye eder: "Bir kimsenin ne namazına, ne de orucuna bakın: Konuştuğunda doğru söylüyor mu, Emanete
riayet ediyor mu, Dünyalık meselelerle uğraştığında helali haramı gözetiyor mu,
siz ona bakın."
3. Diğer taraftan
Hz. Peygamber; bir müminin kibir, hainlik ve borçtan (kasıtlı borç) uzak olduğu
halde ruhu cesedinden ayrılırsa onun da cennete gireceği müjdesini vermiştir.
Dünyada sahip
olduğu her şey kendisine emanet olarak verilen insanoğlu bu emanetlere riayeti
ölçüsünde ya "emin" ya da
"hain" sıfatını
kazanır.
●
Kendi canına,
sağlık ve sıhhatine gerekli özeni göstermeyen,
●
Çalıştığı işe
gereken önemi ve özeni göstermeyen,
●
Yaşadığı
doğal çevreyi tahrip edip kirleten,
●
Yaşadığı
topluma karşı, devletine karşı sorumluluklarını yerine getirmeyen,
Kişiler bir
nevi ihanet içerisinde demektir. Allah Resülü'nün bu konudaki uyarısı son
derece açıktır:
"Müslüman, Müslüman'ın kardeşidir. Ona hainlik yapmaz, ona
yalan söylemez, onu zor durumda yüzüstü bırakmaz"
Gösteriş
1. Riya,
kişinin, başkalarının beğenisini kazanmak, saygınlık ve çıkar sağlamak amacıyla
gösteriş için inandığından farklı davranışlarda bulunmasıdır.
2. İnsanı
riyakarlığa sevk eden sebeplerin başında kendini beğenme duygusu gelir.
3. Kişi beğenilme
duygusunu kontrol edemezse zamanla insanların yanında başka türlü, yalnızken
başka türlü davranmaya başlar ve ikiyüzlü bir kişiliğe bürünür.
4. Allah Resulü'ne,
"Ey Allah Resulü, küçük şirk nedir?" diye sorduklarında şöyle cevap vermiştir: "
Riyadır.
5. "Ameller ancak niyetlere göre değer
kazanır. Herkes niyet ettiği şeyin karşılığını alacaktır..." hadisi
niyetin güzel davranışlara ibadet değeri kattığını ifade etmektedir.
6. Asıl olan,
ibadet olsun, hayır olsun yapılanların sadece Allah’ın rızası gözetilerek
samimi bir niyetle yapılmasıdır.
7. İnsan,
ibadetlerine ve amellerine riya bulaşmaması için dua etmeyi de ihmal
etmemelidir. Nitekim Hz. Peygamber'in de bu amaçla dua ettiği olmuştur.
8. Yalnız başına kaldığında Allah'ı zikrederken gözyaşı döken
kişiyi de Allah-ü Teala ahirette kendi himayesine alacağı yedi kişi arasında
saymıştır.
Kötülük
1. Bir şeyin
iyi veya kötü olduğunu belirleyen Yüce Allah'tır. Ancak insan bazen iyi ile
kötüyü karıştırabilmektedir. Ayette:
“...Olur ki
bir şey sizin için hayırlı iken siz onu hoş görmezsiniz. Yine olur ki bir şey
sizin için kötü iken siz onu arzularsınız. Allah bilir, siz bilmezsiniz.”[86]
Hatta insan,
hayrı ister gibi şerri de isteyebilir. Diğer bir ayette: “İnsan hayrı istediği gibi şerri de ister. İnsan pek acelecidir.”
2. İyi ve kötü davranışları ümmetine bildiren Allah Resûlü:
“Kötülük, insanlar onaylasalar bile gönlünü huzursuz eden ve içinde bir
kuşku bırakan şeydir. ”buyurmuştur. Aynı şekilde: “İyilik, güzel ahlâktır. Kötülük ise
vicdanını rahatsız eden ve insanların bilmesini istemediğin şeydir.” buyurmuştur.
3. Kötülükten dönmek tövbedir. Hz. Peygamber (sav), bir hadisinde;
“Bir kimse iyilik yapmaya niyetlenir de onu yapamazsa Allah o kimse için tam bir
iyilik (sevabı) yazar. Eğer niyetlenir de o iyiliği yaparsa on iyilik sevabı
yazar ve bu sevabı yedi yüz katına hatta daha fazlasına kadar çıkarır. Eğer
kötülük yapmaya niyet eder de yapmazsa Allah onun için tam bir iyilik (sevabı) yazar. Şayet kötü bir işe niyetlenir
de onu yaparsa Allah o kimse için
sadece bir tek günah yazar.”
4. Allah Resûlü,
“Sizden bir kimse kötü bir iş görürse onu
eliyle değiştirmeye çalışsın; eğer buna da gücü yetmezse diliyle değiştirmeye
çalışsın; buna da gücü yetmezse kalbiyle nefret etsin. Bu ise, imanın en aşağı
derecesidir.”
5. Tövbe,
kötülükleri ortadan kaldıran ve ilâhî affa mazhar olmayı sağlayan bir irade
beyanıdır.
7. Günahların
affedilmesini sağlayan çarelerden biri de, “İyilikler
kötülükleri giderir...” esasına göre hareket etmektir. Peygamber şu
tavsiyelerde bulunur: “Nerede olursan ol,
Allah’a karşı sorumluluğunun
bilincinde ol! Kötülüğün peşinden iyi bir şey yap ki onu yok etsin."
8. Hz.
Peygamber (sav):
“Geçmiş ümmetlerden
bazılarını helâke sürükleyen sebeplerden birinin de iyilikleri emredip,
kötülüklerden alıkoymada ihmalkâr olmalarıdır. Öyle ki onlardan bir adam,
kötülük yapan birini gördüğünde ona önce, “Ey filânca Allah’tan kork
ve bu yaptığından vazgeç. Çünkü bu sana helâl değildir.” diyor fakat ertesi
gün yaptığı kötülükten vazgeçmediğini görse de onu tekrar uyarmıyor, hiçbir şey
olmamış gibi kendisiyle olan ilişkilerini devam ettiriyordu.
Allah Resûlü,
bunları anlattıktan sonra şu mesajı verdi: “Allah’a
yemin olsun ki siz (ya) iyiliği emreder kötülükten menedersiniz, zalime engel
olup onu hakka döndürürsünüz ve onu hak üzere tutarsınız (ya da sizin sonunuz
da onlar gibi olur).”
İnsan,
Resûl-i Ekrem gibi, “İnsanların Rabbine,
insanların melikine, insanların ilâhına sığınıyorum.” diyerek söze başlar
ve samimi bir şekilde dua eder ve “Ey
Rabbim! Şeytanların vesveselerinden sana sığınırım.”, “Ey Rabbim! Onların benim yanımda bulunmalarından da sana sığınırım.” derse
şeytana ve kötülüklere karşı bir sığınağa iltica etmiş olur.
4. CİLT
Aile
Peygamberimiz
“…Ben namaz da kılarım, uyurum da; oruç
da tutarım, tutmadığım da olur; kadınlarla da evlenirim. Her kim benim
sünnetimden yüz çevirirse, benden değildir.” buyurarak, evliliğin kendi
sünneti olduğunu ısrarla söylerken, hem bu tavsiyeyi pekiştirir hem de onun
hayat tarzını reddedenlere ikazda bulunur.
Anne
fedakârdır; emeğinin hesabını tutmaz. Sevgi doludur; yüreğinin kapısını
kapamaz. Affedicidir; kucağından geri çevirmez. Annenin adımları cennete
öylesine yakındır ki Peygamber Efendimiz ona hizmeti cihad olarak
adlandırmaktan çekinmez. Aynı dini paylaşmasalar bile inanan bir evlâttan,
annesine sırtını dönmemesini, ona karşı izzet ve ikramda kusur etmemesini
bekler. Çünkü anne, Peygamberimizin dilinde,
“Kendisi ile güzel bir ilişki kurulmasını en çok hak eden kimse”
konumundadır. Sevgili Peygamberimiz Allah, annelere isyanı haram kıldığını
söylerken anlamsız tartışmalardan ve sonu gelmeyen husumetlerden anneyi korumak
ister.
Ailesinin
işlerini bizzat üstlenen Yüce Peygamber'i örnek edinen babanın çalışması
karşılıksız kalmaz elbette. Resûl-i Ekrem,
“Allah rızasını umarak ailen
için yaptığın her harcamadan muhakkak ecir alırsın, eşinin ağzına koyduğun bir
lokmadan bile!” sözleriyle babanın bu çalışmasının mükâfatlandıracağını
müjdeler.
Ama mesuliyet
sadece ev halkının karnını doyurup sırtını giydirmekle bitmez ki... Kendisinden
sonra evlâtlarını başkalarına el açacak kadar perişan bir konumda bırakmaması
istenen baba, aynı zamanda onları, huzuru besleyen hayırlı birer fert olarak
yetiştirip topluma sunmalıdır. Efendimizin ifade buyurduğu üzere:
“Hiçbir baba
çocuğuna güzel terbiyeden daha kıymetli bir bağışta bulunmamıştır.”
Peygamberimizin
öğüdü ile eve girerken selâm verip bereketi davet eden bir babanın nezaketi,
merhametin de ilk adımıdır. Aynı şekilde ev halkı arasında adaleti gözeten
insaflı babayı, kıyamet günü Allah nurdan koltuklara oturtacaktır. Efendimiz
babaların duasının mutlaka kabul olunacağını bildirmiştir.
Peygamberimiz,
“Sizin en hayırlınız, ailesine karşı en
hayırlı olanınızdır. Ben de aileme karşı en hayırlı olanınızım...” Sözleriyle
mümin erkekleri, ailesine iyilikle muamele etmeye çağırır. Evin büyüğü, babası,
ailesine karşı güler yüzlü ve tatlı sözlü olmalıdır. Hissettiği güzel duyguları
gizlememeli, gördüğü meziyetleri takdir etmekten çekinmemelidir.
Anne ve babalar olarak biz müminlerin daimî niyazı şudur: “Ey
Rabbimiz! Eşlerimizi ve
çocuklarımızı bize göz aydınlığı kıl ve bizi Allah’a karşı gelmekten sakınanlara önder eyle.”
Evlenmek
hayatı paylaşmak
Peygamberimizin eşini ihmal eden Osman adlı sahabiye "Yoksa benim hayat tarzımdan yüz mü
çevirdin?" diye çıkıştıktan sonra inananları dengeli bir hayata
çağıran şu cümleleri tekrarlamıştı:
"Ben hem
uyurum, hem namaz kılarım. Bazen oruç tutarım, bazen de tutmam. Kadınlarla da
evlenirim. Allah’tan kork ey Osman! Bilesin ki, ailenin senin üzerinde hakkı var,
misafirinin senin üzerinde hakkı var, vücudunun senin üzerinde hakkı var. Bazen
oruç tut, bazen tutma, biraz namaz kıl biraz da uyu!"
Resulullah, dünya ile irtibatı kesip sadece ibadetle meşgul olmayı
ruhbanlık olarak değerlendirmiş ve yasaklamıştı. Evlilik, kişiyi günahlardan ve
çeşitli kötülüklerden alıkoyar. Bazı rivayetlerde, "Kişi evlendiğinde dinin yansını tamamlamıştır. Diğer yarısı
için de Allah’tan korksun!" denilmektedir.
Sevgili Peygamberimiz evlenmeye gücü yetenlerin gecikmeksizin
evlenmelerini tavsiye etmiştir. Resûl-i Ekrem bir gün çevresindeki gençlere
şöyle buyurmuştur: "Ey gençler
topluluğu! Evlenme imkanı bulanınız evlensin. Çünkü evlenmek, gözü haramdan
çevirmek ve iffeti korumak için en iyi yoldur. Evlenme imkanı bulamayan da oruç
tutsun. Çünkü orucun, kişi için şehveti kesme özelliği vardır."
Peygamber Efendimiz, "Kadınla
dört şey için evlenilir: Malı, soyu, güzelliği ve dini için. Sen dindar olanını
seç ki iki elin bereket görsün!" buyurarak, evlenecek kişileri geçici
heveslere ve zevklere kapılmama konusunda uyarmış.
"Ey
Rabbimiz! Eşlerimizi ve çocuklarımızı bize göz aydınlığı kıl ve bizi Allah’a
karşı gelmekten sakınanlara önder eyle. " [87]
Örnek bir aile oluşturmak isteyen Hz. Peygamber, o günün toplum
yapısında fazla bir hakkı olmayan kadına değer veriyor ve hayatının en önemli
kararı olan nikâh konusunda görüşüne başvurulup rızasının alınmasının gerekli
olduğuna işaret ediyordu. Nitekim bir defasında "Kendi onayı alınmadıkça dul kadınla, kendisinden izin alınmadıkça
da bakire kız ile nikah yapılmaz."
Resûl-i Ekrem kız çocuklarının izni olmadan evlendirilmelerini hoş
karşılamadığı gibi, kız çocuğunun da kendi başına velisinden habersiz, izinsiz
bir şekilde evlenmesini de hoş karşılamamıştır.
Toplumun nüvesini oluşturacak olan ailenin oluşumunda toplumdaki
birçok birey sevinç ve heyecan içinde bu mübarek merasime şahit olmalıydı.
Gizli saklı, insanların katılımından ve şahitliğinden kaçarak gerçekleşen
evlilikler her zaman şüpheli idi. Onun için farklı münasebetler vesilesiyle Hz.
Peygamber, "Bu nikahı ilan edin, onu
(topluma açık olan) mescitlerde yapın ... " buyuruyordu. Çünkü o
dönemde camiler, mescitler duyurunun yapılacağı en uygun mekanlardı.
Özel hayat
Özel hayatın mahremiyetini ihlal edecek davranışlarda bulunanların
gerçek mümin değil, olsa olsa münafık olabileceğini hatırlatan Hz. Peygamber,
başkalarının evlerini gizlice kolaçan edenlerin cezasının, Allah tarafından
rezil edilmek olduğunu şu şekilde vurgulamıştır:
"Ey
diliyle iman edip, kalbine iman girmemiş olan kimseler! Müslümanların gıybetini
yapmayın ve onların gizli hallerini araştırmayın. Çünkü her kim onların gizli
hallerini araştırırsa Allah da onun gizli halini araştırır. Allah kimin gizli
halini araştırırsa onu evinde bile (gizlice yaptıklarını ortaya çıkararak)
rezil eder.”
Diğer
yandan özel hayatın mahremiyeti çerçevesinde insanların duyulmasından
hoşlanmadıkları yahut çekindikleri konuşmalarına kulak kabartmak ahirette
acıklı bir cezaya maruz kalmayı gerektirecektir. Nitekim Peygamber Efendimiz,
"Kim bundan
hoşlanmadıkları ya da kendisinden uzaklaştıkları halde bir grubun konuşmalarına
kulak kabartırsa, kıyamet günü kulağına kurşun dökülür ... " buyurarak
cezanın şiddetini vurgulamaktadır.
İnsanların
özel hayatındaki kusurların araştırılıp ortaya dökülmesi, toplumun ahlaken
yozlaşmasına yol açabilecek bir tutumdur.
Diğer
şahıslara ve topluma zarar vermeyen kişisel kusurların örtülmesi ve mümkünse "iyiliği tavsiye, kötülükten
sakındırma" prensibi çerçevesinde uyanlarda bulunulması dinimizin bir
gereğidir. Ancak bu tür suçların takibi için aile mahremiyetinin ve mesken
masuniyetinin ihlali doğru görülmemiştir. Bu yüzden evinde dini bir yasağı
ihlal ettiği halde kimseye zararı dokunmayan bir kimsenin özel hayatı saygındır
ve onun mahremiyeti de dinimize göre koruma altındadır.
Gizlilik
hakkı yalnızca yabancı evlere izinsiz girme ve gizlice gözetleme konusuyla
sınırlı olmayıp örneğin bir hadiste, izinsiz olarak başkasının
kitabını/mektubunu okumak da bu kapsamda değerlendirilmiştir. Buradan hareketle
fotoğraf ya da kamera vasıtasıyla başkasının görüntülerini elde etmek, telefon
ve benzeri sesli iletişim cihazlarını dinlemek ve kaydetmek, internet üzerinden
ve sair yollardan başkasına ait her türlü şahsı bilgi ve belge ele geçirmek
gibi konuların da mahremiyet sınırları içinde olduğunu söylemek mümkündür.
Aile huzuru
Veda
Hutbesi'nde müminlere bıraktığı vasiyet ve son nasihatlerinden birisi, "Kadınlar hakkında Allah’tan sakınmaları gerektiği" olmuştur.
Çünkü kocaları, "Onları Allah’ın bir emaneti olarak almışlar ve Allah’ ın adıyla (nikah kıyarak) onları
kendilerine helal kılmışlardır.”
"Müminlerin
iman bakımından en olgun olanları, ahlakı en iyi olanlarıdır. Sizin en
hayırlılarınız da hanımlarına karşı en iyi davrananınızdır." buyuran bir Peygamber'in tutum ve davranışı, bizim için yegane
örnek olmalıdır.
"İnsanlara
merhamet etmeyene Allah da merhamet etmez." buyuran Allah Resulü, aile
içinde veya dışında insanların birbirlerine zulmetmesini, eziyet etmesini
yasaklamıştır.
Hz.
Peygamber Müslümanı "elinden ve
dilinden diğer Müslümanların (insanların) güvende olduğu kimse" olarak
tanımlarken, "bu dünyada insanlara
işkence edenlerin Allah’ ın azabına maruz kalacağı" uyarısında bulunmuştur.
Kur'an-ı
Kerim, ana babaya saygı ve iyi muamele hususuna birçok ayette işaret etmiştir.
Evladın yanında yaşlanan anne baba için, "Onlara
öf bile demeyin.' buyurarak, ebeveyni kırabilecek her türlü davranıştan
uzak durulması gerektiğini bildirmiştir. Dikkat edilirse ayetin ifadesi sadece
fiziki şiddeti değil, onları üzüp gücendirebilecek her türlü söz ve davranışla
uygulanabilecek manevı şiddeti de yasaklamaktadır.
Resûl-i
Ekrem Müslüman ailesinin nasıl olması gerektiğini ümmetine göstermiştir. "Küçüğümüze merhamet etmeyen,
büyüğümüze saygı göstermeyen bizden değildir." buyururken, aileden
başlayıp toplumla devam eden bir sevgi ve saygı medeniyetini inşa etmek
istemiştir.
Hanımları taşıyan develeri süren hizmetçiye, "Ne yapıyorsun yavaş ol! Cam gibi narin (hanım) yolcularına
mukayyet ol!" şeklinde uyanda bulunması, onun genelde kadınlara, özel
olarak da kendi eşlerine karşı zarafetinin açık bir göstergesidir.
Boşanma
Hz.
Aişe validemiz anlatıyor: Boşanma ile ilgili ayetler nazil olmadan önce bir
kişi karısını dilediği kadar boşuyordu. İddeti içerisinde hanımına döndüğü
takdirde, o kadın onun eşi sayılırdı. Yüz kere dahi boşasa durum değişmezdi.
Nihayet günün birinde bir adam karısına, "Allah’a yemin ederim, seni öyle
bir boşayacağım ki benden uzaklaşıp ayrılamayacağın gibi, seni ölene kadar da
karım olarak barındırmayacağım!" dedi. Kadın, "Bu nasıl olacak?" diye sorunca adam da "Seni
boşayacağım, iddetin dolmak üzereyken tekrar sana döneceğim!" diye
cevap verirdi.
Hz.
Aişe anlatmaya devam ediyor: "Bu
durumda olan kadınlardan biri yanıma geldi. Bir şey diyemedim. Resulullah (sav)
gelince durumu ona bildirdim. O da bir şey demeden sustu. Kısa bir müddet sonra
Bakara süresinin 229. ayeti indi: "(Dönüş yapılabilecek) boşama, iki defa
olabilir. Üçüncüsünde evlilik ya iyilikle devam eder veya güzel bir şekilde
sona erdirilir.
Peygamberimiz
(sav), "Yüce Allah’a en sevimsiz gelen meşru işlerden biri,
boşanmadır." buyurarak, boşanmanın ancak zorunlu durumlarda
başvurulabilecek bir yöntem olduğunu belirtiyordu.
Bizim
toplumumuzda da görülen boşanma sebeplerinden birisi eşlerin yakın aile
çevrelerinin evliliğe müdahale etmek istemeleridir. Bu durum evliliğin
dengesini bozmakta ve çiftin birbirine duyduğu saygıyı sekteye uğratmaktadır.
Peygamber Efendimiz, "Kadını
kocasına karşı kışkırtan bizden değildir ... " buyurarak karı kocanın
arasını bozmanın, onların huzurunu kaçıracak söz ve eylemlerde bulunmanın
Müslüman'a yakışmayacağını belirtmektedir.
Resulullah
bir seferde üç talak ile boşamayı uygun görmemiştir. Nitekim bir erkeğin
karısını üç talakla bir seferde boşadığı haber verilince Resulullah (sav)
öfkeyle ayağa kalkmış ve "Ben
aranızda iken Allah’
ın Kitabıyla mı oynuyorsunuz!" buyurmuştur.
Öte
yandan boşamanın geçerli sayılabilmesi için, boşayan kişinin o esnada akli
melekelerinin tam, iradesinin hür olması gerekmektedir. Hadislerde akli dengesi
yerinde olmayanın, öfkesinden dolayı dengesini kaybeden kimselerin talakının
(boşanma sözü) geçersiz olduğu zikredilir. İbn Abbas'ın görüşüne göre ise zor
kullanılarak boşayan kişi ile sarhoşun talakı da geçerli değildir.
Eşler arasında meydana gelecek şiddetli geçimsizlik ve kötü
muamele durumunda nasıl davranılması gerektiği konusunda Allah şöyle yol
gösteriyor:
"Eğer karı
ile hocanın aralarının açılmasından korkarsanız, o vakit kendilerine erkeğin
ailesinden bir hakem, kadının ailesinden bir hakem gönderin. İki taraf (arayı)
düzeltmek isterlerse, Allah da onları uzlaştırır.”[88]
Anne ve Baba
Peygamber Efendimize, “Amellerin
en üstünü hangisidir?” diye sorulunca o şöyle cevap vermişti: “Vaktinde kılınan
namaz ve anne babaya iyilik etmektir…”
Resulullah
büyük günahların en büyüğünü sıralarken “Allah’a ortak koşmanın hemen ardından anne
babaya isyan ve eziyet etmeyi sayması gayet düşündürücüdür.
"Rabbin hoşnutluğu anne
babanın hoşnutluğuna bağlıdır. Rabbin öfkesi ise, anne babanın öfkesine
bağlıdır. ” hadisi, üzerinde iyice
düşünülmesi gereken bir hadistir.
Unutulmamalıdır ki Peygamber Efendimiz, “Anne baba, kişinin cennete girmesine vesile olacak en yüce kapılardan
birisidir. Bu kapıdan girme fırsatını kaybetmek ya da değerlendirmek artık
senin arzuna kalmış!” buyurmuştur.
Sıla-i rahim
akrabalık bağları
Akrabalar arası ilişkiler konusu Kur'an'ın en temel öğretileri
arasında yer alır. Yüce Rabbimiz birçok âyette akrabaya hakkını vermeyi, yardım
ve iyilik etmeyi emretmekte, akrabalık haklarına riayetsizlikten sakındırmakta
ve akrabalık bağlarını koparmanın, fitne ve fesat ile ilişkisinden söz
etmektedir.
Akrabalar ile
ilişkilerin sürdürülmesinde din farkı dahi dikkate alınmaz. Şirk ve küfür gibi
konularda anne babaya itaat edilmesi yasaklansa da onlarla dünyada beraberlik
ya da beşerî ilişkilerin sürdürülmesi istenir.
Genel olarak
yardım elini uzatmada, özel olarak zekât ve sadakada en yakınlardan başlanır.
Bu durum, Peygamber Efendimizin “el-akrab,
fe'l-akrab” şeklinde ifade ettiği üzere, en yakından uzağa doğru devam
eder.
Herhangi bir
yoksula verilen, bir sadaka sayılırken; yoksul akrabaya verilen, biri sadaka,
diğeri sıla-i rahim olmak üzere iki sadaka sayılır.
İlgi ve
ilişkiyi sürdürmeyi fazlasıyla hak eden yakın akrabalardan biri de teyzedir.
Kültürümüzdeki “Teyze ana yarısıdır.”
ifadesi, bu konudaki hadislerin aynasıdır. Bir adam Resulullah’a gelerek sorar:
“Ey Allah Resûlü! Ben büyük bir günah işledim, bana tövbe
imkânı var mı?” Allah, “Annen var
mı?” diye sorar. Adam, “Hayır.”
deyince, “Teyzen var mı?” diye sorar.
Adam, “Evet.” diye cevap verir. Bunun
üzerine Allah, “Öyleyse git ona iyilik
yap!” buyurur ve ekler, “Teyze, anne
konumundadır.”
“Teyze, anne
konumundadır.” hadisi, miras
hukuku çerçevesinde değil, ilgi, sevgi ve merhamet açısından yakınlığın bir
ifadesi olarak anlaşılmalıdır.
Resûl-i Ekrem'in
öğretisine göre, “Sıla-i rahim yapan,
akrabasından gördüğü iyiliğe iyilikle karşılık veren kimse değil, akrabası
kendisine iyiliği kestiğinde dahi onlara iyilik yapandır.”
“Sevabı dünyada iken verilecek iyilik, (başkalarına) iyilik etmek
ve akraba ile ilgilenmektir. Cezası dünyada iken verilecek kötülük de haddi
aşarak azgınlık yapmak ve akraba ile iyi ilişkiyi kesmektir.”
Kadın (Saygın
birey)
Peygamberimiz (sav),
“...Dikkat
edin! Sizin hanımlarınız üzerinde hakkınız olduğu gibi, hanımlarınızın da sizin
üzerinizde hakları vardır...” diye
hatırlatmada bulunmuştur. Diğer bir ifadesinde "Sizin en hayırlınız hanımlarına karşı en iyi davrananınızdır.”
diyordu. Âdemoğlu için iyi bir eşe sahip olmanın ne büyük bir nimet
olduğunu hatırlatıyor, onun bu nimetin kıymetini bilmesini istiyordu. “Allah, bir kimseye iyi bir hanım vermişse, dininin yarısında ona yardım
etmiş demektir. Artık diğer yarısı için de, Allah’a karşı kendisine çeki düzen versin.”
Peygamber'in
tanımlaması muhteşem ve ürpertici idi:
Allah’ın emaneti! “...
Kadınlar hakkında Allah’tan korkun. Çünkü siz, onları Allah emaneti olarak aldınız ve Allah’ın adını anarak (nikâh kıyıp) kendinize helâl
kıldınız.” buyurmuştu. Gün gelecek, asıl sahibi emanetini geri alacak ve
ona hangi muameleyi lâyık gördüğünü erkeğe soracaktı.
Bir
defasında, “Dünya (geçici) bir nimettir.
Dünyanın en değerli nimeti ise iyi/saliha kadındır.” demişti.
Bir gün Hz.
Ömer'e,
“Kişinin sahip olabileceği en hayırlı hazineyi sana söyleyeyim
mi?” dedikten sonra, saliha yani iyi huylu bir kadını tarif
etmişti Allah’ın Resûlü: “(Kocası) yüzüne baktığında ona huzur
veren, ondan bir şey istediğinde yerine getiren ve kocasının yokluğunda onun
saygınlığını koruyan iyi/saliha bir kadın!”
Kadının
Peygamber öğretisi ile edindiği haklar, kıyamete kadar korunmalıydı. Oysa Allah
Resûlü’nün vefatının ardından kadın konusunda yaşanan gelişmelerin hiç de iç
açıcı olmadığını Abdullah b. Ömer şöyle itiraf ediyordu:
“Biz Allah
Resulü zamanında hakkımızda vahiy iner de
azarlanırız korkusuyla kadınlarımıza karşı kötü söz söyleyemez ve istediğimiz
gibi davranamazdık. Ne zaman ki, Resullullah vefat etti, işte o zaman ağır konuşmaya ve rahatça dilediğimizi
yapmaya başladık.”
Yaşlılık
Yaşlılık;
İnsanoğlunun, iyisi ve kötüsü ile geride bıraktığı ömrünü sorgulama zamanı...
Kimine göre son demleri zamanın, kendini ölüme her zamankinden bir adım daha
yakın hissettiği... Kimine göre ise vuslata uzanan son kıvrımı yolun...
Ölüm bir yok
oluş değil, Yaratıcıya açılan bir kapıdır. Mevlânâ'nın deyişiyle, iyiler için “şeb-i arûs” yani düğün gecesidir ölüm. Hz.
Peygamberin ifadesiyle, Allah’ın rahmeti, rızası ve cenneti müjdelendiği vakit,
mümin Allah’a kavuşmayı diler. Allah da ona kavuşmayı diler.
Peygamber
Efendimiz dualarında sık sık ihtiyarlık ile gelen âcizlikten Allah’a
sığınmaktadır:
“Allah'ım! Cimrilikten,
tembellikten, ömrün en rezil/düşkün zamanından, kabir azabından, hayatın ve
ölümün fitnesinden sana sığınırım.”
Ölüme
bir adım mesafede olduğu hâlde dünyalık heveslerin peşinde koşuşturan insanın
durumu daha da acıdır. Peygamber
Efendimiz, “Âdemoğlu büyürken beraberinde
şu iki şey de büyür: Mal sevgisi ve uzun ömür/yaşama isteği.” buyurarak
insanın, ihtiyarlasa bile bazı nefsanî arzularından vazgeçemeyeceğini ifade
etmektedir.
İnsan,
birlikte yaşamanın gereği olarak çevresi ile sürekli irtibat hâlinde olmak,
insanî ilişkilerini sürdürmek ister. Yaşlılık döneminde çevresine olan
bağlılığı daha da artar. Bu dönemde yaşlıları sosyal ortamlardan uzaklaştırmak,
dışlamak onları mutsuzluğa ve yalnızlığa itmek demektir. Hâlbuki Allah Resûlü, “Beli bükülmüş ihtiyarların toplum için bir
rahmet kaynağı olduklarını, diğer insanların onlar sayesinde nimete kavuştuğunu
bildirir.”
Peygamber
Efendimiz, “Rabbin rızası, anne babanın
rızasına bağlıdır. Rabbin öfkesi ise anne babanın öfkesine bağlıdır.” buyurarak, anne babayı hoşnut etmenin Allah'ı
hoşnut etmek gibi olduğunu ifade etmiştir.
Peygamber
Efendimizin, “Akrabalarıyla ilişkisini
kesen kimse cennete giremez.” şeklinde koyduğu genel kural, elbette
öncelikle anne baba için geçerli olacaktır. Anne ve babası yanında yaşlanıp da
onlara hürmet ve ihsanda bulunmayan kimsenin durumunun ne derece vahim olduğunu
anlatırken Sevgili Peygamberimiz, “Burnu
yere sürtünsün!” buyurur. Ve bu sitem dolu ifadeyi üç defa tekrarlar.
Ashâb,
“Yâ Resulallah, kimdir o?” diye sorunca Resulullah,
“Yanında
annesi ile babasından biri yahut her ikisi ihtiyarlayıp da cennete giremeyen
kişidir.”
“Eğer
onlardan biri ya da her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa, sakın
onlara 'Öf!' bile deme, onları azarlama, onlara tatlı ve güzel söz söyle.
Onlara merhamet ederek tevazu kanadını indir ve de ki: 'Rabbim! Tıpkı beni küçükken
koruyup yetiştirdikleri gibi sen de onlara merhamet et.”[89]
âyet-i
kerimesinde ifade edildiği gibi evlât, anne babasına bu şekilde bol bol dua
edeceği gibi aynı zamanda anne babanın hayır dualarını da almaya çalışmalıdır.
Çünkü onların duası reddolunmayacak dualar arasındadır.
Hatta sadece
anne baba değil, diğer yaşlılar da duası kabul edilen kimseler arasındadır.
Nitekim Peygamber Efendimiz, “sağlık,
giyim kuşam gibi ihtiyaçlarını gidermek her Müslüman için bir vazifedir.
Toplumsal
hayat
Resûlullah
(sav) şöyle buyurmuştur:
“İnsanların en kötüsü, şerrinden dolayı insanların kendisinden
çekindiği kimsedir."
Resulullah,
Ashâbına, “kimseye eziyet etmemeyi”
hayatlarının temel düsturu olarak öğütlemişti. Nitekim o Müslüman'ı, “elinden
ve dilinden Müslümanların
(insanların) selâmette olduğu” ; mümini
ise “insanların canları ve malları
hususunda kendilerine zarar vermeyeceğinden emin oldukları” kimse
olarak tanımlamıştı.
Resûl-i Ekrem’in
öğrettiği toplumsal ahlâka göre gücü yeten müminler, gücü yetmeyenlerin
hizmetinde olmalıydı. Resulullah,
“Dul bir kadının
ve fakirin işleri için koşturan kimse, Allah yolunda cihad eden
yahut geceyi namazla gündüzü oruçla geçiren kimse gibidir.” buyurarak,
hizmet ehli olmanın Hak katındaki kıymetini bildirmişti. Nitekim insanların en hayırlısı, onlara en faydalı olandır. Sizin en
hayırlınız, ailesine karşı en hayırlı şekilde davrananlarınızdır.” buyururken,
Müslümanların başkalarından önce en yakındakilerle iyi ilişkiler kurması
gerektiğini vurgulamıştı.
Kişinin yakın
çevresini oluşturan komşularla ilişkilerine de özen göstermesi gerekiyordu. Allah’a
ve âhiret gününe iman eden kişi, komşusuna eziyet etmemeli aksine onunla iyi
ilişkiler kurmalıydı. Nitekim şehirleri gerçek anlamda yaşanılabilir ve
müreffeh kılan şey, sağlıklı bir zemine oturmuş insan ilişkileriydi. Resulullah,
Müslüman olmayanları da toplumun birer ferdi olarak dikkate alırdı. Bu nedenle
iman ehli olmasalar da müminlerin Gayri Müslimlere [90] karşı
Allah katında sorumlu olduklarını hatırlatmıştı.
O, İslâm
toplumunun koruması altında yaşayan bir gayrimüslimin canına kast edenin,
âhirette kırk yıllık mesafeden dahi duyulan cennetin kokusunu duyamayacağını bildirmişti.
“Allah
sizinle din uğruna savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik
yapmanızı ve onlara âdil davranmanızı yasaklamaz.”[91] âyet-i kerimesi gereğince,
savaş hâli dışındaki zamanlarda onlarla en güzel şekilde medenî ilişkiler
kurmayı tavsiye etmişti.
Allah Resûlü'ne
göre insanlardan uzak durmayı gerektiren başka hâller de vardı. Eğer bir
toplulukta günah işleniyor ve o günahı engellemenin imkânı bulunamıyorsa, kişi
o ortamdan uzaklaşmalıydı. Nitekim Hz. Peygamberin, kötü arkadaşın demirci körüğüne benzediğini, kıvılcımıyla yakmasa bile
kötü kokusuyla rahatsız edeceğini söyleyerek şerli insanlarla araya mesafe
koymanın gerekliliğini hatırlatıyordu.
Efendimiz,
haklı olduğu hâlde bile tartışmaya girmekten kaçınan kimse için cennetten bir
köşk verilmesine kefil olduğunu bildirmişti. Bununla, kavga ve tartışma durumunda kişinin haklılığını ispat
için sözü uzatmak yerine, karşısındakileri daha fazla incitmemek ve herkesin
yanlışını anlamasına bir fırsat vermek adına oradan ayrılması gerektiğini
vurgulamıştı.
Toplumsal dayanışma
Ve Ülfet Müslümanca Yaşama Sanatı
İslam
inancına göre, kişiyi Allah nezdinde daha değerli ve şerefli kılacak olan şey, Allah’a
iman etmesidir. Fakat bu konumu hak, hukuk ve adalet açısından ona herhangi bir
ayrıcalık tanımadığı gibi, fazladan sorumluluklar yüklemektedir.
"İnsanların
en hayırlısı, insanlara en fazla yararı dokunandır." şeklindeki hadis de bunu ortaya koymaktadır.
"Her kim
İslam'da güzel bir gelenek başlatırsa, hem yaptığının ecrini hem de kendisinden
sonra aynı şeyi yapanların ecrini kazanır. Onu yapanların kendi ecirlerinden de
bir şey eksilmez. Her kim de İslam'da kötü bir gelenek başlatırsa, hem
yaptığının günahını hem de kendisinden sonra onu yapanların günahını yüklenir.
Onların günahlarından da hiçbir şey eksilmez."
Yarım
hurma kadar bile olsa kişinin tasaddukta (sadaka vermesi) bulunması, insanın sahip olduğu her bir eklemi karşılığı her gün
için bir miktar sadaka vermesi, hayatın her anını ve yapılan her şeyi ibadete
çevirmektedir. Nitekim Sevgili Peygamberimiz iki kişi arasında adaletle hükmetmeyi, hayvanına binmek ya da eşyasını
yüklemek isteyen birine yardımda bulunmayı, sarf edilen güzel sözleri, namaza giderken
atılan her bir adımı veya yolda insanları rahatsız eden herhangi bir engeli
ortadan kaldırmayı ibadet olarak nitelemiş ve bunların sadaka olduğunu
beyan etmiştir.
"Mümin
cana yakındır. (İnsanlarla) yakınlık kurmayan ve kendisiyle yakınlık kurulamayan
kimsede hayır yoktur." buyurmuştur.
Hediyeleşmeyi
de aynı amaçla teşvik eden Sevgili Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:
"Kendisine
bir ikramda bulunulan kişi, imkanı varsa karşılığını versin. İmkanı yok ise
(ikramda bulunanı) hayırla yad etsin. Çünkü hayırla yad eden kimse, teşekkür
etmiş olur. Bunu yapmayan ise nankörlük etmiş olur . .. "
“Kim
cehennemden uzaklaştırılıp cennete girmek isterse Allah ve ahirete inanırken
ölüm kendisine erişsin. İnsanların kendisine nasıl davranmalarını istiyorsa o
da insanlara öyle davransın …”
Resullulah,
kendisi için ayağa kalkılmasından hoşlanmazdı. Bir keresinde asasına dayanarak bir topluluğun yanına geldiğinde,
onlar Resulullah için ayağa kalkmışlardı. Bu tutum karşısında Resulullah, "Farslıların
ulularına yaptıkları gibi yapmayın." diyerek onları uyarmıştı.
Allah Resulü, "Kendisi cehennem ateşine ve
cehennem ateşi de kendisine haram olan kişiyi size bildireyim mi? Cana yakın,
yumuşak huylu, kolaylaştırıcı kimse." buyurmuştur.
Örf Ve adetler
Örf ve âdetler toplumun alışkanlıklarının bir ürünüdür ve sahip
olunan değerleri yansıtır. Allah Resûlü de ashâbına
iyilik yapmalarını, sonraki nesillere örnek olmalarını tavsiye ediyordu.
Yaptıkları iyilikler sonraki nesiller tarafından kabul görüp uygulandıkça
onların da kazanılan ecre ortak olacakları müjdesini veriyordu.
Ebû Zer el-Gıfârî, annesinin zenci olması sebebiyle Bilâl-i
Habeşî'yi ayıplamış ve Bilâl durumu Allah Resûlü'ne bildirmişti. Kutlu Elçi, “Ebû Zer, onu annesi sebebiyle mi aşağıladın?
Demek ki sen kendisinde (hâlâ) câhiliye izleri olan bir kimsesin!” buyurarak
Ebû Zerr'i ikaz etmişti.
Komşu Hakkı
Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Komşusunun, kendisine kötülük
yapabileceği kaygısından kurtulamadığı kimse cennete giremez.”
“Allah ve âhiret gününe iman
eden ya hayır söylesin ya da sussun! Allah ve âhiret gününe iman eden komşusuna eziyet etmesin! Allah ve âhiret gününe iman eden misafirine ikram
etsin.”
Bir sahabenin
anlattığına göre, birlikte oldukları bir sırada Resulullah art arda üç kez, “Vallahi iman etmemiştir.” der.
Meraklanan sahâbîler, “Kim, yâ Resûlullah?” diye sorduklarında Resulullah, “Komşusunun,
kendisine kötülük yapabileceği kaygısından kurtulamadığı kimse” cevabını verir.
Resulullah
kendisine yöneltilen sorulara verdiği cevaplarda nafile olarak çok fazla oruç
tutmasa, namaz kılmasa veya sadaka vermese bile komşusunu rahatsız etmeyen
kişinin cennete gideceğini, çok namaz kıldığı, oruç tuttuğu ve sadaka dağıttığı
hâlde komşusuna eziyet eden kimsenin ise cehenneme gideceğini belirterek bir
başka açıdan güzel komşuluğun önemine dikkatleri çekmiştir
Komşuya
yapılacak ikram konusunda Rahmet Peygamberi'nin Ebû Zerr'e yaptığı tavsiye son
derece dikkat çekicidir: “Çorba
pişirdiğinde suyunu biraz fazla koy, sonra komşularına bak, uygun bir şekilde
çorbandan onlara da ikram et.”
Komşuyla iyi
ilişkilerin sürdürülmesini tavsiye eden Allah Resûlü, kendisi için istediğini
kardeşi/komşusu için istemeyen kimsenin (gerçek mânâda) iman etmiş olmayacağını
belirtmiştir.
Abdullah b.
Amr'ın (ra) evinde bir koyun kesildi. Geldiğinde ailesine, 'Yahudi komşumuza ikram ettiniz mi?' diye ısrarla sordu. Ardından
da şunları söyledi: 'Resûlullah'ı şöyle derken işittim: 'Cebrail bana komşu hakkından o kadar çok bahsetti ki komşuyu komşuya
mirasçı kılacak zannettim.'
“Bir Müslüman
öldüğünde, en yakın komşularından üç hane halkı kendisinin iyi bir insan
olduğuna şahitlik ederlerse, Yüce Allah, 'Bildikleri kadarıyla şahitlikte bulunan
kullarımın şahitliğini kabul ettim ve (onun hakkında) kendi bildiklerimi de
bağışladım.' buyurur.”
Komşu
hakkındaki nebevî uyarılara kulak veren bir mümin, komşuya zarar verecek veya
onu rahatsız edecek davranışlardan kesinlikle uzak duracak, kendisi için arzu
ettiğini onun için de arzu edecek, kendisi için istemediğini onun için de
istemeyecektir. Çünkü komşu olması ona bir ayrıcalık sağlamaktadır.
Kendisi
için “ne iyi komşu” diye şiirler söylenen Sevgili Peygamberimiz,
komşunun gözetilip kollanmasını, iyi yönlerinin anlatılmasını istemiş, onun hoş
olmayan ve özel hayatla ilgili hâllerinin ifşa edilmesini ise yasaklamıştır.
Dostluk
Bir
topluluğu sevdiği halde onlarla birlikte olamayan kimsenin durumu kendisine
sorulduğunda da Sevgili Peygamberimiz, "Kişi sevdiğiyle beraberdir."
müjdesini vermiştir. Seven ve tüm kalbiyle sevdiklerine tabi olan ve onlara
özenen insan, hiç görüşmemiş olsa bile onların dostluklarını kazanacak ve ebedi
alemde o sevdikleriyle birlikte olacaktır.
İki
insan arasında sıradan bir ilişkinin çok ötesinde derin bir sevgi ve saygıyı
ifade eden dostluk, insan olmanın bir gereğidir. Allah Resulü, "Mümin cana yakındır. (İnsanlarla)
yakınlık kurmayan ve kendisiyle dostluk kurulamayan kimsede hayır yoktur.”
buyurmuştur. Bununla birlikte, "Kişi
dostunun dini üzeredir. Bu yüzden her biriniz, kiminle dostluk ettiğine dikkat
etsin. "
Kutlu
Nebi, arkadaşın kişi üzerindeki etkisini, dolayısıyla iyi arkadaşın önemini bir
örnekle anlatmıştır: "İyi arkadaşla
kötü arkadaşın örneği, misk taşıyan kimse ile körük üfüren kimse gibidir. Misk
taşıyan ya sana onu ikram eder yahut sen ondan (miski) satın alırsın ya da
ondan güzel bir koku duyarsın. Körük üfüren kimse ise ya elbiseni yakar ya da
ondan kötü bir koku duyarsın!"
İnsanlar
arası ilişkilerde iyilikle kötülüğün aynı olmadığını belirten Yüce Rabbimiz, " ... Kötülüğü en güzel şekilde sav.
Bir de bakarsın ki seninle arasında düşmanlık bulunan kimse sanki sıcak bir
dost oluvermiştir." buyurmaktadır.[92]
Bununla
birlikte Hz. Ali, "Sevdiğini ölçülü sev, belki bir gün düşmanın olur.
Nefret ettiğinden de ölçülü nefret et, belki bir gün dostun olur."
uyarısında bulunmuştur. Sevgili Peygamberimiz, “Mümin bir delikten iki here sokulmaz!" buyurarak dostluk ve
arkadaşlık ilişkilerinde uyanık olunmasını istemektedir.
Dostluk,
karşılıklı saygı ve değer vermeyle gerçekleştirilebilir. Dolayısıyla, kadim
zamanlardan beri söylenen, "Senin kendisine verdiğin değeri sana vermeyen
insanların sohbetinde hayır yoktur." vecizesi unutulmamalı, dost edinirken
dikkatli ve seçici davranılmalıdır.
Allah
Resulü, "Üç haslet vardır ki onlar
kimde bulunursa Allah onun hesabını
kolaylaştırır ve onu rahmetiyle cennetine sokar." Meraklanan ashabı,
"Bunlar nedir ya Resulallah?" diye sorduklarında Peygamberimiz,
"Sana
vermeyene vermen, sana zulmedeni affetmen ve sana gelmeyene gitmendir." der." Bunları yaptığımda elde edeceğim şey nedir?" diye
soran sahabiye ise "Kolayca vereceğin bir hesap ve Allah’ın rahmetiyle
cennete girmen." diye cevap verir.
Sevgili
Peygamberimiz, “kişinin baba dostuna
yaptığı iyiliği, iyiliklerin en iyisi" olarak nitelendirmiştir.
Hz. Ömer, ilgilendiği bir davada şahitlik yapacak kişiye,
"Seni tanımıyorum, gerçi seni tanımamam şahitliğine engel değil ama yine
de seni tanıyan birini getir." der. Orada bulunanlardan biri, "Ben bu
kişiyi tanıyorum." diye konuşmaya katılır. Hz. Ömer ona dönerek,
"Nasıl bilirsin?" diye sorduğunda, "Adil ve şerefli biri olarak
bilirim." diye cevap verir. Ancak bu kısa cevapla yetinmeyen Hz. Ömer
sormaya devam eder: "Gecesini gündüzünü, gelenini gidenini bildiğin yakın
komşun mu?" Karşısındaki kişi, "Hayır." diye yanıtlar.
"Dini hassasiyetini ortaya koyan ticari bir ilişkiniz oldu mu?" diye
sorduğunda adam, "Hayır." diye yanıtlar. "Güzel ahlakını
belirgin bir şekilde gördüğün bir yolculuğunuz oldu mu?" sorusuna tekrar,
"Hayır." cevabını alınca Hz. Ömer, "Sen onu tanımıyorsun."
diyerek tanımanın göz aşinalığından farklı bir şey olduğuna dikkat çeker.
Ardından da şahitlik yapacak kişiye dönerek, "Git, seni tanıyan birini
getir." der.
Selamlaşma
Resûlullah
(sav) şöyle buyurmuştur: “İman etmedikçe
cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Size,
yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir iş göstereyim mi? Aranızda
selâmı yayın.”
Bir
adam Resûlullah'a, “İslâm'da hangi davranış daha hayırlıdır?” diye sorunca Hz.
Peygamber şöyle cevap vermiştir: “(Başkalarına)
yemek yedirmen, tanıdığına ve tanımadığına selâm vermen.”
Resûl-i
Ekrem kişinin yalnızca tanıdığı kimselere selâm vermesini kıyamet alâmeti
olarak nitelendirmiştir.
Selâm
vermeyi “sadaka” olarak nitelendiren
Resûl-i Ekrem, kendi sağlığında selâmlaşmaya büyük önem vermiş, erkek kadın,
genç yaşlı kimseyi selâmından mahrum bırakmamıştır. Özellikle kadınlara ve
çocuklara selâm vererek ashâbına örneklik etmiştir.
İslâm'da
“selâm”, barışın ve güvenin sembolü,
iyi niyetin göstergesidir. Müslümanlar, bu güzel ve anlamlı sözcükle
birbirlerine selâmetin kaynağı olan Allah-ü Teâlâ'nın korumasını dileyerek en
güzel duayı yapmaktadır.
Daha önce de söylediğimiz gibi Merhaba, günaydın vs de
selâmlaşmadır. Ancak dikkat edilirse bunları selamdan ayıran en önemli husus
selamın ayrıca bir "dua"
özelliği taşımasıdır.
Selamın
"dua" fonksiyonunu Resulullah'ın
şu sözünde görürüz:
Zaman
zaman mezarlığa gidip, “Selâm size ey
müminler diyarı! Size yarın verileceği vaad olunan şey verilmiştir. Sizler
bekletilmedesiniz, inşallah biz de
size katılacağız.”
Cennetin
kapılarını açmak mecazi bir ifadedir yani yaşamı cennetleştirmektir, yani
yaşamda güvenin Kapısını açmaktır
Hediyeleşmek
Peygamber
(sav) şöyle buyurmuştur:
“Hediyeleşin. Çünkü hediye,
gönülden kini söküp atar…”
Bir
gün Hz. Peygamber (sav) bir şey taşıyarak Hz. Aişe'nin yanından çıkan bir
kadınla karşılaştı ve ona “Bu nedir?”
diye sordu. Kadın, “Bunu Aişe'ye hediye ettim ama kabul etmedi.” dedi. Hz.
Peygamber, Aişe'nin yanına girince ona, “O kadının hediyesini kabul etseydin ya!” dedi. işe, “Yâ Resûlullah, o muhtaç birisi ve
getirdiği hediyeye benden daha çok ihtiyacı var.” diye cevap verdi. Bunun
üzerine Hz. Peygamber, “Peki
hediyesini kabul edip ona daha iyi bir şey veremez miydin?”
Resûlullah'ın
(sav) “hediyeleşme” söz konusu
olduğunda hiç hoşlanmadığı şey rüşvet ve iltimas maksadıyla hediye
verilmesiydi. Nitekim Hz. Peygamber, zekât toplama memuru olarak
görevlendirdiği sahabe, dönüşte, “Yâ Resulallah şu sizin, şu da bana hediye
edildi!” şeklinde sarf ettiği sözlere son derece üzülmüş, “Anne babanın evinde otursaydın da bir baksaydın bakalım; sana
hediye veriliyor muydu verilmiyor muydu!” diyerek onu azarlamıştı.
Zira
kişinin bulunduğu makam ve görev dolayısıyla verilen hediyeler insanlar
arasındaki sevgi bağlarını geliştirmez. Hatta görev istismarına götürebilen bir
rüşvet şekline dönüşebilir.
Rüşvet
kokusu taşıyan her hediyeyi ribâ (faiz) ile eşdeğer tutan Hz. Peygamber, “Bir kimse, bir kardeşi için aracılık yapar
da kardeşi de sırf aracılığı karşılığında kendisine hediye verir, o da bunu
kabul ederse, faiz kapılarından büyük bir kapının önüne gelmiş demektir.”
buyurmaktadır
Hz.
Peygamber, “Sizin en hayırlınız, borcunu
en iyi şekilde ödeyeninizdir.”
Adaleti
ile tanınan Halife Ömer b. Abdülazîz'in, “Resûlullah (sav) zamanında hediye,
hediye idi; bugün ise rüşvettir.” sözüne bakılırsa uhrevî muhasebe bilincinin
zayıfladığı, adlî otoritenin güçlüler ve zenginler lehinde zaafa uğradığı
kargaşa zamanlarında hediyenin, ismi aynı kalsa bile mahiyet değiştirerek
rüşvete dönüşebileceği anlaşılmaktadır.
Sözün özü: Kendi uygulamam: Gelen hediye kişinin kendi ürettiği bir şey ise
(yüksek değerde değilse) kabul ederim. Satın alınan şeylerde ise "Aynı
şeyi içim sızlamadan" ben hediye edebileceksem kabul ederim. Ancak tecrübe şunu
gösteriyor; kamu görevlisinin kolay
kolay hediye kabul etmemesi gerekir.
Hasta ziyareti
Hastalığında
ziyaret edilmeyi müminin mümin üzerindeki haklarından biri olarak nitelendiren
Hz. Peygamber, şiddetli veya hafif oluşuna bakmaksızın ashabından hasta
olanları ziyarete gitmiştir.
Sevgili
Peygamberimiz,
"Kim
güzelce abdest alır ve sevabını Allah’tan umarak (hasta olan) Müslüman
kardeşini ziyaret ederse, yürünerek yetmiş yılda kat edilecek bir mesafe kadar
cehennemden uzaklaştırılır." müjdesini
vermiştir.
Kutlu
Nebi, hastayı yoklayıp hatırını sormanın ne derece önemli olduğunu anlatırken,
Yüce Rabbimizin bu davranışı kendine yapılmış bir ziyaret olarak kabul ettiğini
belirtmektedir. Bu bağlamda, ahiret gününde kul ile Rabbi arasındaki hasta
ziyaretinin ne anlama geldiğini öğreten karşılıklı bir konuşmayı Hz. Peygamber
şu şekilde aktarmaktadır: ''Allah-ü Teala kıyamet günü, 'Ey ademoğlu! Ben hasta
oldum da sen beni ziyarete gelmedin!' diyerek kuluna sitem eder. Buna şaşıran
insan, 'Ya Rabbi! Sen alemlerin Rabbisin. Ben seni nasıl ziyaret edebilirdim
ki?' der. Halı Teala, 'Bilmiyor muydun? Falan kulum hasta oldu ama sen onu
ziyarete gelmedin. Ziyaret etseydin, beni onun yanında bulacağını bilmiyor
muydun?' buyurur. "
Hastaya
dua etmeyi öğütleyen Allah Resulü, "Ziyaret için bir hastanın yanına
girdiğinde ondan senin için dua etmesini iste. Zira onun duası, meleklerin
duası gibidir." tavsiyesinde bulunmaktadır.
Rahatsızlandığında
kendisini ziyarete gelen Abdullah b. Mes'üd, "Çok ızdırabın var. Bu durum
senin için iki kat ecre vesile olacaktır." dediğinde Hz. Peygamber şöyle
cevap vermiştir: "Evet. Başına bir
sıkıntı gelen hiçbir Müslüman yoktur ki Allah (bu sıkıntı sebebiyle) ağacın yapraklarının dökülmesi gibi onun
günahlarım dökmesin."
Sevgili Peygamberimiz müminin başına gelen herhangi bir bela veya
rahatsızlığın onun günahlarına kefaret olacağını belirtmiştir.
Yöneten ve yönetilen
Resulullah
(sav) şöyle buyurmuştur:
“Yönetim işi ehil olmayan kimselere verildiği zaman kıyameti
bekle!”
“Herhangi bir
idareci, kapısını ihtiyaç sahibine, yoksula ve elinde hiçbir şeyi olmayan
fakire kapatırsa, ihtiyaç ve fakirlik içine düştüğünde Allah da göğün (cennetin)
kapılarını onun yüzüne kapatır.”
“Devlet
otoritesi en büyük hamidir. Haksızlıklarla onun vasıtasıyla (yani hukuk
yoluyla) mücadele edilir ve onun vasıtasıyla (tehlikelerden) korunulur. Şayet
bu otoriteyi kullananlar, Allah’tan sakınmayı emreder ve adaletle hükmederlerse
bu yaptıklarından sevap kazanırlar. Bunun aksine davranırlarsa vebalini çekerler.”
“Müslüman bir
kimsenin hoşlandığı ve hoşlanmadığı her hususta (yöneticisini) dinleyip itaat
etmesi gerekir; ancak kendisine Allah’a isyanı gerektiren bir şey emredilmesi
hâriç”
Ebû Zer (ra)
de vali olmak isteyenlerdendi. Bir gün
“Ey Allah Resûlü! Bana idari görev vermiyor musun?” diye
sordu. Bu isteği karşısında Allah Resûlü eli ile Ebû Zerr'in omzuna vurdu ve ona,
“Ebû Zer! Sen zayıfsın. İdarecilik ise emanettir. Gerçekten hakkıyla yerine
getirmeyen ve gereğini eda etmeyenler için bu vazife kıyamet gününde rezillik
ve pişmanlıktır.” buyurdu.
O hâlde,
Efendimizin ona yöneticilik vazifesi vermemesi, ahlâkî yönden bir noksanlığı
olduğu için değil, idareciliği hakkıyla yerine getirmesini sağlayan özel
meziyetlere sahip olmamasından kaynaklanıyordu.
Çünkü
yöneticilik için sadece ahlâkın güzel olması yeterli değildi. Bunun yanında
idarecinin karşılaşacağı durumlar ile baş edebilmesi için özel kabiliyetlere
sahip olması gerekiyordu.
İdarecilik,
kişinin omuzlarına yüklenen en ağır sorumluluklardan biri idi. Sevgili
Peygamberimiz bu sorumluluğu,
“Hepiniz
birer çobansınız/sorumlusunuz ve hepiniz yönettiklerinizden mesulsünüz. Devlet
başkanı bir sorumludur ve yönettiklerinden mesuldür. Evin beyi bir sorumludur
ve yönettiklerinden mesuldür. Evin hanımı da bir sorumludur ve yönettiklerinden
mesuldür.”
İnsanların
sorumluluğunu üstlenip bunu hakkıyla taşıyabilmek ise herkesin başarabileceği
bir iş değildi. Bu nedenle Allah Resûlü, idarecilerin seçimine çok önem
vermişti. Yöneticiliği en iyi şekilde yerine getirmek ancak âdil davranmak ile
mümkün idi. Adalet ise yöneticinin liyakatli olması ile gerçekleşebilirdi.
Resûlullah’a
kıyamet ne zaman kopacak diye soran sahabiye; “Emanet zayi edildiği zaman kıyameti bekle!” diye buyurdu Allah’ın Resûlü. Bedevî, “Emaneti zayi etmek nasıl olur?” diye sorduğunda ise Resulullah,
“Yönetim işi ehil olmayan kimselere
verildiği zaman kıyameti bekle!” buyurdu.
Allah Resûlü,
insanların idareciliğe getirilmesinde liyakat
sahibi olmayı en önemli kıstas olarak belirlemişti. Ancak kişilerin
kendilerini ehliyetli görerek idarecilik arzusuyla görev talebinde
bulunmalarını hoş karşılamamıştı.
Aslında Allah
Resûlü, nefsî arzuları tatmin için yöneticilik talep etmeyi yasaklamıştı. Fakat
idarenin ehil olmayan kimselerin eline geçmemesi için, liyakatli olanların
yöneticilik talep etmesi ve hizmet için koşması, hizmete koşması da mümkündü.
Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de bildirildiğine göre, Hz. Yusuf zindandan çıkınca
Mısır hükümdarına, “Beni ülkenin hazinelerine bakmakla görevlendir. Çünkü ben iyi bir
koruyucu ve bilgili bir kişiyim.”
demiş ve hükümdar da güvenilir ve ilim sahibi bir kimse olduğunu bildiği için
onun bu talebini kabul etmişti.
Allah Resûlü'
nün idarecilerden yapmalarını istediği ilk şey, yönetimlerinde âdil
davranmalarıdır.
İdareciliğe
getirilen kişinin halkın problemleriyle ilgilenmesi beklenir. Çünkü Allah Resûlü'
nün sünnetine göre idarecilik, halk için sorumluluğu üstlenmeyi, onlar için
gayret etmeyi gerektirir.
“Müslümanların
idaresini üstlenip de onlar için çalışmayan ve onları doğruya yönlendirmeyen
yönetici, onlarla birlikte cennete giremez.” buyurmaktadır.
“Allah’ın,
bir gruba yönetici yaptığı kişi, o grubu doğruya yönlendirmek için çaba sarf
etmezse, cennetin kokusunu dahi alamaz.”
Allah Resûlü
yönetimde önemli konularda ashâbıyla sürekli istişare hâlinde olmuş ve
kararlarını istişareler sonucunda vermiştir.
Allah Resûlü
yöneticilerin halka sû-i zanda bulunarak şüpheli muamelesi yapmamalarını
istemiştir. Böyle bir tavır içerisine girmenin tehlikesini ise şöyle ifade
etmiştir: “Bir yönetici, idaresi altında
bulunan kimselere sû-i zan ile muamele yapmaya kalkışacak olursa onları fesada
sürükler.”
“Herhangi bir
idareci kapısını ihtiyaç sahibine, yoksula ve elinde hiçbir şeyi olmayan bir
fakire kapatırsa, ihtiyaç ve fakirlik içine düştüğünde Allah da göğün (cennetin)
kapılarını onun yüzüne kapatır.”
Peygamberimizin
tanımladığı âdil yönetici, yönettiklerinin dertlerini dinler, onlara çözümler
bulur, onların her türlü ihtiyacını gidermeye çalışır, onlara hoş muamele eder,
hiçbir fark gözetmeksizin eşit davranır, adam kayırma, rüşvet gibi yöntemlere
başvurmaz. Hak etmediği şeye el uzatmaz, yalan söylemez, halkının güvenini
kazanır... Adaletle yönetilen böyle bir toplumda huzur ve barış hâkim olur.
İsyan, kargaşa ve terör bu toplumdan uzak olur
Allah Resûlü Veda Haccı'nda toplanan büyük
kalabalığa da,
“Ey insanlar! Allah karşı
sorumluluk bilinci içerisinde olun. Sizin başınıza kulağı kesik Habeşli bir
köle bile getirilmiş olsa Allah’ın
Kitabı'na göre hareket edip size de onu uyguladığı sürece emirlerini dinleyin
ve itaat edin!” şeklinde seslenmiştir.
Sevgili
Peygamberimiz yöneticiye karşı içtenlikle davranmayı en doğru işlerden kabul
etmiş, yönetici zalim olduğunda ise onun karşısında hakkı söylemeyi cihadın en
faziletlisi olarak nitelemiştir.
Resulullah bir başka hadiste
şöyle buyurmuştur:
“Müslüman bir kimsenin hoşlandığı ve hoşlanmadığı her hususta
(yöneticisini) dinleyip itaat etmesi gerekir; ancak kendisine Allah’a isyanı gerektiren
bir şey emredilmesi hâriç. Eğer kendisine Allah’a isyanı gerektiren bir emir verilirse, bunu dinleme ve buna itaat etme
yoktur.” buyurmuştur.
Adalet
Resûlullah
(sav) şöyle demiştir.
“Yedi sınıf insan vardır ki Allah onları gölgesinden (himayesinden) başka
gölgenin (himayenin) olmadığı günde, bizzat kendi gölgesinde (himaye edecektir)
gölgelendirecektir: Âdil yönetici,...”
“Yönettikleri insanlara,
ailelerine ve sorumlu oldukları kişilere karşı adaletli davrananlar, Allah katında, Rahmân'ın yanında nurdan minberler
üzerinde ağırlanacaklar.”
Adalet
kayıtsız şartsız eşitlik olarak anlaşılmamalıdır. Adalet, her hak sahibine
hakkının verilmesidir. Mutlak eşitlik prensibi ile hareket etmek her zaman
adaleti sağlamayabilir
Peygamber
Efendimizin vefatına yakın bir zamanda verdiği şu mesaj çok manidardır: “Ey insanlar! Şunu iyi biliniz ki Rabbiniz
birdir, babanız da birdir. Arap'ın Arap olmayana, Arap olmayanın Arap'a, beyaz
tenlinin siyaha, siyah tenlinin de beyaza bir üstünlüğü yoktur.”
Resulullah,
adalet bilincin hâkim olduğu bir ailede yetişen çocuk, gelecekte hayata
atıldığı zaman kendine karşı olduğu gibi diğer bütün insanlara da adalet ile
muamelede bulunacaktır.
Resullulallah’ ın verdiği müjdeye göre, âdil yönetici, duaları reddedilmeyen üç
grup insandan biridir.
Peygamber
Efendimiz Allah’u Teâlâ' kıyamette adil yöneticiyi, kendi özel himayesinde
tutacağı yedi sınıf insandan ilki olarak zikretmiştir. Bu büyük günde Allah’ın
en çok kızdığı kişiler ise en şiddetli azaba uğrayacak olan zalim idareciler
olacaktır.
“Sizden
önceki insanlar şu yüzden helâk oldular: Onların ileri gelenlerinden biri
hırsızlık yaptığında onu bırakırlar, güçsüz ve zayıf biri çaldığında ise onu
cezalandırır"
Hayatın her alanında adalet söz konusudur. Devlet yetkilisi
halkına, âmir memuruna, baba çocuklarına, öğretmen öğrencisine, satıcı
müşterisine, işçi işverenine, ev sahibi kiracısına, kısacası herkes muhatabına
karşı âdil olmalıdır.
Haklara
riayet
Peygamber
(Sav) şöyle buyurdu:
“Allah’ın kulları üzerindeki
hakkı, Allah’a ibadet etmeleri ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmamalarıdır.
Kulların Yüce Allah üzerindeki hakkı ise kendisine ortak koşmayan kimselere
azap etmemesidir.”
“Müslüman'ın
Müslüman üzerindeki hakkı beştir: Selâmı almak, hastayı ziyaret etmek, cenazeye
katılmak, davete icabet etmek ve aksırana Allah’tan rahmet dilemek.”
“Kim
kardeşine haksızlık etmişse, onunla helalleşsin…
“Allah’ın kulları üzerindeki
hakkı, kendisine hiçbir şeyi ortak koşmamaları ve O'na ibadet etmeleridir. Bunu
yaptıkları takdirde kulların Allah
üzerindeki hakkı: Allah’ın onlara
azap etmemesi, onları cennetine koymasıdır.”
Allah’ın
hakları, sadece ibadetleri değil, bütün fertlerin yararını ilgilendiren
toplumsal konuları da kapsamaktadır.
Toplumda bir
haksızlığı önlemek veya hakkı tespit etmek amacıyla Allah rızası için şahitlik
yapılmasını isteyen âyetler bu kapsamdadır. Aynı şekilde toplum düzenini
sağlamak için verilen cezaların da Allah hakkı olduğu kabul edilmiştir.
Peygamber Efendimizin, zekâtı vermenin Allah hakkı olduğunu bildiren hadisleri
de yine aynı yöndedir.
Resulullah,
ibadete düşkünlüğünden dolayı Abdullah'ı çok severdi. Bir müminin ibadet etmesi
ve bu şekilde kulluk bilincini ortaya koyması şüphesiz her türlü övgünün
üstündeydi ama her şeyin de bir ölçüsü vardı. Abdullah devamlı oruç tutmakta,
gece gündüz demeden namaz kılmaktaydı. Bu sebeple günlük hayatın gereklerini
yerine getirmiyor, eşini ve çocuklarını ihmal ediyordu. Durumu haber alan Allah
Resûlü onunla konuşmak istedi:
“Hiç ara
vermeden, peş peşe sürekli oruç tutuyor, geceleri de sürekli namaz
kılıyormuşsun. Aman böyle yapma. Çünkü senin üzerinde gözünün hakkı var,
nefsinin hakkı var, ailenin (eşinin) hakkı var. Bazı günler oruç tut, bazen
tutma. Namaz kıl, uykunu da uyu. On günde bir oruç tutsan, diğer dokuz gün için
de sevap alırsın.”
“Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye
yarattım.”[93] âyetinde de dikkat çekildiği üzere ibadet,
insanın varlık sebebidir. Buna rağmen Allah Resûlü, böylesine önemli olan
ibadetin, belirli ve insanın gücüne göre tespit edilmiş ölçüler içinde yerine
getirilmesini istemiştir.
Hayat hakkı
yanında, mal mülk gibi maddî değerlerin; izzet, şeref ve namus gibi kişilik
değerlerinin korunması da temel haklardandır. Nitekim Resulullah bütün
insanlığa hitaben şöyle buyurur:
“(Ey insanlar!) Bu
(Zilhicce) ayınız da, bu (Mekke) şehriniz de, bu (arefe) gününüz de nasıl
saygın ise, kanlarınız, mallarınız ve ırzlarınız (şeref ve namuslarınız) da
aynı şekilde saygın (dokunulmaz)dır.”
Hz. Peygamber
(sav) (namazın sonunda) selâm verdiği zaman;
“Allâhümme
ente's-selâmü ve minke's-selâm, tebârekte yâ ze'l-celâli ve'l-ikrâm.” (Allah'ım! Sen barış ve esenliksin, barış ve esenlik senden gelir.
Yücelik ve ikram sahibi olan Allah'ım! Sen ne mübareksin.) derdi.
Dinimiz tüm
inananların kardeş olduğunu ilân etmiş, bu kardeşliği pekiştirecek işleri
yapmalarını inananlardan istemiştir. Bu noktada Hz. Peygamber bir Müslüman'ın
diğerine üç günden fazla dargın durmasını yasaklamıştır. Ayrıca iki kişinin
arasını düzeltmenin nafile oruç, namaz ve sadakadan daha üstün bir davranış
olduğunu söylemiş, iki insanın arasını açmanın da barışın kökünü kazıyan bir
davranış olduğunu belirtmiştir.
İnsanlık, kurtuluşu, refahı, huzuru maddede aradıkça, insan hayatı
değersizleşmiş, kıymetini yitirmiştir. Oysaki Allah Teâlâ, insan hayatını
mukaddes kabul etmiş, ona çok büyük ehemmiyet vermiş, haksız yere bir kişiyi
öldürmeyi bütün insanlığı öldürmek, bir insanın hayatını kurtararak yaşamasına
vesile olmayı da bütün insanları yaşatmak olarak nitelendirmiştir.
Şiddet
En azılı düşmanlarına karşı dahi şiddete başvurmayan Rahmet
Peygamberi, Müslümanların da hiçbir şekilde şiddete başvurmalarına müsaade
etmedi.
Şiddet,
genellikle hak ve adaletten uzaklaşmış idareciler tarafından bir yöntem olarak
kullanıla geldiği için Hz. Ömer de bu hususta valilerini uyarma ihtiyacı
hissetmişti. O, şiddet ve baskının Müslüman idarecilerin tavrı olamayacağını
belirttiği bir konuşmasında insanlara şöyle seslenmişti:
“...Allah’a yemin ederim ki
memurlarımı (valilerimi) sizi dövsünler mallarınızı haksız yere alsınlar diye
göndermiyorum. Bilakis size dininizi ve dininizi nasıl yaşayacağınızı
öğretsinler diye gönderiyorum. Bunlardan farklı bir muameleye tâbi tutulanınız
olursa derhâl bana bildirsin. Canım elinde bulunan Allah yemin ederim ki, böyle bir şey yapan
memuruma kısas uygulayacağım (yaptığının aynısıyla cezalandıracağım).”
Hz. Ömer'in
sözlerinden de anlaşılacağı üzere insana hizmet etmek için var olan
idarecilerin halkı terbiye etmek ve kendilerine itaatkâr hâle getirmek için
şiddet içeren uygulamalarda bulunması Peygamberin getirdiği dinin ruhuyla
bağdaşmamaktadır.
Toplumda huzuru sağlamak ve insanları barış içerisinde bir arada
yaşatmak İslâm'ın temel hedefidir.
Bunun
sağlanabilmesi için bütün insanlara eşit davranmak, temel hak ve özgürlüklere
saygı göstermek gerekmektedir. Allah Resûlü, insanlara şiddet uygulamak bir
yana, inanç, renk, ırk, makam, cinsiyet ve yaş ayırt etmeden herkese karşı
şefkatli ve merhametli davranmıştı. Nitekim sevgili eşi Hz. Âişe, “Resûlullah (sav), Allah yolunda cihad
hâriç eliyle hiç kimseye vurmadı. Ne bir kadına ne de bir hizmetçiye!..”
diyerek buna dikkat çekmişti.
“Kim bir zimmîye (anlaşmalı Müslüman
olmayan vatandaşa) zulmedip onun hakkını vermezse, ona gücünün yetmediği bir
yük yüklerse veya rızası olmaksızın ondan bir şey alırsa kıyamet günü ben onun
hasmı olacağım.” buyuran Hz. Resulullah, gayrimüslim bile olsa insanların
haksızlığa ve şiddete maruz bırakılamayacaklarını belirtmişti.
Nitekim bir
defasında Medine çarşısında malını pazarlarken, “Musa'yı bütün âlemlere üstün kılan Allah’a yemin ederim.” diyen bir Yahudi ile onun bu yemininden hoşlanmayan
bir Müslüman arasında çıkan tartışmada, ensardan bir tokat yiyen Yahudi,
devletin güvencesi altında olduğu için durumu hemen Allah Resûlü'ne iletmiş,
insanlığın Peygamberi ise Medineli sahâbînin bu yaptığına çok öfkelenmişti.
Yine bir
keresinde ganimet develerini çalanların peşine düşüp onları geri getiren Seleme
b. Ekvâ'ın, develeri çalanların üzerine askeri birlik gönderilmesini istemesi
üzerine, “Ey Ekvâ oğlu! Sen alacağını aldın, onları affet, şiddete başvurma!”
buyuran Hz. Peygamberin, kime karşı olursa olsun şiddete başvurmayı
yasaklamıştır.
Şiddet denilince
akla ilk gelen şey, fiziksel taciz olmakla birlikte, bunun dışında şiddetin bir
de psikolojik ve mânevî olanı vardır ki onun insan üzerinde meydana getirdiği
tahribatın telâfisi çok daha zordur. İnsana hakaret etmek, onu aşağılamak ve
sözle veya değişik işaretlerle onunla alay etmek psikolojik şiddet
türlerindendir. İnsanın kişilik gelişimini engelleyen ve onu mânevî baskı
altında tutan bu tür davranışlar kabul edilemez.
Yüce Allah, “İnsanları arkadan çekiştirip, kaş göz
hareketleriyle alay edenlere yazıklar olsun!” âyetiyle, kaş göz hareketleri ve benzeri
işaretlerle de olsa insanlarla alay etmeyi, onları ayıplamayı, başkalarına
kusur ve eksiklik isnat ederek toplumda küçük düşürmeyi yasaklamıştır.
Müslümanlar için uyulacak en güzel örnek olan Hz. Peygamber,
insanların ibadet yaparken bile sağlıklarını bozacak davranışlardan
kaçınmalarını istemiştir. Nitekim bir adam hac ibadetini yürüyerek yapmayı
adamış, fakat yürümeye mecali kalmadığı için iki kişinin omuzlarına tutunarak
yürümeye başlamıştı. Hz. Peygamber adamı bu hâlde görünce, “Bu adama ne oldu?” diye sormuş, adamın Kâbe'ye yürüyerek gitmeyi
adadığı kendisine söylenmişti. Bunun üzerine, “Bu adamın kendine eziyet etmesine Allah’ın ihtiyacı yoktur. Ona söyleyin de bineğine binsin!” buyurmuştu.
Emri bil maruf
(İyiliği emretmek)
Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur.
“Bir kötülük
gören kişi, eli ile değiştirmeye gücü yetiyorsa onu eli ile değiştirsin. Buna
gücü yetmez ise dili ile değiştirsin. Buna da gücü yetmezse kalbi ile (o
kötülüğe) tavır koysun, (onu hoş görmesin). Ve bu da imanın asgarî gereğidir.”
“Küçüğümüze
merhamet etmeyen, büyüğümüze saygı göstermeyen ve iyiliği emredip/teşvik edip
kötülükten sakındırmayan/uzaklaştırmayan bizden değildir.”
“Aralarında
günahlar işlenip durduğu hâlde bu günahları işleyenlerden daha güçlü ve onları
engellemeye muktedir iken bunu yapmayan topluluğun hepsine birden Yüce Allah azap verir.”
“Bir kötülük
gören kişi, eli ile değiştirmeye gücü yetiyorsa onu eli ile değiştirsin. Buna
gücü yetmez ise dili ile değiştirsin. Buna da gücü yetmezse kalbi ile (o
kötülüğe) tavır koysun (onu hoş görmesin). Ve bu da imanın asgarî gereğidir.” buyurmuş, yapılan
kötülükten rahatsızlık duymayan kişinin kalbinde ise zerre kadar imanın
bulunmadığını ifade etmiştir.
Başkasına
iyilikleri telkin edip kötülüklerden uzaklaşmasını öğütleyen kişi, öncelikle
özeleştiri yapmalı, kendisinde bu söylediklerine muhalif bir özellik olup
olmadığını gözden geçirmeli, başkalarından önce kendini düzeltmelidir.
İyiliği
tavsiye edip kötülükten uzaklaştırmaya çalışmada üslûp çok önemlidir. Bu görevi
yerine getiren kişiler müjdeleyici ve kolaylaştırıcı olmalı, nefret ettirici ve
zorlaştırıcı olmamalı, insanları hikmetle ve güzel öğütle iyiliğe çağırmalı ve
onlara yumuşak, hoşgörülü ve merhametli davranmalıdır.
“Sizden, hayra çağıran, iyiliği teşvik edip kötülükten sakındıran
bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.”
âyetinde ifade edildiği üzere,
İslâm dininde bu görevi üstlenen özel bir topluluğun olması öngörülmüştür. Bu
amaçla İslâm tarihinde “hisbe” adı verilen bir teşkilat oluşturulmuştur. Kamu
hukukuna dair meselelerle ilgilenen bu kurum emir bi'l-ma'rûf ve nehiy
ani'l-münkeri yerine getirmede birtakım özel yetkilerle donatılmış, yetkisini
aşan durumlarda ise olayları mahkemeye havale etmiştir.
Cihat
Gerçek anlamda cihad Allah’ın rızasını kazanmak ve Allah’ın hak
mesajını üstün tutmak amacıyla yapılırdı. Bu ise bazen mal bazen el bazen dil
ve gerektiğinde can ile Allah yolunda mücadele etmek anlamına geliyordu. Bu
mücadele öncelikle insanın kendi nefsi ile olan cihadı ile başlıyordu. Çünkü
Yüce Rabbimiz,
“Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar
olan ateşten koruyun...”
buyuruyordu.
Müslüman'ın nefsi ile olan cihadı,
dinî konulardaki cehaletin giderilmesi ile başlar. Kişinin İslâm'ı en güzel
şekilde öğrenip hayatını ona göre tanzim etmesi cihadın bireysel boyutunu
teşkil etmektedir. Fakat dinin emir ve yasaklarının öğrenilmesinin yanında
bunların uygulanmasında insanın karşılaşacağı birtakım zorluklar da vardır.
Bunların başında ise insanı kötülüğe sevk eden nefis vardır. Bunun için
Peygamber Efendimiz,
“...Mücahid, Allah’a itaat yolunda nefsi
ile cihad edendir...” buyurarak
nefsin arzuları ile baş etmenin zorluğuna işaret etmiştir.
Dünyanın,
insanı aldatan her türlü meşgalesini bir kenara bırakıp Allah rızasına uygun
bir hayat yaşayabilmek gerçekten de kolay bir iş değildir. İşte kişi, kendi
nefsi ile olan cihadında başarılı olabilirse, o zaman İslâm düşmanlarına karşı
olan cihadında da zafer elde edebilir.
Müslümanların
ordusuyla ve caydırıcı bir güç olan silahlı kuvvetleriyle her an savaşa hazır
olması, İslâm'a ve Müslümanlara karşı tehdit oluşturan unsurları caydırmaya
yönelik bir tedbirdir. Yüce Rabbimiz bu hususu, Hz. Peygamber dönemindeki
askerî güç ve imkânları hatırlatarak şöyle ifade etmektedir:
“Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve savaş atları
hazırlayın. Onlarla Allah’ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve bunlardan başka
sizin bilmediğiniz fakat Allah’ın bildiği diğer düşmanları korkutursunuz. Allah
yolunda her ne harcarsanız karşılığı size tam olarak ödenir. Size zulmedilmez.”
[94]
Yüce
Rabbimizin bizlere savaşa hazırlık yapmamız konusundaki bu emrindeki “savaş atları hazırlama” ifadesi sembolik
bir ifadedir. Çağımızdaki karşılığının ise her türlü savaş stratejisi, sıcak
savaş için düşmana karşı caydırıcılık özelliği taşıyan gerekli modern
silahların yanında soğuk savaş için kullanılan internet, televizyon, radyo gibi
basın yayın araçları, çeşitli okullar, üniversiteler gibi araçlar olduğu
düşünülebilir.
Cihad haksız
bir saldırı ve yok etme mücadelesi değil, aksine savunma, Müslüman'ın vatanında
kimliği ve kişiliği ile var olma ve kendi istiklâl ve bağımsızlığını koruma
yanında zulme ve zalime karşı milletinin hukukunu savunma çabasıdır. Hakkı
tutup kaldırmak ve yeryüzünde hakkın ve adaletin hâkim olmasını sağlamaya
çalışmaktır. Zulme ve zalime karşı hakkı savunmak bazen kalemle bazen kelâmla
olur.
Cihad yapmak eline silahı alıp körü körüne düşman üzerine yürümek
de değildir. Bilinçsizce yapılan bireysel şiddet uygulamaları asla cihad
değildir. Son yıllarda görülen ve Müslümanlara mal edilen şiddet olaylarını,
İslâm'ın mukaddes mefhumlarından bir olan cihad ile yan yana getirmek mümkün
değildir. Hele hele din adına kimi aldatılmış insanların intihar saldırılarını
caiz görmek, cihad kapsamında saymak hiç mümkün değildir. Bu kabil tedhiş
hareketleri, ne İslâm'ın ve ne de insanlığın yüksek değerleri ile bağdaşır.
Bunlar insanlığa karşı hunharca işlenmiş büyük
cinayet girişimleridir.
Şehitlik
Şehitlik, Allah yolunda canını vermeye hazır bir mümin için, iki
güzellikten biridir. Savaşta şehit olmayıp sağ olarak geri dönenler ise
gazilikle şereflenir. Resûlullah ise Allah’ın rızasını kazanmak için savaşa
çıkan ve bunun gereğini en güzel şekilde yerine getiren kişinin uykusunun da
uyanıklığının da sevap kazandıracağını bildirmiş ve gazileri “Allah’ın elçileri” olarak
tanımlamıştır.
Hz. Peygamber
(sav) şöyle buyurmuştur.
“Ölüp de Allah katında hayırlı bir
mertebeye erişen kullar içinde, şehitten başka hiç kimse kendisine
içindekilerle birlikte dünya verilecek olsa bile yeniden dünyaya gelmek
istemez. Şehit, şehitliğin ne kadar üstün bir mertebe olduğunu gördüğü için,
dünyaya dönüp bir kez daha şehit olmayı arzular. ”
“Kim
içtenlikle Allah için şehit olmayı dilerse yatağında
bile ölse Allah onu şehitlerin
makamlarına ulaştırır.”
Allah’ın
belirlediği şekilde hayatını devam ettiren kişilerin karşılaştıkları çeşitli
bela ve musibetlerin kendilerine mükâfat olacağı belirtilmiştir.
Allah Resûlü ibadetlerini istenilen şekilde yerine getirirken bela
ve musibetlerle karşılaşan, bu durumda da Allah’a isyan etmeyerek sabreden
insanların da şehitlik mertebesine ulaşacaklarını bildirmiştir.
Zulüm
Zulüm,
haksızlık etmek, hak sahibine hakkını vermemek, bir şeyi lâyığı olmayan yerde
kullanmaktır.
Şirki en
büyük zulüm olarak takdim eden Yüce Allah, “Ben zulmü kendime ve kullarıma
haram kıldım. O hâlde siz de birbirinize zulmetmeyin.” buyurur.
"Bir
kimse, komşusu onun kötü davranışlarından güvende olmadığı sürece iman etmiş
olmaz." buyuran Hz. Peygamber (sav),
komşuluk ilişkilerinde olumsuz davranışlarda bulunmayı da “zulüm ve haksızlık” olarak nitelendirmiştir.
Peygamberimiz
(sav); “Zalim de olsa mazlum da olsa
kardeşinize yardım edin.” buyurmuştur. Bir sahâbe "Kişi zalimse ona nasıl yardım
edeceğiz?” diye sorunca Peygamberimiz: "Zulüm
yapmasına engel olursun." buyurmuştur.
Bir
haksızlığa şahit olan herkes (gücü nispetinde), en az haksızlığa uğrayan kişi
kadar zulme karşı koymak, direnmek ve engellemeye çalışmakla sorumludur.
Resûlullah (sav) “...Mazlumun bedduasından sakın. Çünkü onunla Allah
arasında hiçbir perde yoktur.”
demiş, mazlumun bedduasını almamaları konusunda insanları uyarmıştır.
Dünya ve ahiret
Hz. Enes b. Mâlik de Allah Resûlü’nün en çok yaptığı duanın, “Allah'ım,
bize dünyada iyilik ver, âhirette de iyilik ver ve bizi cehennem azabından
koru!”
Resûl-i Ekrem,
dünya ile âhiret hayatını son derece çarpıcı bir benzetme ile mukayese
etmektedir: “Vallahi, âhiretin yanında dünya, ancak birinizin
parmağını denize daldırması gibidir; (parmağının) ne (kadar su) ile döneceğine
bir baksın! ”
Allah Resûlü'ne
ait bir hadis olmasa da hikmetli ve özlü bir söz olan, “Hiç ölmeyecekmişsin gibi dünyan için, yarın ölecekmişsin gibi âhiretin
için çalış!” şeklindeki meşhur deyiş de dünya ve âhiret dengesini vurgular.
Yüce Allah dünya ve âhiret hayatlarını bir ölçü ve denge içinde
yaşayan ve “Ne ticaretin ne de
alışverişin kendilerini Allah'ı
anmaktan, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyamadığı insanlardan”
övgüyle söz eder.
Dünyevileşmek
Kişinin Allah’a karşı olan sorumluluklarını unutup ahirete yönelik
hazırlık yapmaması dünyevileştiğinin göstergelerindendir.
Allah Resûlü,
Kur'ân-ı Kerîm'de gelip geçici olduğu defalarca belirtilen dünya hayatı için
aşırı derecede hırs yapılmasını anlamsız buluyordu. Bir gün Tekâsür sûresini
okurken ağzından,
“Âdemoğlu,
'Malım, malım!' der. Ey âdemoğlu! Acaba yiyip tükettiğinden, giyip
eskittiğinden ve sadaka verip (âhirette karşılığını almak üzere) önden
gönderdiğinden başkası senin malın mıdır?” “Kendisi ölür gider, malını
insanlara bırakır.” cümleleri dökülüvermişti.
Bir defasında
da Hz. Peygamber (sav), yeryüzünün bolluk ve nimetlerinin aldatıcı cazibesine
dair ashâbına uyarılarda bulunurken onlardan biri,
“Hiç hayır
(mal), şer getirir mi?” diye
sormuştu. “Elbette hayır (mal) ancak
hayır getirir.” karşılığını veren Efendimiz, “Bu dünya malı göz alıcı ve tatlıdır. Ne mutlu sahip olduğu maldan
yoksullara, yetimlere ve yolda kalmışlara verenlere! Malını haksızlık yaparak
kazanan ise bir türlü doymak bilmeyen obur kimse gibidir. Kıyamet gününde bu
mal onun aleyhine şahit olacaktır.” buyurmuştu.
Yüce
Yaratıcı' nın,
“Onlar, ne ticaretin ne de alışverişin kendilerini Allah'ı
anmaktan, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoymadığı insanlardır. Onlar
kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar.”[95]
şeklinde
tavsif ettiği bir mümine mal elbette hayır getirir. Çünkü böyle bir kimse mala
tamah etmeyecek, âhirete götüreceği sermayenin malı değil, sadece ameli
olduğunu hiç hatırından çıkarmayacaktır.
Şu hâlde
dünyevîleşmek, Allah'ı ve âhireti unutarak büyük bir hırsla dünyaya sarılmak,
hiç yok olmayacakmış gibi dünya malına düşkün olmaktır. Dünyevî imkânları elde
etmek ya da zengin olmak dünyevîleşmek değildir. Yeter ki insan elde ettiği
maddî imkânların mahkûmu olmasın, onları Allah’ın rızasına uygun bir şekilde
kullanabilsin.
Allah Resûlünün
üzerinde durduğu temel nokta budur. Nitekim sahip olduğu malın hakkını verip
şükrünü eda eden kimseler için zenginliğin olumsuz olması bir yana faydalı
yönüne de işaret ederek şöyle buyurmuştur: “Takva
ehli kimseler için zenginliğin bir zararı yoktur.” “İyi insan için, iyi mal ne
güzeldir!”
|
|||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
|
|
||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
|
|
|
||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
|
|
|
||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
|
|
|
||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
|
|
|
||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
|
|
|
||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
|
|
|
||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
|
|
|
||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
|
|
|
||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
|
|
|
||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
|
|
|
||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
|
|
|
||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
|
|
|
||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
|
|
|
||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
|
|
|
||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
|
|
|
||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
|
|
|
||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
|
|
|
||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
|
|
|
||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
|
|
|
||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
|
|
|
||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
|
|
|
||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
|
|
|
||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
|
|
|
||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
|
|
|
||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
|
|
|
||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
|
|
|
||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
|
|
|
||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
|
|
|
||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
|
|
|
||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
|
|
|
||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
|
|
|
||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
|
|
|
||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
|
|
|
||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
|
|
|
||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
|
|
|
||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
|
|
|
||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
|
|
|
||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
|
|
|
||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
|
|
|
||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
|
|
|
||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
|
|
|
||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
[1] Kuran-ı Kerimin geniş anlamı
[2] A’raf Suresi 63.
[3] Hz. Peygamberden kısa bir
süre sonra Müslümanların kendi aralarında yaptıkları ve binlerce seçkin sahbenin
öldüğü çok üzücü savaşlar
[4] Bir hadisi rivayet eden kimselerin adlarının tarihî sırayla kaydedildiği
bölüm, sened.
[5] Hz. Muhammed'in yaşamını
anlatan kitaplara verilen ortak ad
[6] Resûl-i Ekrem’in (s.a.s) gazve ve
seriyyelerinin tarihine ve bu konuda yazılan kitaplara verilen isimdir.
[7] Peygamberden önceki dönem
[8] Mâna yönünden birden fazla ihtimal taşıdığı için
anlaşılmasında güçlük bulunan lafız veya ifade.
[9] Dînen yapılması
kesin ve bağlayıcı olmaksızın istenen ve terkedilmesi kınanmayan işleri ifâde
eder.
[10] Allah’ın güzel isimleri
[11] Zerdüştçülük dinine mensup kişi.
[12] Bakara Sûresi'nin 255. âyet-i
kerîmesidir.
[13] Fatiha suresi
[14] A’raf Suresi 200. Ayet
[15] Nas Suresi
[16] Bu tür kelimelerdeki b. İfadesi “bin” yani oğlu anlamına gelmektedir.
Mesela; Enes b. Mâlik, “Malik in oğlu Enes”
[17] Enfal Suresi Ayet 2-3
[18] Ahzap Suresi 21. Ayet
[19] Ahzap Suresi 72. Ayet
[20] “sahâbeyle görüşüp konuşan, onlardan dini ve
sünenleri öğrenen kişiler”
[21]
Kasas Suresi 56. Ayet
[22]
Ayetteki “dilediğine” ifadesini bir kısım alimler “dileyene” şeklinde mana
vermişler. Ben de bu düşünceye katılıyorum. Çünkü “insana ancak çalıştığının
karşılığı vardır” ayetiyle Allah kazancı kişinin çabasına bağlı kılmıştır. Öbür
türlü yorum Allah'ın adaletine uygun olmayabilir.(Mk)
[23] Bakara suresi 2.Ayet
[24] Yunus
57.Ayet
[25] (Mk)
Yukarıdaki ayetlerden anlaşıldığı üzere kuran sevap kitabından ziyade anlamının
farkına vararak okunduğu takdirde insanları doğru yola yani hidayete
eriştirecektir.
[26] Enbiya Suresi 73. Ayet
[27] Yunus Suresi 9. Ayet
[28] Teğabun Suresi 11. Ayet
[29] A’raf Suresi 43. Ayet
[30] Yunus Suresi 108. Ayet
[31] Zümer Suresi 3. Ayet
[32] Leyl Suresi 5. Ayet
[33] Ali İmran 8. Ayet
[34] Muhacir sözcüğü, İslamiyet’in ilk yıllarında Mekke'den
Medine'ye göç edenler için kullanılmıştır. Sözcük bu dönemden beri dini bir
anlama da sahiptir. Peygamber ile birlikte Mekke'yi terk eden kimseler muhacir
olarak anılmaktadır.
[35] Lokman Suresi 4. Ayet
[36] İsra Suresi 80. Ayet
[37] İbrahim suresi 24. Ayet
[38]
Kalbinde küfür olduğu halde dışa Müslüman görüntüsü vermek
[39] Hud Suresi 112. Ayet
[40] Sebe Suresi 14. Ayet
[41] Maide Suresi 90. Ayet
[42] Bakara Suresi 286. Ayet
[43] Mü’min Suresi 60. Ayet
[44] Secde Suresi 16. Ayet
[45] Mü’min
Suresi 60. Ayet
[46] Furkan Suresi 77. Ayet
[47] Ali İmran Suresi 191. Ayet
[48] Bakara Suresi 186. Ayet
[49] Bakara Suresi 172. Ayet
[50] Ahzâb, 33/41-42.
[51] Bu hadiseyi farklı yorumlayıp adetli kadının
oruç tutabileceğine dair farklı görüşler var.
[52] Ankebut Suresi 45. Ayet
[53] Necm Suresi 62. Ayet
[54] Bakara Suresi 215. ayet
[55] Tevbe Suresi 103. ayet
[56] Bakara Suresi 261. Ayet
[57] Bakara Suresi 274. Ayet
[58] “ârızî hallere bağlı olmaksızın başta
konan aslî hükümlere verilen ad” şeklinde tarif ederler. Bu tarife göre azîmet
farz, vâcip, haram, mekruh, sünnet, nâfile ve mubah gibi bütün teklifî
hükümleri içine alır.
[59] Bazı mazeretlerden dolayı aslî hükmün gereğine
uymamayı meşrû hale getiren geçici hüküm.
[60] Bakara Suresi 185. Ayet
[61] Allah-ü Teala'nın ayetleri ile
Arapça olarak okunan Rukye, şifanın Allah'tan istendiği bir dua
şeklidir.
[62] Çünkü niyette samimiyet var.
[63] Nahl suresi 97. ayet
[64] Tahrim suresi 6. ayet
[65] Dinin emir ve tavsiyelerine uyma,
haram ve günahlardan kaçınma hususunda gösterilen titizlik anlamında bir kavram.
[66] Allah’a duyulan saygının gereği olarak başta
namaz olmak üzere ibadetlerin edası sırasında sükûnet ve tevazu içinde bulunma
anlamında terim.
[67] Bir düşünceyi veya teklifi kabul ya da reddetmeden önce onu
iyice değerlendirme anlamında terim.
[68] Lokman Suresi 4. Ayet
[69] Ali İmran Suresi 135. Ayet
[70] Bakara Suresi 155. Ayet
[71] İnsan Suresi 8. Ayet
[72] İnsan Suresi 8. Ayet
[73] Allah’a güvenip dayanma anlamında terim
[74] Talak Suresi 3. Ayet
[75] Fussilet Suresi 34. Ayet
[76] Şura Suresi 40. Ayet
[77] Yusuf Suresi 62. Ayet
[78] Bakara Suresi 224.
[79] Hucurat Suresi 12. Ayet
[80] Zumer Suresi 53. Ayet
[81] Nisa Suresi 85. Ayet
[82] Nisa Suresi 58. Ayet
[84] Mearic Suresi 19. Ayet
[85] İnsan Suresi 9. Ayet
[86] Bakara Suresi 216. Ayet
[87] Furkan suresi 74. ayet
[88] Nisa suresi 35. ayet
[89] İsra Suresi 23. Ayet
[90] Müslüman olamayanlar
[91] Mümtehine Suresi 8. Ayet
[92] Fussilet suresi 34. ayet
[93] Zariyat Suresi 56. Ayet
[94] Enfal suresi 60. ayet
[95] Nisa Suresi 37. Ayet
Yorumlar
Yorum Gönder