Yaşama Yön Veren Tavsiyeler 1

 

 

 

 

Yaşama Yön Veren Tavsiyeler  1          

                  

 

 

 

 

 

Murtaza Kamar

Defterdar

               

Diyanet İşleri Başkanlığının

Hadislerle İslam Adlı Eserinden

Özetlenmiştir

             1- 4. Ciltler

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“Müminler ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir. Onun âyetleri kendilerine okunduğu zaman (bu) onların imanlarını artırır. Onlar sadece Rablerine tevekkül ederler. Onlar namazı dosdoğru kılan, kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden Allah yolunda harcayan kimselerdir. İşte onlar gerçekten müminlerdir. Onlara, Rableri katında yüksek mertebeler, bağışlanma ve cömertçe verilmiş rızık vardır.” (Enfal 2-4)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İÇİNDEKİLER

 

1. CİLT   17

Hadis-Sünnet  17

Hadis Uydurma Faaliyetleri 19

Hadisin Altın Çağı ve Sonrası 20

Buhârî 20

Müslim    21

Oryantalizm (Doğubilim)  21

Hadis ve sünnetin anlaşılmasında temel ilkeler  22

Hadisleri Kur’ân-ı Kerîm ile birlikte ele almak  23

Hadisleri Resulün gönderiliş gayesi ile değerlendirmek  24

Hadis metinleri bağlamında özel ilke ve esaslar  25

Hadislerin söyleniş sebeplerini tespit etmek  25

Hadislerdeki teşbih, istiare, mecaz, kinaye  26

Hadislerde melek ve şeytan temsillerini bilmek  27

Metin dışındaki unsurlarla ilgili ilke ve esaslar  28

Hadisin değerini tespit etmek  29

Hadislerde konu edinilen varlıkları dikkate almak  31

Hadislerdeki illet ve hikmeti tespit etmek  31

Hadislerde muhatabı belirlemek  33

Hadislerdeki tedrîcîlik (Aşamalı Geçiş)  33

Hadislerde nesih olgusu   35

Müteşâbih Hadisler  36

Tıp ile ilgili hadisler  36

Sünnetin anlaşılması 38

Allah’a sığınma  43

Salavat  44

Allah’ın  İsim ve Sıfatları 45

Yaratılış  47

Cinler  49

İnsan   50

Şeytan   52

Ruh   54

Nefis  56

Zaman   58

Dünya  59

Ubudiyet-kulluk  61

Din   63

Vahiy  65

Bilgi (İlim)  66

Tefsir ve tevil 68

Sünnet  70

Fıkıh ve içtihat  72

Bilgi Ahlakı 75

Feraset  ( Sezgi )  79

Rüya  81

Hidayet  83

Allah’a İman   90

Ahirete İman   91

Kader  94

Mümin   97

Münafıklık  99

Şirk  101

Rızık/ Nimet  103

Fal, kehanet ve büyü   105

Bid’at ( Sonradan ihdas edilen)  108

2. CİLT   110

Mükellefiyet  110

İbadet  112

Dua  115

Duanın adabı 116

Şükür  118

Zikir  119

Tövbe  120

Abdest ve teyemmüm    122

Namaz  124

Namazın kılınışı 125

Oruç  127

Zekât  128

Sadaka  129

Hibe  132

Adak  133

Özgürlük ve ibadetler  135

Azimet ve ruhsat  136

Dinde aşırılık  137

İbadette itidal 142

3. CİLT   143

Güzel ahlak  143

Niyet ve davranış  144

Salih amel 145

Sevap ve günah   146

Sevgi 148

Merhamet  149

Sorumluluk  150

Takva  151

Huşu 152

İhlas  154

İhsan   155

Hasbilik  157

Hayır  158

Mutluluk ve mutsuzluk  159

Sabır  160

Haya  162

İffet - Öz Saygı 163

Cömertlik  164

Misafirperverlik  165

Bir şeyi veya bir kimseyi diğerine tercih etme  166

Vefakârlık  168

Ahde vefa söze sadakat  169

Tevekkül 169

Affetmek  170

Tevazu (Alçakgönüllük) ve kibir  171

Sadakat  172

Kardeşlik hukuku   174

Arabuluculuk  176

Hoşgörü   177

Söz söylemek  179

Doğru sözlü olmak  179

Zarif davranış  180

Gıybet  181

Dalkavukluk  183

İftira  184

İyi zan- Kötü zan   185

Hüsn-ü Zan Ve Sü-i Zan   185

İnsanların gizli hallerini araştırma  186

Şeytanın Telkini ( Vesvese)  187

Aldatmak  187

İsraf 188

Adam kayırma  189

Bencillik  192

İstismar  196

İhanet  197

Gösteriş  198

Kötülük  199

4. CİLT   202

Aile  202

Evlenmek hayatı paylaşmak  204

Nikâh   205

Özel hayat  206

Aile huzuru   208

Boşanma  209

Anne ve Baba  211

Sıla-i rahim akrabalık bağları 212

Kadın (Saygın birey)  213

Yaşlılık  215

Toplumsal hayat  217

Toplumsal dayanışma  220

Örf Ve adetler  222

Komşu Hakkı 222

Dostluk  224

Selamlaşma  227

Hediyeleşmek  228

Hasta ziyareti 230

Yöneten ve yönetilen   231

Adalet  236

Haklara riayet  237

Şiddet  240

Emri bil maruf (İyiliği emretmek)  243

Cihat  245

Şehitlik  248

Zulüm    249

Dünya ve ahiret  250

Dünyevileşmek  251

İNDEX I  255

İNDEX 2   261

 

 

Van-2020

 

 

 

 

 

Kısaltmalar ve Tanımlar

 

Mk:                       (Murtaza KAMAR) Özetleyeninin notu

 

Sahabe:               Hz. Muhammed’in sohbetinde bulunmuş olan                                Müslümanlar,

 

Hadis:                   Resulullah’ ın Kur’an âyetlerine ilişkin yaptığı açıklamalar, tefsir veya yorumlar.

 

Sünnet:                İlâhî buyrukları hayata geçirmek suretiyle gösterdiği uygulamalar   da “sünnet” olarak adlandırılır.

Enes b.:                Bu tür kelimelerdeki b. İfadesi “bin” yani oğlu anlamına gelmektedir. Mesela; Enes b. Mâlik, “Malik in oğlu Enes”

Sav:                        Sallallahu aleyhi ve sellem.

 

Ra:                          Radiyalluhu anh

 

Ebu:                       ..babası (Ebu Musa; Musa’nın babası)

 

 

 

 

 

 

Kâmil odur ki; koya her yerde bir eser,

Eseri olmayan yerinde yeller eser."

                         Hz. Hadimî

 

 

GİRİŞ

 

“Türkler gayet mükemmel namaz kılan bir kavimdir. Fakat onların ibadetlerinde kelimenin yüce manasıyla çok din aranmamalıdır. . . 

 

Türklerde namaz günlük vazifelerdendir. Kendiliğinden  anlaşılır ki, bu vazife elbise giymek, işini yapmak, yemek yeme ve uyuma vazifeleri gibi yerine getirilir. 

 

Eskiden beri alışılmış bir adet takip edilir. Ne halde bulunulursa bulunsun ve hal ne kadar elverişsiz olursa olsun namaz kılınır. Bir şahıs az nazik bir hikâye anlatır. O sırada müezzin ezan okumaya başlar. Hikâye anlatan hikayeyi keser, namazını kılar, sonra hikayesine kaldığı yerden devam eder... Bir tacir yalan söyler, aldatır, sonra namaz kılar, sonra yalan söylemeye ve insanları kandırmaya devam eder... 

 

Bir paşa vahşice bazı zulümler veya cinayet için emirler vermekle meşguldür; ezan okunduğunu işitir, gayet huzurla seccadesini yayar, sakalını sıvazlar, rahat olduğu kadar muhteşem bir sima ile namazına başlar. Namaz kılındıktan sonra zalimane talimatını vermeye devam eder.

 

Çünkü namazı ile vicdanının hiçbir alakası yoktur ve hiç kimse bunda hayret edilecek bir şey görmez, hiç kimse bundan arlanmaz, herkes kılınması gereken zamanlarda namazını kılar ve bununla her şey olmuş bitmiş olur...”

 

Filibeli Ahmet Hilmi'nin “Türklerde dini hayat” üzerine gözlemlerini aktaran bir yabancının eserinden yapmış olduğu alıntı. (Filibeli Ahmet Hilmi; Tarih-i İslam, s. 535—536)

 

 

Yukarda belirtildiği üzere yabancıların dikkatini çeken bu durumdan kurtulmak için peygamberimizin ahlakı ile ahlaklanmak; bunu da gerçekleştirmek için peygamberimiz Hz. Muhammed’i (S.A.V) bihakkın tanımamız gerek. Bu eser, duruma katkı sunmak için ve Allah rızası için derlenmiş ve ÜCRETSİZ dağıtılması planlanmıştır. Duadan başka da bir düşünce ve beklentim yoktur. Diğer taraftan Müslümanları gözlemlediğimde çoğunluğun Hz. Peygamber’i tanımadığını gördüm. Yüce Allah  Ahzab Suresinin 21. Ayetinde Resulullah’ tan “Üsve-i Hasene” yani, güzel örnek diye söz ediyor.

 

Yüce Allah en alt kademede bulunan insandan, en üst kademede bulunan insana kadar bütün insanlık için Hz. Muhammed (S.A.V)’i  örnek insan olarak tanımlamıştır. Diğer taraftan bir kişinin Resulullah’ ı örnek alması için, yani Allahın emrinin gereğini yapması için O’nu bilmesi ve tanıması gerekir. Ne yazık ki Müslümanların çoğunluğu peygamberi hakkı ile tanımamaktadır. Peygamber ve Peygamberin sünneti denince akla sadece namaz ve abdest sünnetleri gelir. Bunlar da önemli olmakla beraber esas olarak örnek alacağımız Resulullah’ ın ahlakı ve kişiliğidir. Bunun için Resulü iyice tanımak ve hayatımızı buna göre düzenlemek durumundayız. 

 

 

1962 Mardin doğumluyum. Anadilim Arapça. Mardin Arapçası, Kuran Arapçasına benzemekle beraber bire bir uymamaktadır. Bu nedenle kendi imkânlarımla Kuran Arapçasını öğrenmeye çalıştım. Öğrendim diyemiyorum çünkü Arapça çok zengin bir dil. Hakkıyla öğrenmek için çok özel çaba sarf etmek lazım.

 

Kendimi bildim bileli, İslami İlimlerle uğraşıyorum. Bu güne kadar farklı tefsir[1] eserleri okudum. Daha önce bir kaç hadis eseri okumuştum, ancak yeterli bulmamıştım. Bu cümleden kastım, bu eserler halktan ziyade ilim sahipleri ve din adamlarına hitap ediyor. Herkesin okuyup anlayabileceği sade-öz bir esere rastlamamıştım.

 

Diyanetin yedi ciltten oluşan Hadislerle İslam Eseri ilk çıktığında alıp okudum. Çok beğendiğim için ikinci kez okumaya başlayıp çıkardığım özetleri aile ve dost gruplarıyla paylaşmaya başladım. Bu paylaşımlarım akabinde gelen ısrarlar sonucu özetleri bir araya getirip kitaplaştırdım. Bu kitabı iki cilt şeklinde düşündüm. (1-4. ciltler ve 5-7. ciltler.) Bu ayrımın teknik bir nedeni yok. Kitabın aslına sadık kalarak ekleme yapmadım. Açıklama gereken bir kaç yerde (MK) yazıp bana ait not olduğunu belirttim.  Kitabı çıkarırken telifin sorun olup olmayacağında tereddütlerim vardı. Ancak eserinin tamamının internet ortamında paylaşıldığı için sorun olmayacağını düşündüm. Bununla beraber birkaç müftü hocamızın görüşünü aldım. Merkez teşkilatı ile yaptıkları görüşme neticesinde bir sorun olmayacağını söylediler. Rabbim doğru yola erişmemize ve peygamberimizin ahlakı ile ahlaklanmamıza yardımcı olsun. Van-Temmuz 2020

 

Not: Kitabın hacmi artmasını istemediğimizden kitapta yer alan hadislerin kaynağına yer vermedik. Ancak kitabın sonunda İndeks II de hadislerin ve konuların geniş olarak yer aldığı eseri cilt ve sayfa numarası olarak verdik.

 

 

Murtaza Kamar  

Defterdar   

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

1. CİLT

 Hadis-Sünnet

Hadis ve sünnet, Kur'an'ın beyanı olması cihetiyle Müslümanların inanç, ibadet ve ahlâk esaslarını, dünya görüşlerini, hayat tarzlarını ve değer yargılarını tesis eden temel kaynaktır. Sünnet aynı zamanda asr-ı saadeti şimdiki zamana taşıma gayretinin de ana vasıtası olarak görülmüştür.

Hadislerle İslâm başlığını taşıyan bu eser Sevgili Peygamberimiz (sav) tarafından sergilenen örnek tutum ve davranışları, onun (sav) söz ve hadislerindeki mesajları; kısacası onun (sav) çağlar üstü örnekliğini sade ve anlaşılır bir dille günümüz insanına ulaştırmayı amaçlayan, özelde Anadolu insanının genelde İslâm toplumunun modern zamanlardaki problem ve ihtiyaçlarını dikkate alan, hedef kitle olarak ortalama okuyucuya hitap ettiği için teknik olarak hadis ilminin sorunlarını okuyucuya açmayan, ülkemizdeki hadis uzmanlarının birikimlerinden yararlanan, seksen beş yazarın katkı sunduğu katılımcı bir çabanın ürünüdür.

Allah’ın elçilerinin insanüstü vasıflara sahip melekler arasından değil de insanlar arasından seçilmiş olmaları, zaman zaman inkârcılar tarafından şaşkınlıkla karşılanmıştır. Nitekim Kur’an’da, “Sizi uyarması ve sizin de Allah karşı gelmekten sakınıp rahmete ulaşmanız için, içinizden bir adam aracılığı ile Rabbinizden size bir zikir (vahiy ve öğüt) gelmesine şaştınız mı?”[2] buyrulmaktadır. Bu şaşkınlığı yaşayanlara karşı Kur’an, peygamberlerin birer melek olmadıklarını, çarşı ve pazara giden, yiyip içen birer insan olduklarını hatırlatmıştır.

Resûlullah (sav), kendisine indirilen vahyin tebliği yanında onun tebyîni yani açıklanmasıyla da görevlendirilmişti. Onun Kur’an âyetlerine ilişkin yaptığı açıklamalar, tefsir veya yorumlar “hadis”, ilâhî buyrukları hayata geçirmek suretiyle gösterdiği uygulamalar da “sünnet” olarak adlandırılır.

Sünnet, Kur’an’ın bir açılımı ve izahıdır. Kur’an’da yer alan ilâhî buyruk ve tavsiyelerin Müslümanların gündelik hayatına aktarılması sünnet sayesinde gerçekleşmiştir.

Kur’ân-ı Kerîm’de “üstün ahlâk sahibi” ve müminler için de “güzel bir örnek” olarak sunulan ve kendisine uyulması istenen Resûl-i Ekrem’in sünneti Müslümanlar için hayatî önemi haizdir.

Hadis, Sevgili Peygamberimizin sözleri için kullanılan özel bir sözcük olmakla birlikte, onun sözlerini ifade etmek üzere hadis yerine başka sözcükler de kullanılmıştır. Bunların başında “haber” kelimesi gelmektedir.

Hadis, sözlü ve şifahî olanı ifade ederken sünnet davranışa özgü olanı ifade eden bir kavramdır. Bununla beraber İslâm geleneğinde Hz. Peygamberin söz, fiil ve takrirlerine karşılık olmak üzere hadis ile sünnet sözcüklerinin eş anlamlı olarak kullanılması yaygınlık kazanmıştır.

 

Hadis Uydurma Faaliyetleri

Resulullah’a atfen hadis uydurulması faaliyeti, ilk asırda görülmeye başlanan en önemli hadiselerden birisidir.

Hz. Osman’ın halifeliğinin sonlarına doğru İslâm toplumunda ciddi rahatsızlıklar baş göstermiştir. Hz. Osman’ın bir suikasta kurban gitmesiyle başlayan süreçte Cemel ve Sıffin [3] gibi acı iç çatışmalar yaşanmış; Hz. Ali ve Muâviye arasındaki anlaşmazlık maalesef Müslüman toplumun siyasî olarak bölünmesine yol açmıştır.  Bilhassa ilk devirlerde Hz. Ali ve ailesine aşırı sevgi duyan çevreler, yoğun miktarda hadis uydurmuşlardır. Hz. Osman’ın öldürülmesiyle başlayan fitne olayları aynı zamanda bilinçli ve planlı biçimde hadis uydurma faaliyetlerinin de başlangıcı olmuştur.

Bu hadiseler karşısında Emevî iktidarına yakın olan kimi cahil kimseler, kabile ve soy taassubu içerisinde bulunanlar, dünyaya ve dünya işlerine karşı menfî tavır takınan ve uzlet hayatını tercih eden bazı zâhidler, halkı iyilik ve hayra, ibadet ve taate teşvik etmek isteyen iyi niyetli cahil vaizler de hadis adı altında kendi sözlerini hadisleştirmişlerdir.

Gayr-i müslim unsurlarla fikrî çatışmalar, kadim inanç ve geleneklerin kimi görüşlerinin uydurma hadisler kanalıyla İslâm toplumuna sızmasına neden olmuştur. İslâm karşıtlarının İslâm’ı ve Müslümanları küçük düşürmek maksadıyla uydurdukları hadislerle, yeteneksiz kimselerin Hadis İlmiyle meşgul olmaları sonucu ortaya çıkan asılsız haberlerin çoğalması, Hadis İlminde isnad tatbiki ve tenkidi denilen yöntemin gelişmesine yol açmıştır.

 

Hadisin Altın Çağı ve Sonrası

Üçüncü hicrî asır, hadisin altın çağı” olarak kabul edilir ki bu şüphesiz doğrudur. Zira Hadis İlminin erken devir eserleri bu asırda yazılmıştır.

Üçüncü asırda öne çıkan en mühim eserler ise es-Sahîhayn: İki Sahîh” olarak bilinen Buhârî ve Müslim’in el-Câmiu’s-sahîh adlı eserleri “Sünen-i erba’a: Dört Sünen” olarak bilinen Ebû Dâvûd, Tirmizî, İbn Mâce ve Nesâî’nin es-Sünen isimli çalışmalarıdır. Bunlar, Kütüb-i sitte denilen altı ana hadis kaynağını meydana getirmiştir.

 

Buhârî

Buhârî, 194/810 yılında şehirlerinden Buhârâ’da doğdu. Güçlü bir zeka ve hafızaya sahipti ve küçük yaşta Kur’an’ı ezberledi; Arapça öğrendi ve on yaşından itibaren hadis dinlemeye ve ezberlemeye başladı.

 

Buhârî kısaca el-Câmiu’s-sahîh veya Sahîh-i Buhârî olarak meşhur olan eserini, 600.000 rivayet arasından seçtiği hadislerden oluşturmuştur. Buhârî’nin 16 senede tasnif ettiği söylenen bu çalışmada tekrarlarıyla birlikte 7275 hadis olup, tekrarsız rivayetlerin sayısı 4000 adettir.

 

Müslim

Müslim’in, hocalarından sema (duyma) yoluyla rivayet ettiği 300.000 hadisten seçerek hazırladığı ve kendisinin el-Müsned ve el-Müsnedü’s-sahîh diye söz ettiği eserini, 235 yılında henüz yirmi dokuz yaşında iken tasnife başladığı, on beş yıl süren titiz bir çalışma sonunda 250 yılında tamamladığı anlaşılmaktadır.

 

Oryantalizm (Doğubilim)

ve Modern Zamanlarda Hadis Tartışmaları

 

Dünyanın farklı bölge ve coğrafyalarında yaşamalarına ve farklı yapılara sahip olmalarına rağmen tüm Müslümanlar arasındaki inanç ve tatbikat birliği, batılı bilim adamlarının ilgisini çeken bir husus olmuştur.

 

Modern Batı zihniyeti, farklı dilleri konuşan, farklı örf ve âdetlere sahip ve Müslüman olmadan önce de ortak bir geçmiş yaşantıları olmayan milletlerin İslâm’a mensup olduktan sonra sofra âdâbından giyim-kuşam kültürüne, komşuluk ilişkilerinden uluslararası münasebetlere kadar pek çok alanda birbirleriyle uyumlu (homojen) bir kültür inşa etmiş olmalarını algılamakta güçlük çekmiştir. O halde İslâm toplumlarında bu ortak benzeşik yapıyı sağlayan temel unsurlar nelerdir? İslâm Dünyası batılı şarkiyatçılar (Oryantalistler-Doğubilimciler) sayesinde bu soruyla tanışmıştır. Dahası, Müslüman düşünürlerin oryantalistler kadar bu sorunun cevabına ilgi duymamış olmaları, üzerinde düşünülmesi gereken bir husustur. Batılı araştırmalar bu sorunun cevabını Resulullah’ ın mânevî bilgi mirasında bulmuşlardır. Buna göre sünnet ve hadisten oluşan bu miras, yüzyıllar boyunca tüm İslâm topluluklarının ortak bir inanç, zihin ve uygulama birliği elde etmesinde en önemli unsur olmuştur.

 

Hadis ve sünnetin anlaşılmasında temel ilkeler

İslâm’ın ilk asırlarından günümüze kadar “sünnet” ve “hadis” sözcüklerine yüklenen anlamlar farklı olmuştur. Sözlük anlamına uygun olarak sünnet daha çok davranış ile ilgili bir kavram olarak görülürken; hadis sözlü ve yazılı rivayetlerin adı olarak anlaşılmıştır. Bu çerçevede Resulullahın söz ve fiillerinin sözlü rivayetleri hadis, uygulana gelen söz ve filleri de sünnet adını almıştır. Buna göre hadisleri ve sünneti anlamanın temel ilke ve esaslarını iki ayrı başlık altında ele almak mümkündür.

 

 

 

Hadisleri Kur’ân-ı Kerîm ile birlikte ele almak

Bir hadisi anlamaya çalışırken ve değerlendirirken göz önünde bulundurulacak ilkelerden birisi de, o hadisin Kur’an’la birlikte ele alınmasıdır. Hadiste ifade edilen hususlar, öncelikle Kur’an’ın sarih/açık âyetleriyle veya geneliyle karşılaştırılır ve hadis, Kur’an’ın bütünlüğü açısından ele alınır. Allah’tan gelen vahyi insanlara ulaştırmak için elçi seçilen Resulullah, hiç kuşkusuz Kur’an’ı en doğru biçimde anlayan ve uygulayan kişidir. Bu nedenle ilkesel olarak Kur’an ile hadisler arasında bir çelişki ve aykırılıktan söz edilemez. İmam-ı A’zam Ebû Hanîfe’nin ifadesiyle, Allah’ın Resûlü, Allah Kitabı’na muhalefet etmez; Allah’ın Kitabı’na muhalefet eden de Allah’ın  Resûlü olamaz.”

 

Rivayet edildiğine göre İbn Abbâs bir gün Hz. Âişe’ye gelmiş ve Hz. Ömer’den naklen Resulullahın, Allah, geride kalan yakınlarının arkasından ağlaması nedeniyle mümine azap eder.” buyurduğunu söylemişti. Bunun üzerine Hz. Âişe, Size Kur’an yeter.” diyerek bu konuda Kur’an’daki bilgileri de göz önünde bulundurmalarını tavsiye etmiş, ardından suçun şahsiliği ilkesine atıfta bulunan, “Hiçbir günahkâr başka bir günahkârın günah yükünü yüklenmez.” (İsra Suresi 15. Ayet) Mealindeki (anlamında) âyeti okuyarak ilgili hadisin eksik ve yanlış olarak nakledildiğini belirtmiştir.

 

Hadislerin Kur’an’la karşılaştırılması ile kastedilen, her hadisin doğrudan Kur’an’da bir teyidinin veya karşılığının bulunması değil, Kur’an’la karşılaştırılan hadisin Kur’an’ın sarih âyetlerine yahut belirlediği ilkelere aykırı olmamasıdır. Ancak hadislerin Kur’an ile karşılaştırılmasının uzmanlık gerektiren bir iş olduğu unutulmamalıdır.

 

 

Hadisleri Resulün gönderiliş gayesi ile değerlendirmek

Resulullah’ın vazifesi, yaratılışın nasıl başladığı (bed’ü’l-halk) ve nasıl biteceği (kıyamet) üzerinden yaratılmışların hidayet ve saadeti ile ilgili esasları tebliğ etmektir. Onun ilgi alanı, bir tabip hassasiyeti ile ceninin anne rahminde kaç günde teşekkül ettiğini, embriyo safhalarının nelerden ibaret olduğunu bildirmek değil, bu konular üzerinden Allah’ın kullarına yaratıcılarının kudret ve azametini anlatmaktır. Resulullahı iyi tanıyanlar onun büyüklüğünü sineğin kanadında tespit ettiği panzehirde değil kızgın çölün bereketsiz toprağında meydana getirdiği toplumun nezahetinde (ahlak temizliği, temizlik) ve o toplumu her türlü mânevî kirlerden nasıl arındırdığında (tezkiye) ararlar. Onu bilenler, büyüklüğünü acve (Bir hurma çeşidi) hurmasının hangi hastalıklara şifa olduğunu tespit edişinde değil hastalıklı kalpleri nasıl tedavi ettiğinde görecek, onun bedenleri tedavi eden  biri olmayıp, kalpleri tedavi eden bir doktor olduğunu anlayacaktır. Hatta onun büyüklüğünü sadece Burak ile semaya nasıl yükselip (urûc) yedi kat gökte nasıl dolaştığında değil, aşağıların aşağısına yuvarlanmış insanlığı yüksek değerlere nasıl kavuşturduğunda veya getirdiği değerlerin, insanlığın süflî bir hayattan ulvî bir hayata yükselişi için nasıl bir miraç vazifesi gördüğünde arayacaktır.

Hadis metinleri bağlamında özel ilke ve esaslar

Hadislerin Mânâ Olarak Rivayet Edilmiş Olabileceğini Dikkate Almak

Hadislerin anlaşılması ve yorumlanması çalışmasında göz önünde bulundurulması gereken önemli hususlardan biri de, hadislerin büyük bir kısmının “lafzen” (Söylenildiği gibi) değil “mânâ” ile rivayet edilmiş olmasıdır. Hadis rivayetinin şifahî/sözlü aktarıma dayanan karakterinden dolayı hicrî ilk üç asırda hadislerin büyük kısmı mânâ olarak rivayet edilmiştir. Meselâ, Resulullahın Kur’an sûrelerini öğrettiği gibi sahâbeye öğrettiği teşehhüd duası dahi lafızları az çok farklı olan dokuz ayrı rivayet ile bize gelmiştir.

Yine meşhur bir rivayet olan,Ameller niyetlere göredir...” hadisi, sadece Hz. Ömer’den nakledilmesine rağmen Buhârî’nin el-Câmiu’s-sahîh’inde dokuz farklı yerde nakledilir ve rivayetlerin hemen tamamında haberin lafızları birbirinden farklıdır.

 

 

Hadislerin söyleniş sebeplerini tespit etmek

Kur’ân-ı Kerîm’deki sûre ve âyetlerin pek çoğunun bir iniş sebebi yani sebeb-i nüzulü olduğu gibi, hadislerin de bir söylenme nedeni yani sebeb-i vürûdu vardır. Hadisin sebeb-i vürûdu, bazen hadis metninin içinde, bazen hadisin başka  tariklerinde[4], (şekillerinde) bazen de hadis kaynaklarının muhtelif türlerinde yer alabilir. Siyer [5] ve mağazi[6] gibi tarih kaynaklarında da bulunabilir. Hadisin söylenme nedeni, hadisin anlaşılmasında, açıklanması ve hadisten hüküm çıkarılmasında yönlendirici ve bazen de belirleyici bir rol oynar; esbâb-ı vürûd, bir hadisin ne anlama geldiğini hadisin söylendiği somut durumu ve şartları dikkate alarak tespite imkân vermektedir.

 

 

Hadislerdeki teşbih, istiare, mecaz, kinaye

Resulullah insanları dine davet ederken Arap dilinin bütün anlatım özelliklerine başvurmuştur. İslâm’ın temel hakikatlerini açık ve yalın cümlelerle ifade edebilmek için dolaysız anlatım tarzına başvurduğu gibi, Arap dilindeki teşbih, istiare, mecaz, kinaye gibi anlatım tarzlarından da yararlanmıştır. Anlatmak istediklerini bazen canlı tasvirlerle belleklere yerleştirmeye çalışmış, bazen de her dil ve gelenekte olduğu gibi kıssalar ve temsilî hikâyeler nakletmiştir.

Hadisler asıl itibariyle Arap dilinde dillendirildikleri için, bazı hadislerde Arap diline özgü deyimsel ifadeler yer almıştır. Bu ifadelerin anlaşılması için hem o ifadenin bulunduğu hadisin bağlamı, hem de söz konusu ifadenin o dönemdeki mânâ ve kullanımı tespit edilmelidir.

Sahâbeden Mikdâd b. el-Esved’in rivayet ettiği bir hadiste de deyimsel bir ifade kullanılmıştır. Buna göre Resulullah şöyle buyurmuştur:

“Sizi yüzünüze karşı öven meddahlarla karşılaşırsanız yüzlerine toprak saçın.” Mikdâd b. el-Esved, mecazî olan “yüzlerine toprak saçın”

ifadesini hakikate hamlederek (görünen manasıyla) anlamıştır. Bir adam Halife Osman’ın huzuruna girerek yüzüne karşı kendisini övmeye başlamıştır. Bunun üzerine Mikdâd. b. El Esved yerden bir avuç toprak alarak adamın yüzüne serpmiş, arkasından da az önce naklettiğimiz hadisi okumuştur. Oysa ilk hadis şârihlerinden Hattâbî’nin (388/998) de belirttiği gibi her şeyden önce buradaki meddahlık, (övgü) kişiyi yaptığı bir iyilikten dolayı takdir ve tebrik etmek değildir; herhangi bir menfaat elde edebilmek için, halkın “yağcılık” dediği şeyi yapmaktır. Ayrıca Arapçada “yüze toprak serpmek tabiri, “kişiye istediği şeyi vermeyip mahrum bırakmak”, demektir.

 

Hadislerde melek ve şeytan temsillerini bilmek

Hadislerde bu şekilde şeytan ile irtibatlandırılan hususlar, sadece temizlikten ibaret değildir. Meselâ, toplum içinde iyi karşılanmasa da, insan vücudunun tabiî bir hareketi olan esneme de yine şeytanla ilişkilendirilmiştir. Resulullah, hadislerde olumsuz ve kötü şeyleri şeytana, iyi ve güzel işleri de meleklere isnad ederken çoğu zaman hakikî mânâyı kastetmediği, şeytan ve meleği birer temsil olarak kullandığı anlaşılmaktadır.

 

 

Metin dışındaki unsurlarla ilgili ilke ve esaslar

Hadislerde Doğrudan Yer Almayan Metin Dışı Unsurları Dikkate Almak.

Abdullah b. Mes’ûd’un naklettiğine göre Resulullah, yüzündeki tüyleri aldıran, saçlarına başkalarının saçlarını ekleten, kaşlarını aldıran, dişlerini incelten ve vücutlarına dövme yaptıran kadınların ilâhî rahmetten uzak olduklarını söylemiştir. Oysa hadiste kınanan husus sıradan bir güzelleştirme işlemi değildir. Hadise konu olan davranışın o günkü sosyal ve tarihsel ortam içinde farklı bir karşılığı vardır. Buna göre, câhiliye[7] döneminde kötü şöhrete sahip bazı kadınların sırf karşı cinsin dikkatini çekmek amacıyla bu kabil işler yaptıkları ve bu da kötü kadınların âdeti olarak şöhret bulduğu için bu işleri yapanların kınandığı anlaşılmaktadır. Nitekim müminlerin annesi Hz. Âişe, saçlarına başkalarının saçlarını ekletenler hakkında kendisine bir soru yöneltildiğinde şu karşılığı vermiştir:

“Saç ekletenlerden kasıt sizin anladığınız gibi değildir. Saçı dökülen bir kadının saçına yünden mamul kılları eklemesinde bir sakınca yoktur. Ancak (Peygamber’in kınadığı kimseler), gençliğinde fuhuş yapan, saçı dökülüp ihtiyarladığında ise kafasına saç ekleterek (veya sunî bir saç kullanarak) fuhuş yaptıranlardır.”

 

Hadisin değerini tespit etmek

(Bilgi Kaynakları Açısından)

Şah Veliyullah Dihlevî, Hz. Peygamberden gelen bilgileri iki kısma ayırır:

a) Hz. Peygamberin risâletiyle (gönderiliş amacı) ilgili olan, onun insanlığa tebliğ etmekle yükümlü olduğu hususlar. Kur’an bunun başında gelir. Hukuk, ibadet ve ahlâkın ana ilkeleri de bu kısma girer. Dihlevî’ye göre, Hz. Peygamberin Kur’an dışında âhiret âlemine ilişkin verdiği bilgiler (acâibu’l-melekût) de yine bu türdendir.

b) Hz. Peygamberin risâlet sahasına girmeyen, tebliğ etmekle mükellef olmadığı, ancak bir insan olarak söyledikleri ve yaptıkları. Peygamber (sav) de bir fert olarak toplum içinde yaşamıştır. Dolayısıyla onun da gündelik hayatı ve sade insanların yaşantısı gibi bir yaşantısı vardı. Bütün bu konularda hiçbir söz söylemediğini ileri sürmek mümkün değildir. Bu noktada yapılması gereken iş, onun peygamberlik görevi ile insan oluşu arasındaki dengeyi görmek ve muhafaza etmektir. Kur’an, onun bir beşer olduğunu vurgulamış, kendisi de sık sık bu özelliğini ön plana çıkarmıştır. Beşerden bir peygamber olamayacağı iddiası, müminlerden değil müşriklerden gelmiştir. Resûl-i Ekrem’in bazı tasarrufları, onun yalnızca bir insan olarak aklına, kişisel görüşüne ya da zan ve tahminine dayanmaktaydı. Meselâ, Medine’ye geldiğinde, hurma ağaçları üzerinde bulunan bazı adamları görmüş ve onların ne yaptıklarını sormuştu. Ona, erkek hurma filizini, dişisine koymak suretiyle hurmaları aşıladıklarını söylediklerinde Hz. Peygamber, “Onun bir fayda vereceğini zannetmiyorum, bunu yapmasalar belki daha iyi olur.buyurdu. Bunun üzerine onlar da bunu yapmaktan vazgeçtiler; ancak bu sefer hurmaların meyveleri az, verimleri düşük oldu. Kendisine durum anlatıldığında o, şöyle buyurdu:

“Ben sadece bir tahminde bulundum; şayet (aşılama) bir fayda veriyorsa yapın. Bilin ki ben de sizin gibi bir insanım. Benimki sadece bir zan idi. Zan (da bulunan) hata da eder, isabet de. Ancak ben size, Allah diyor ki, diye başlayan bir ifade nakledersem bilin ki ben, asla Allah’a yalan isnad etmem.”

Ancak özenle vurgulamak gerekir ki Resullulahın tebliğ etmekle mükellef olduğu alanı, dinî ve dünyevî veya dünyevî ve uhrevî diye biribirinden kopuk iki kısma ayırmak ve Peygamber’in söylediklerini ve yaptıklarını sadece dinî veya uhrevî kısma yerleştirmek, getirdiği dine ve o dinin ilke ve esaslarına aykırıdır.

 

 

 

Hadislerde konu edinilen varlıkları dikkate almak

Resullulah vahye mazhar (muhattap) olan bir insan olarak, bizim görmediklerimizi gördüğü, bizim hissetmediklerimizi hissettiği içindir ki, sadece şehâdet (bilinen) âleminden değil gayb (bilinmeyen) ve fizik ötesi âlemden de haberler vermiş ve insan aklının bu haberleri anlamada ve yorumlamada zaman zaman zorlandığı olmuştur. Onun haber verdiği yaratılışın başlangıcı, vahyin keyfiyeti, kıyamet, haşr, cennet, cehennem, melek, cin, şeytan gibi kavramlar aynı zamanda Kur’an’da da bildirilmiştir. Ancak Resullulahın bazen Kur’an’da olmadığı halde haber verdiği birtakım varlıklar da yok değildir.

 

Hadislerdeki illet ve hikmeti tespit etmek

Hadisleri sağlıklı anlamanın ve yorumlamanın ilkelerinden biri de hadiste yer alan hükümlerin illetlerini (sebeplerini) ve hikmetlerini tespit etmektir. Bunu tespit etmek için sorulması gereken soru “niçin sorusudur. Zira “niçin” sorusu, sadece anlamayı değil açıklamayı da gerektirir.

Kuşkusuz Hz. Peygamberin bir hüküm koyarken dikkate aldığı genel ve özel birtakım esaslar vardır. Genel ve küllî esaslar, makâsıdü’ş-şerîa (dinin gayeleri) olarak bilinen dinin temel gaye ve ilkeleridir. Özel esaslar ise hükmün sebebini ve amacını ifade eden illet ve hikmettir. Bir hadisteki hükmün bizler için nasıl bir anlam ifade ettiği, hadisin dayandığı sebep, illet ve hikmetin tespitine bağlıdır. Eğer illet devam ediyorsa hüküm de bâkî kalacak, sebep ortadan kalkmışsa hüküm de ortadan kalkacaktır. Meselâ, illet ve hikmeti bilinmezse Hz. Peygamberin,

Ateşte pişen yiyeceklerden dolayı abdest alın. hadisi gereği hemen hemen her yemekten sonra abdest almak gerekecektir.  Ancak bu söze muhatap olan toplumun, bilhassa yağlı yiyeceklerden sonra, Kokusu yokluğundan hayırlıdır.” deyip ellerini üzerine sürdüğü, Hz. Peygamberin, bu toplumu su kullanımına alıştırmak gibi bir amacının olduğu bilinir, ayrıca “vudû” kelimesinin de Arapçada “el yıkamak” mânâsına da geldiği tespit edilirse o takdirde hadis,

“Ateşte pişen yiyeceklerden sonra ellerinizi yıkayın. şeklinde anlaşılacaktır.

Öğle ve yatsı namazlarını geç kılmanın fazileti üzerinde duran Hz. Peygamber,  ikindi namazının ilk vaktinde kılınması gerektiğini söylemiş, bu namazı geciktirmeye dahi razı olmamış ve güneşin batışından hemen önce kılanı gördüğünde ise şöyle demiştir:

Bu, münafık namazıdır.  (Münafıklar) oturup güneşi gözetir, batışına yakın bir vakitte kalkıp (karga gibi) dört defa yeri gagalar ve Allah’ı az zikreder.”

Aslında bütünlük ilkesini esas alırsak beş vakit namazın beşi de önemlidir. Birinin diğerine üstünlüğü yoktur. Öyleyse Hz. Peygamberin ikindi namazına atfettiği bu önem nasıl izah edilebilir?

Şah Veliyullah Dihlevî, salt ibadetle ilgili bu konuyu dahi Medine toplumunun tarihsel ve toplumsal şartlarıyla izah etmiştir. Bir tarım toplumu olan Medine’de, insanları en çok namazdan alıkoyacak vakit, ikindi vaktidir; zira bu vakit, esnafın çarşı pazara, çiftçinin tarla ve bahçesine gittiği en uygun vakittir.

 

 

Hadislerde muhatabı belirlemek

Hadisleri sağlıklı anlamanın bir diğer ilkesi de hadise muhatap olan kimselerin belirlenmesidir. Hadislerde Hz. Peygamberin doğrudan ve ilk muhatapları, onun devrinde yaşayan kimselerdir. Ancak İslâm dininin evrenselliği ve ebedîliği gereği, Hz. Peygamberin her çağdaki dolaylı muhatapları da unutulmamalıdır. Meselâ, soru soranlardan birinin gururlu olduğunu ve insanlardan uzak olduğunu görerek ona insanlara yemek yedirmeyi ve tanıdığı tanımadığı herkese selâm vermeyi en faziletli amel olarak tavsiye etmiş, kimi zaman da eli ve dili ile diğer insanlara rahatsızlık veren birini görerek ona da bundan vazgeçmesi yönünde telkinlerde bulunmuştur. Kısacası o, soru soranların haline göre en uygun davranış neyse onu öğütlemiştir. Kimine, “Faziletlerin en üstünü, seninle bağını kesenle irtibat kurman, senden esirgeyene vermen ve sana ağır konuşanı bağışlamandır.” buyurmuş,

 

Hadislerdeki tedrîcîlik (Aşamalı Geçiş)

Resulullah “Hangi amel daha faziletlidir? diye soran birine, “Vaktinde kılınan namazdır. cevabını vermiş,  bir başkasının sorusuna da, Allah iman ve onun yolunda cihad. karşılığını vermiştir.  Dolayısıyla Hz. Peygamberin aynı soruya verdiği farklı cevaplar çelişki olarak görülmemelidir.

Resulullah, hidayet elçisi olarak gönderildiği toplumda iyiliği hâkim kılmak ve kötülükleri ortadan kaldırmak için bir yöntem olarak tedrîcîliği esas edinmiş ve insanlara ilâhî hükümleri aşama aşama tebliğ etmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’in yirmi üç yılda âyet âyet ve sûre sûre olarak inmesi de tedrîcîlik ilkesinin bir sonucudur. Gerek Kur’an’ın gerekse Hz. Peygamberin, doğrudan muhatap oldukları toplumdaki yerleşmiş inanç ve uygulamalara karşı en önemli tavrı, seçici davranıp onları toptan reddetmemesidir. İslâm, söz konusu toplumun itikadî, hukukî, ahlâkî ve kültürel yapısını bir gerçeklik olarak kabul etmiş ve bu yapıdaki yerleşik uygulamaların bir kısmını aynen kabul ederken bir kısmını ta’dil cihetine gitmiştir. Bazısını karşısına alıp mücadele ederken bazısı ile mücadeleyi tedrîcîlik gereği kademe kademe yapmıştır.

 

Hz. Âişe şöyle ifade etmiştir:

“Kur’an’dan ilk olarak içinde cennet ve cehennem zikrolunan mufassal sûreler nâzil olmuştur. İnsanlar İslâm konusunda bilinç sahibi oldukları zaman ise helâl ve haram âyetleri nâzil oldu. Eğer ilk önce “İçki içmeyin.” yasağı inseydi, insanlar, “Biz asla içkiyi bırakmayız!” derlerdi. Eğer ilk önce “Zina etmeyin.” yasağı inmiş olsaydı, insanlar, “Biz zinayı asla bırakmayız!” derlerdi.”

Hadislerde nesih olgusu

Tedrîcîlik (kademeli geçiş) ilkesinin bir parçası da nesihtir. Nesih, şer’î bir hükmün daha sonra gelen şer’î bir delille kaldırılmasıdır. Buna göre İslâm’ın başlangıcından itibaren vahyin inmesi ve bazı yükümlülükler getirmesi birtakım safhalar halinde gerçekleşmiştir. Her safhada toplumun şartları dikkate alınarak bazı özel amaçlara yönelik olarak bazı geçici hükümler devreye sokulmuş, gözetilen amaç gerçekleşince de bu ara hükümlerin uygulamasına son verilerek asıl hüküm belirlenmiştir. Bu durum Hz. Peygamberin hadisleri için de geçerlidir.

 

Bir hükmü nesheden (kaldıran) âyete ya da hadise “nâsih”, hükmü neshedilen (kaldırılan) âyete ya da hadise de “mensûh” denilir. Hadis ilimleri arasında sayılan “Nâsih ve mensûh hadisler ilmi”, hadis rivayetlerinden hangilerinin hükmünün devam ettiğini ve hangilerinin hükümlerinin kaldırılıp onlarla amel edilmeyeceğini konu edinir.

Neshe örnek olarak Abdullah b. Büreyde’nin naklettiği şu hadis zikredilebilir: Resulullah şöyle buyurmuştur: “Daha önce kabir ziyaretini  size yasaklamıştım; artık kabirleri/mezarları ziyaret edebilirsiniz. Daha önce kurbanların etlerini üç günden fazla elinizde tutmanızı size yasaklamıştım; artık uygun gördüğünüz kadarını elinizde tutabilirsiniz. Daha önce tulumdan başka herhangi bir kaptan şerbet içmenizi yasaklamıştım; artık bütün kaplardan içebilirsiniz, fakat sarhoş edici olanından içmeyin.”

Müteşâbih Hadisler

Hadislerden bazıları da tıpkı bazı Kur’an âyetleri gibi mânâsı itibariyle müteşâbihtir[8]. Meselâ, Ebû Hüreyre’den rivayet olunduğuna göre Resûlullah şöyle buyurmuştur:

“Allah Teâlâ her gecenin son üçte birinde dünya semasına iner ve şöyle seslenir: ‘Her kim dua ederse duasına karşılık veririm, her kim benden bir şey isterse istediğini yerine getiririm, her kim benden bağışlanma dilerse onu affederim.”

Bu hadis üzerine kelâmcılar ile hadisçiler arasında ve hadisçilerin kendi aralarında hararetli tartışmalar meydana gelmiştir. Oysa bu ve buna benzer hadislerde anlatılmak istenen, ne Allah’ın dünya semasına inişi ne de arşa çıkışıdır; asıl vurgulanmak istenen husus, onun rahmet kapısının daima açık olduğu, kullarına hep yakın olduğu ve bu yakınlığın belirli zamanlarda daha da arttığıdır. Nitekim hadisin bütün tarikleri  birleştirildiği zaman bu açık bir şekilde anlaşılmaktadır.

 

Tıp ile ilgili hadisler

Bir peygamber olarak insanlara ilâhî hakikatleri tebliğ etmekle yükümlü olan Resûl-i Ekrem, bir insan olarak da tebliğ alanına girmeyen değişik konularda görüş beyan etmiştir. Bu konulardan birisi de tıptır. Allah Resûlü (sav) hem kendisi hastalanınca hem de çevresindekilerin sağlıkları bozulunca, çeşitli tedavi yollarından ve ilaçlardan bahsetmiş ve bunlardan bazılarını tavsiye etmiştir. Ünlü hadis âlimi İbn Hacer el-Askalânî Resûl-i Ekrem, bedenlerin değil kalplerin tabibi olduğunu söyler:

Tıp (tedavi) iki türlüdür: Birincisi bedenin tıbbı, ikincisi kalbin tıbbıdır. Kalbin tıbbı, ancak Resûl-i Ekrem’in Yüce Allah’tan getirdiği (din) ile olur. Bedenin tıbbına gelince, bu konuda hem Allah Resûlü’ne hem de başka insanlara ait sözler vardır ve bunların çoğu tecrübeye dayanır.”

İbn Haldûn da tıpla ilgili rivayetlerin Hz. Peygamberin bize bildirmek ve öğretmekle mükellef olduğu temel dinî bilgilerin dışında kaldığını ve bu hadislerin bizim için bağlayıcı olmadığını söylemiştir. O, Resûl-i Ekrem’in tıp ile ilgili tavsiyelerini değerlendirirken şöyle demiştir:

“Hz. Peygamber bize dini öğretmek için gönderilmiştir; ne tıp ne de başka bir şeyi öğretmek için değil.”

Dihlevî’ye göre de Hz. Peygamberin insan olarak yaptıkları, örf ve âdete dayanarak yaptıkları ve tecrübeye dayanarak işledikleri, risâlet (Peygamberlik) görevinin dışında kalan fiillerdir ve bu tür fiiller bağlayıcı değildir. Özetle; Hz. Peygamber bize tıp, ziraat, sanat, ticaret gibi şeyler öğretmeye gelmemiştir. Hz. Nuh’a gemicilik, Hz. Dâvûd’a zırh yapımı ve demircilik öğretildiği gibi Peygamberimize öğretilen özel bir iş veya sanat olmamıştır. Ancak bu durum, onun tıp, ziraat ve sanat ile ilgili hiçbir açıklama yapmadığı anlamına gelmez.

Sünnetin anlaşılması

Özel anlamda sünnet, Allah Resûlü’nün Müslümanlar için örneklik teşkil eden sözleri, davranışları ve onayları anlamına gelirken, genel anlamda sünnet ile Hz. Peygamberin genel örnekliği ve rehberliği kastedilir. Bazı fakihler Hz. Peygamberin her fiilinin, hatta sükût ve eylemsizliğinin bile bizim için dinî bir hüküm ifade ettiğini söylerken, bazıları bunu kabul etmemiş ve Resûl-i Ekrem’in fiillerini çeşitli yönlerden ayrıma tâbi tutmuştur. Hz. Peygamber’in mücerret (soyut) fiillerini delil sayanlar arasında her fiilinin aynen yapılmasını vacip görenler olduğu gibi mendup [9]  sayanlar da olmuştur. Bu konuda asıl üzerinde durulan husus, Peygamber’e tâbi olmanın ne demek olduğu ile ilgilidir. Kimisi Peygamber’e tâbi olmak (ittibâ) ile onu taklit etmeyi, onu örnek almak ile ona benzemeyi (teşebbüh) birbirine karıştırmıştır. Bu noktada Allah Resûlü’nü taklit etmek veya şeklen ona benzemek ile onu rehber edinmek (iktidâ), onu örnek almak ve ona tâbi olmak (ittibâ) arasında bir ayrım yapmak önem kazanmaktadır.

 

Hz. Peygamberin vefatından sonra onun örnekliğini ve rehberliğini devam ettirmenin yolu, sünnetine tâbi olmaya bağlanmıştır. Ancak aynı tartışmalar daha yoğun olarak bu sefer sünnete tâbi olmanın anlamı üzerinde yaşanmıştır. Sünnete tâbi olmaktan maksat, örneklik kavramının aslî mahiyetinde olduğu gibi seçici davranarak Hz. Peygamberi örnek almak mı, yoksa hiçbir ayrım yapmaksızın her konuda onu tekrarlamak (taklit) ve ona benzemeye çalışmak mıdır (teşebbüh)?

Beşinci hicrî asrın en gözde İslâm bilginlerinden İmam Gazâlî Hz Peygamber’i örnek almak ile ona benzemeyi birbirinden ayırmış ve Hz. Peygambere saygı gösterip tazimde bulunmak, ona benzemekle olmaz.” demiştir. Bunu şöyle bir örnek ile açıklamıştır:

“Bir krala gösterilen saygı, onun emir ve yasaklarına boyun eğmektir; yoksa o bağdaş kurarak oturduğu için bağdaş kurmak, o sedire oturduğu için sedirde oturmak saygı değildir.” Gazâlî el-Menhûl adlı eserinde Peygamber’i birebir taklit etmenin sünnet olduğu anlayışını eleştirir ve şöyle der: “Bazı hadisçiler bütün fiillerinde Resulullah’a benzemenin sünnet olduğunu zannetmişlerdir ki, bu yanlış bir yaklaşımdır.”

Sünnet, Hz. Peygamberin gösterdiği hassasiyet bakımından da ikiye ayrılmıştır:

a) Sünnet-i müekkede: Resulullah’ ın devamlı yaptığı, bağlayıcı ve kesin bir emir olmadığını göstermek için de nadiren terk ettiği fiillere “müekked sünnet denilir. Bunlar bir bakıma dinî vecibeler için koruyucu ve tamamlayıcı bir nitelik de taşımakta olup önem yönüyle farz ve vacipten sonra gelir. Meselâ abdest alırken ağza ve buruna su verme, sabah namazının sünneti, ezan, kâmet, cemaatle namaz böyledir. Bu nevi sünnetleri yerine getiren kişi Allah’ın hoşnutluğunu kazanır, övgüye lâyık görülür, sevap elde eder. Terk eden kişi ise cezaya ve günaha çarptırılmasa da dinen azarlanmayı ve kınanmayı hak eder. Öte yandan farz namazların cemaatle kılınması, ezan gibi dinî şiarlardan (alamet, ayırıcı özellik) olan sünnetin bireysel olarak terki caiz olmakla birlikte, toplum olarak toptan terk edilmesi ve ihmali caiz değildir

b) Sünnet-i gayri müekkede: Resulullah’ ın ibadet türünden olup bazen yaptığı bazen da terk ettiği fiil ve davranışlara “gayri müekked sünnet” denilir.

Nafile ve müstehap (sevilen ve beğenilen)  hatta mendup (dince makbul davranış) tabirleri de çoğu kez bu anlamda kullanılır. İkindi ve yatsı namazlarının farzlarından önce kılınan dörder rekâtlık namazlar, vacip kapsamında olmayan infak ve yardımlar böyledir. Bu tür sünneti yerine getiren kişi sevap kazanır ve dinen övgüye lâyık görülür, terk eden kişi ise dinen kınanmaz. Sünnetin bağlayıcılığını o sünneti bize aktaran lafzın siyakında ve fiilin şeklinde aramak uygun olmayabilir.

Şayet Hz. Peygamberin yaptığı bir fiil bize insanı Allah’a yaklaştıracak bir ibadeti öğretiyor, iyilik ve güzelliğe sevk ediyorsa yahut yapılan fiil, yüksek ahlâkın temel bir ilkesi, iyiliği emir ve münkeri (kötülüğü) engelleyecek bir şey ise elbette o fiil, bütün insanların örnek alması gereken bir davranıştır. Aksi takdirde, adına sünnet dense de bağlayıcı bir tarafı olamaz. Hz. Peygamberin sair davranışları bizim için olsa olsa mubahlık (güzellik)  ifade eder.

Hz. Peygamberin fiil ve davranışlarını anlamaya çalışırken ve değerlendirirken yapılması gereken ilk iş, onun hem bir insan olduğunu, hem de ilâhî vahye muhatap olan bir peygamber olduğunu göz önünde bulundurmaktır. Peygamber olarak yaptığı davranışları, sahâbeden itibaren iki kısma ayrılmıştır: Biri, vahye dayanarak yaptıkları; diğeri ise kendi görüş ve kanaati ile yaptıklarıdır. Sahâbenin, zaman zaman Hz. Peygamberin yaptığı işin ilâhî vahyin yönlendirmesiyle mi yoksa kendi ictihadıyla mı (görüşüyle) yaptığını sorma cihetine gittiğine daha önce dikkat çekilmişti.

Aynı şekilde bir insan olarak kendisinden meydana gelen fiiller de iki kısma ayrılır: iradesinin dışında gerçekleşenler ve iradesi ve seçimi dâhilinde meydana gelenler. Sevmek ve hoşlanmak, kızmak ve nefret etmek, sevinmenin coşku, üzülmenin çöküntü getirmesi, hastalığın elem vermesi, tatlı ve hoş yiyeceklerin ağızda tat bırakması, çoğu kez insanın iradesi dışında meydana gelen fıtrata bağlı sonuçlardır. Binaenaleyh, Hz. Peygamberin helva ve balı sevmesinin, soğuk ve tatlı içeceklerden hoşlanmasının yahut kına kokusundan hoşlanmamasının teşriî (dini bağlayıcılığı)  bir yönü yoktur. Usulcülerin buna en çok verdiği örnek keler etidir. Keler eti, Resûl-i Ekrem’in hoşlanmadığı bir yiyecektir. Nitekim sahâbe onu bu hususta örnek almamış, hatta Hâlid b. Velîd bu eti Resulullah’ ın sofrasında yemiştir.

İnsanın iradesi ve ihtiyarı dâhilinde meydana gelen hareketler de böyledir; yemek, içmek, yatmak, oturmak, tedavi olmak gibi. Bunlar insanın iradesi ile kendisinden sâdır (oluşmakla) olmakla beraber, beşerin zorunlu olarak yaptığı şeylerdir. Aynı şekilde bunların da sünnet ve bağlayıcılık ile ilgileri yoktur. İnsanların zorunlu olarak değil de bir ihtiyaç olarak başvurduğu fiiller de böyledir. Bu sebeple, onun yediği belirli yiyecekleri seçip yemek, onun gibi eşeğe veya deveye binmek, çamurdan inşa edilen ve hurma dallarıyla örtülü evlerde oturmak, lif ile doldurulmuş deriden yapılan döşeklerde yatmak da bağlayıcı değildir.

Bugün sünnet zannedilen nice fiil, Arapların örf ve âdetlerinden ibarettir. Karadâvî bunu şu şekilde ifade etmiştir:

Bugün sünnet zannedilen birçok fiil, kendi zamanına ve çevresine uygun Arap âdetidir.” Ona göre, yerde oturup yemek,  yemeği elle yemek, cübbe, sarık giymek gibi Allah Resûlünün birçok fiili âdet nevinden şeylerdir. Bilhassa yapılan işlerin zamanı ve mekânı konusu, bu hususta tartışma mevzusu olmuştur. Hz. Peygamberin bir sefer esnasında uygun bir yerde konaklaması veya namaz kılması yahut bir ağacın altında oturması dinî bir gaye ile olmadığı halde, bazılarınca sünnet kabul edilmiştir. Hz. Peygamberin Mekke’den Medine’ye giderken namaz kıldığı yerler bir bir tespit edilmiş ve buralara mescitler inşa edilmiştir. Ömer b. Abdülazîz de, Medine’de Hz. Peygamberin namaz kıldığı mekânları tespit ettirerek bu yerlere mescitler yaptırmıştır. Özellikle sahabeden Abdullah b. Ömer’in bu yerlere düşkünlüğü bilinmektedir. Buna en çok karşı çıkan da babası Hz. Ömer olmuştur. Bir sefer esnasında herkesin belirli bir mekânda namaz kılmak için sıraya girdiğini görmüş, Hz. Peygamberin o mekânda namaz kıldığı için buna rağbet ettiklerini öğrenince şöyle demiştir:  

“Ehl-i kitap, peygamberlerinin kalıntılarını araştırarak oraları kilise ve manastıra çevirdikleri için helâk oldu. Öyleyse her kim namaz kılmak istiyorsa kılsın, yoksa çekip gitsin!”

 

 

Allah’a sığınma

Müminlere yatağa girdiklerinde huzur içinde uyumaları için Allah’a sığınmalarını tavsiye eden Hz. Peygamberin (sav) bunun dışında çeşitli zaman ve mekânlarda ağzından eksik etmediği sığınma duaları vardı. O (sav), evinden çıkarken dışarıda yaşayabileceği olumsuzluklara karşı şöyle dua ederdi:

 

“Bismillâh! Allah’ım! Ayağımın kaymasından veya kaydırılmasından, sapmaktan veya saptırmaktan, haksızlık etmekten veya haksızlığa uğramaktan, kaba/cahilce davranmaktan ya da davranılmaktan sana sığınırım.”

Peygamber Efendimizin bize öğrettiği şu istiâze dilimizden eksik olmamalıdır:

Allah’ım! Peygamberin Muhammed’in senden istediği hayırlı şeyleri biz de istiyoruz. Peygamberin Muhammed’in sana sığındığı kötü şeylerden biz de sana sığınıyoruz. Yardım sendendir ve varış sanadır. Güç ve kuvvet sadece senin yardımınladır.”

 

 

 

Salavat

Biriniz dua edeceği zaman önce Yüce Rabbine hamd ve senâ etmekle başlasın, sonra Peygamber’e salât getirsin. Daha sonra da dilediği şekilde dua etsin.

 

Peygamber Efendimize salavât getirmek, ona olan bağlılığı teyit etme, ona karşı en derin sevgi ve hürmeti arz etme anlamına gelir.

Allahın Peygamberine salât getirmesi, onu övme, tebrik etme, arındırma, destekleme, rahmet ve mağfiret etme; meleklerin salât getirmesi, dua ve istiğfar dileme; müminlerin salavât getirmeleri ise dua etme, sevme, tebrik etme, onun için rahmet, bereket ve merhamet dileme anlamlarına gelmektedir.

Salavât getirmek, Allah Resûlü’ne duyulan sevginin ilânı, ona ve sünnetine bağlılığın bir göstergesidir. Sözlü ifadeler destek olma, bağlılığı anlatma veya sevgiyi ifade etmenin en önemli araçlarındandır. Ancak Resûlullah’a bağlanma, ona destek olma sadece sözlü ifadelere indirgenemez.

Dolayısıyla salât ve selâmı sadece lafızlara hasretmek, bu şekilde uygulamak Resulullah’ ın ona yüklediği mânâyı ifade etmeye yetmez. Dil ile Resulullah Resûlü’ne salavât okumanın yanı sıra onun getirdiği vahyi desteklemek ve hayat boyunca yaşanır kılmak gerekir.

İnsanların Allah'ı hatırlamaları nasıl sadece tekbir getirmeye indirgenemezse, O'nun Resûlü'ne salavât getirmeleri de bilinen “salvele” kalıplarına indirgenemez.

Allah lâfzını dilden düşürmemek, tekbir getirmek; söz konusu kalıplardan biriyle salavât getirmek elbette önemlidir ve önemsenmelidir. Ancak  Allah ve Peygamber sevgisi sadece bu lafızlara indirgenmemelidir

Toplantılara salavât getirerek başlamak elbette güzel ve övülmesi gereken bir davranış ise de asıl salavât, o toplantıların Allah Resûlü'nün tavsiye ettiği ölçülere aykırı olmamasına dikkat etmek, onun koyduğu ölçüleri düşünerek onlara uygun ve olgun davranmaktır.

 

 

Allah’ın  İsim ve Sıfatları

Yüce Allah buyuruyor ki:

“Kulum beni nasıl düşünüyorsa ben öyleyim. O beni anarken ben onunla beraberim. O beni kendi başına anarsa, ben de onu kendim anarım. O beni bir topluluk içinde anarsa, ben onu daha hayırlı bir topluluk içinde anarım. O bana bir karış yaklaşırsa, ben ona bir arşın yaklaşırım. O bana bir arşın yaklaşırsa, ben ona bir kulaç yaklaşırım. O bana yürüyerek gelirse, ben ona koşarak giderim.”

 

Hz. Peygamberin  (sav) şöyle buyurmuştur: Muhakkak ki Allah güzeldir, güzelliği sever…”

Allah’ın isim ve sıfatlarının, bizi O'na ulaştıran bu yolların belli bir sayısı ve sınırı var mıdır? Kudreti, kemali ve hikmeti sınırsız olan bir varlığın isimleri doksan dokuz ile mi sınırlıdır? İslâm âlimlerinin çoğunluğuna göre doksan dokuz, en çoğa ve hatta belki sonsuzluğa delâlet eden bir rakamdır. Esasen Peygamberimiz bu rakamla Allah’ın isimlerine sınır biçmemekte; aksine, bunları saymakla bitiremezsiniz, demektedir.

Her sözünde, her işinde, her adımında O'nu arayan ve gönül gözüyle bakmasını bilen insan, her yerde ve her şeyde Rabbinin izlerini görür ve hisseder.

Şüphesiz başlı başına Bir ibadettir dua.” “Dua ibadetin özüdür.” Hatta belki ibadetlerin en büyüğü, en faziletlisidir. Zira ister gizli olsun ister açık, ister dilden dökülsün ister gönülden süzülsün, her çağrıya kulak veren, “Her şeyi hakkıyla işiten” ile aracısız görüşmektir dua.

 

Peygamber (sav) şöyle açıklamıştır:

Allah’ın, yüzden bir eksik, doksan dokuz ismi vardır. Kim bu isimleri (öğrenip gereğiyle amel ederek) sayarsa cennete girer.”  Hadiste geçen “ihsâ” fiili, sözlük anlamı itibariyle “saymak” anlamına gelse de, hadis âlimlerimizin ifade ettiği gibi, saymaktan maksat, Allah’ın isimlerini kuru kuruya okumak değil, bu isimlerin anlamlarını öğrenmek, bu isimlerle dua da bulunmak ve bu isimlerin ihtiva ettiği ilâhî ahlâkın gereğiyle amel etmektir.

İmam Gazâlî  Allahın güzel isimleri olan, esmâ-i hüsnâyı[10] sadece okumak, dinlemek ya da anlamlarını öğrenmekle yetinenlerin bu isimlerden nasibinin son derece az olduğunu ifade etmiştir. Ona göre mümin, bu ilâhî sıfat ve isimlerin anlam ve içerikleriyle derunî hayatını mâmur etmeli ve bu isimlerde ifadesini bulan ilâhî ahlâk ile ahlâklanmalıdır.

Sevgili Peygamberimiz, Allah’ın sıfatlarını sıralarken bizlere şöyle bir mesaj vermektedir:

“Öyleyse siz de kendi aranızda, gücünüz el verdiğince yumuşak huylu olun; ilişkilerinizde karşılıklı nezaketi ve yumuşaklığı, sevgi ve saygıyı elden bırakmayın. O'ndan isterken de neyi, nasıl isteyeceğinizi bilin ki, isteğinize varabileseniz.

 

 

Yaratılış

Hz. Âişe'nin naklettiğine göre, Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:

“Melekler nurdan, cinler alevli ateşten, Âdem ise size (Kur'an'da) tarif edildiği üzere (balçıktan) yaratılmıştır.”

 

Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Her doğan çocuk fıtrat üzere doğar. Sonra anne ve babası onu Yahudi, Hıristiyan veya Mecûsî[11] yapar.”

 

Önce, “Bitişik hâlde olan göklerle yerin birbirinden ayrıldığını”, sonra, “göğün bir tavan gibi”, “yükseltilip” belli bir düzene konduğunu”,“birbiriyle ahenkli yedi göğün yaratıldığını”, “dünyaya en yakın olan göğün yıldızlarla donatıldığını” ve “her biri belli bir süreye kadar akıp gitmekte olan güneşin ve ayın yaratıldığını”“ayın gökte aydınlık veren bir nur, güneşin ise ışık saçan bir kandil yapıldığını”, daha sonra Allah (cc), “yeri yayıp” “döşediğini”, “geniş yollarında gezip dolaşalım diye yeri insanlar için bir döşek yaptığını, sarsılmayalım diye oraya yükselen dağlar yerleştirdiğini, istediğimiz yere rahat gidebilelim diye dağların arasında geniş yollar açtığını” kendine ait eşsiz üslûbuyla aktarmaktadır.

Yaratılış, Kur'an merkezli anlaşılması gereken bir olgudur. Bununla birlikte yaratılışla ilgili âyetlerin anlaşılmasında, Kur'an'ın indiği dönemdeki insanların bilgi düzeyi ve kavrayışlarının dikkate alındığı unutulmamalıdır. Gayba ait olan bu konunun gerçek mahiyeti Allah tarafından bilinmektedir. Allah’a iman eden bir kimse için ise, yaratılışın mahiyetinden çok gayesi önem arz etmektedir. Zira bir ölçü ve dengeye göre yaratılan her şey insana eşsiz ve mükemmel bir yaratıcı olan Allah varlığını ispat etmektedir.

 

Cinler

Hz. Aişe anlatıyor: “Yâ Resulullah! Kâhinler bize bir şeyler söylerdi de dedikleri gerçek çıkardı.” dedim. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurdu: “Bu doğru olan sözü bir cin elde eder ve dostunun kulağına fısıldar. O da buna yüz yalan katar!”

 

Kur'an, cinlerin semanın üst katlarına çıkarak Allah tan  bilgi aldıkları/çaldıkları, dolayısıyla gaybî bilgilere muttali oldukları yolundaki yanlış inancı şiddetle reddetmiştir. Yüce Allah, gaybı yani akıl ve duyular yoluyla hakkında bilgi edinilmesi imkânsız olan varlık alanını kendisinden başka kimsenin bilemeyeceğini, ancak elçilerinden dilediğini seçerek ona gaybını bildireceğini haber vermiştir.

Dolayısıyla cinler, gaybı bilme konusunda insanlardan farklı değildir. Bilgileri sadece görüp öğrendikleri şeylerle sınırlı olup, meydana gelen olaylardan kendilerine gizli kalan hususları ve geleceği bilmeleri mümkün değildir.

Şu hâlde, kâhin, falcı, cinci, bakıcı, medyum diye anılan kimselerin cinlerden geleceğe dair haber aldıklarını ileri sürmeleri sadece bir iddiadan ibarettir ve bu yüzden Hz. Peygamber, kâhine veya medyuma gitmeyi de, onların sözlerini tasdik etmeyi de yasaklamıştır.

İslâm âlimleri cinlerin insanları çarpıp felç etmeye, akıllarını giderip delirtmeye, bedenlerine girip birtakım hastalıklara sebep olmaya güçlerinin olmadığını söylemişlerdir.

Nitekim Peygamberimizin ifadesiyle, bütün varlık âlemi bir kimseye kötülük yapmak için elbirliği etse, Allah takdir etmedikçe bunu gerçekleştirmeleri mümkün değildir

Peygamberimiz, kötü cinlerin/şeytanların insanlar üzerindeki olumsuz (psikolojik) etkilerinden kurtulmak ve onları tesirsiz hâle getirmek için Allah’a sığınmamızı öğütlemekte, Felâk ve Nâs surelerini, ayrıca Ayetü'l-kürsî' yi[12] okumamızı tavsiye etmektedir.

 

 

İnsan

Efendimiz; “Muâz, sen Allahın kulları üzerindeki hakkının ne olduğunu biliyor musun?” Her zamanki saygılı tavrıyla, “Allah ve Resûlü daha iyi bilir.” dedi. Resûlullah “Allahın kulları üzerindeki hakkı, kulların O'na kulluk ve ibadet etmeleri ve hiçbir şeyi O'na ortak koşmamalarıdır.”

 

Sonra Resulullah “Peki kulların Allah üzerindeki hakkının ne olduğunu biliyor musun?” diye sordu. Muâz, “Allah ve Resûlü daha iyi bilir.” diyerek cevabı beklemeye başlamıştı. Resûlullah, Allah’a kulluk etmesi ve O'na ortak koşmaması hâlinde kuluna azap etmemesi ve onu cennete koymasıdır.” sözleriyle verdi müjdeli haberi.

Her an Allah karşısında kendine çeki düzen veren kul, kimi zaman bu hâlini devam ettiremeyip hata da edebilir. Bilinçli, müttaki (takva sahibi) bir kul hata etse de, geri adım atıp Rabbine dönmeyi bilir. Allah da kulunun günahını fark ederek pişmanlıkla tevbe etmesine çok sevinir ve “Kulum dilerse günahını affedecek, dilerse cezalandıracak bir Rabbi olduğunu bildi. Şu hâlde ben de kulumu bağışladım.”  buyurur. Kulun samimiyetinden dolayı ona mağfiret kapılarını açar. Çünkü Yüce Rabbimiz kendi lütfundan istenilmesini ve affetmeyi sever. O'na hürmet eden ve O'nu devamlı hatırlayan kullarını affeder.

Rabbimiz, kendisinden isteyeni asla kapısından kovmaz. Yeter ki, sadece O'na dayansın, samimi bir kalp ile “Allah'ım! Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz.”[13] diyerek tevekkül etsin onu Yaratan'a. O Yaratan ki samimi bir şekilde ibadet eden kulunu sever, ne isterse ona ihsan eder. Allah Resûlü'nün bizlere anlattığına göre şöyle buyurur:

“Kim benim bir veli kuluma (dostuma) düşmanlık ederse, ben de ona harp ilân ederim. Kulum, kendisine farz kıldığım şeylerden daha sevimli bir şeyle bana yaklaşamaz. Kulum nafile ibadetlerle de bana yaklaşmaya devam eder, ta ki ben onu severim. (Sevince de) artık onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Benden isterse muhakkak ona (istediğini) veririm. Bana sığınırsa muhakkak onu korur ve kollarım.”

Rabbine yakın olmak, insan için, kul için dünyada da âhirette de çok önemlidir. Yüce Allah şöyle buyurur:

“Ben, kulumun benim hakkımdaki zannı ne ise öyleyim. Beni andığında onunla beraberim. O beni kendi başına anarsa, ben de onu kendi başıma anarım. O beni bir topluluk içinde anarsa, ben de onu o topluluktan daha hayırlı bir topluluk içinde anarım. O bana bir karış yaklaşırsa, ben ona bir arşın yaklaşırım. O bana bir arşın yaklaşırsa, ben ona bir kulaç yaklaşırım. O bana yürüyerek gelirse, ben ona koşarak gelirim!”

 

 

Şeytan

Şeytan, doğru yoldan ayrılmış, görünmeyen varlıklara verilen bir isim olduğu gibi, aynı zamanda hayırdan, güzel şeylerden kendini soyutlamış, haktan sapmış, taşkınlık yapan her türlü cin, insan ve hayvanın ortak vasfıdır.

 

Hz. Peygamber (sav) de zaman zaman bir kötülüğü, çirkin bir davranışı nitelerken onun şeytanla ilgisine dikkat çekmiştir. O (sav), güvercin peşinde dolaşan bir adam görünce, onun, zamanını boşa harcadığını ifade etmek için “(Bu adam) şeytan kovalayan bir şeytandır.” buyurmuş,

Câbir'den (ra) nakledilen bir rivayet insanın en çok hangi durumlarda şeytanın ayartmasına maruz kalabileceğini belirtmektedir: “Yabancınız olan ve herhangi bir sebeple yanlarında eşleri veya mahremleri olmayan hanımların evlerine girmeyin, onlarla (yalnız başınıza) kalmayın. Çünkü şeytan, damarlarınızdaki kan(ın dolaştığı) gibi sizi şaşırtmak için etrafınızda (siz farkında olmadan) dolaşmaktadır.”

Şeytan insandaki zaafların farkındadır. Bu yüzden onu aldatırken bu zaaflardan yararlanır. Bazen insanı fakirlikle korkutur ve ona cimri olmasını telkin eder. Bazen Hz.  Adem ile Hz. Havva'ya yaptığı gibi aldatıcı vaatlerde bulunmak ve nihayet çoğu zaman da Allah’ın  affına güvendirmek suretiyle insanı yoldan çıkarır ve yanlış yollara yönlendirir.

Bununla birlikte şeytanın insan üzerindeki nüfuzu çok fazla abartılmamalıdır. Yaratıcı'nın, kendisini anan, zikreden kullarına merhamet edeceği ve onları koruyacağı unutulmamalıdır. Nitekim Kur'an'da da Allah’a sığınmak ve O'nu anmak, şeytanın şaşırtmasına karşı müteyakkız olmanın, direnmenin yolu olarak gösterilmektedir:  

“Eğer şeytandan gelen bir dürtmeye, bir kışkırtmaya uğrayacak olursan Allah’a sığın. Çünkü O, her şeyi işiten ve her şeyi bilendir.”[14]

Her türlü sinsi tuzağına rağmen şeytanın hilesi çok zayıftır.

“Gerçekte, şeytanın, iman etmiş ve Rablerine güven bağlamış olanların üzerinde bir nüfûzu/etkisi yoktur.”  buyuran Allah Teâlâ, şeytanın zorlayıcı bir gücünün olmadığını bizlere hatırlatmaktadır.

Duyduğu bir ezan sesiyle kaçan şeytan karşısında mümin büsbütün zayıf değildir. Aksine şeytanı meyûs edecek kadar güçlü olabilir. Öyle zamanlar olur ki, şeytan müminle uğraşmaktan bıkar, onunla baş edemez ve çaresiz kalır. Nitekim Ebû Hüreyre'den nakledilen bir rivayette, Resûl-i Ekrem’in (sav) “Mümin, tıpkı sizden birinin yolculukta devesini yorduğu gibi, şeytanlarını yorar (zayıf düşürür).” dediği bildirilmektedir.

İnsan, ancak imana, irfana, özüne dönmek suretiyle şeytanın sanal nüfuzundan kurtulabilir. Elbette Yüce Yaratıcının yardımı ve inayeti olmadan bu kurtuluşun gerçekleşmesi mümkün değildir. O hâlde, “Kul eûzü bi-Rabbi'n-nâs” âyetiyle başlayan Nâs süresini daimî bir dua olarak dilimizden eksik etmeyelim:

“Cinlerden ve insanlardan; insanların kalplerine vesvese veren sinsi vesvesecinin kötülüğünden, insanların Rabbine, insanların Melik'ine, insanların İlahına sığınırım.”[15]

 

 

Ruh

1) Bütün insanlık için bugün de hâlâ bir muamma olan ruh,  Peygamber efendimize de yöneltilen sorulardan biri olmuştur.

 

2) Bir gün bir grup Yahudi Resûlullah’ a gelip ruhun ne olduğunu sordular. Resûlullah bu soru üzerine bir müddet durdu, sustu; çünkü bu hususta kendisine herhangi bir vahiy inmemişti. Bir süre sonra vahiy geldi:

3) “Sana ruhu soruyorlar. De ki, ruh, Rabbimin emrindendir ve size (bu konuda) verilen bilgi pek azdır. ”

4) Diğer ayetlere birlikte bakıldığında Yahudilerin veya müşriklerin Resûlullaha sordukları ruhtan kast edilenin “vahiy” olduğu anlaşılmaktadır.

 5) Kur'an'da geçen ruh kavramının, yerine göre vahiy, melek (Cebrail) veya insan ruhu (canı) anlamlarına geldiği söylenebilir. Ancak bu mânâlardan hangisine gelirse gelsin ruhun gerçek mahiyetini Allah’tan başka hiç kimsenin bilemeyeceği anlaşılmaktadır.

 6) İslâm geleneğinde daha çok insan ruhunun ne olduğu bedenle bağı, bedenden ayrı mı yoksa onu tamlayan bir parçası mı olduğu, sonsuz olup olmadığı, ölümden sonraki durumu v.s. gibi hususlar tartışma konusu olmuştur.

7) İslâm, canlıları ruh ve bedenden oluşmuş iki yönlü bir varlık olarak kabul etmektedir. Ruhun, bedeni harekete geçiren, organizmayı canlı hâle getirmesi yanında Allah, onu, insan davranışlarına yön veren bir “öz” olarak da tanımlamıştır.

8) Yaşayan insanın bedenine can katan ruhun nasıl bir varlık olduğu hakkında da konuşulacak pek az şey vardır. Bu noktalarda yazılıp çizilenler kanıtlanabilir bilgiler olmaktan uzaktır. Dolayısıyla ruh, insanın özel ve meçhul tarafı olarak kalmaya devam edecektir.

 

Nefis

Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:

 “Akıllı kişi, nefsine hâkim olan ve ölüm sonrası için çalışandır. Zavallı kişi ise nefsinin arzu ve isteklerine uyan (ve buna rağmen hâlâ) Allah’tan  (iyilik) temenni edendir."

“Dikkat edin, size mümini tanıtıyorum; o, insanların can ve mal hususunda güvendiği kişidir. Müslüman; elinden ve dilinden insanlara zarar gelmeyendir."

Nefis; Kur'an ve hadislerde ruh, Allah’ın zâtı, insanın kendisi, kişi, kalp veya gönül din kardeşi gibi anlamlara gelmektedir. Ayrıca nefis, insanın içindeki kötü duygular karşılığında da kullanılmıştır ki, İslâm geleneğinde daha çok bu olumsuz şekliyle ön plana çıkmıştır.

Yusuf kıssasında da işaret edildiği gibi, peygamberler dâhil hiç kimse nefiste uyanan arzu ve isteklerden korunmuş değildir.

Ancak hadislerde ifade ettiği gibi, insan, pratiğe dökmedikçe içinden geçen kötü düşüncelerden sorumlu değildir.

Dolayısıyla erdem, gayri meşru, arzulara sahip olmamak değil, bu tür duygular nefiste uyandığı zaman onları dizginleyebilmektir. Bunun yolu da daha çok nefse ızdırap çektirmek suretiyle onu köreltmeye çalışmak değil, arındırmak esastır.

Nefsi arındırmak,  en basit ifadeyle çirkin huy ve davranışları terk edip, güzel huylara sahip olmaya çalışmaktır. Bunu başarabilmenin yolu nefsi sık sık hesaba çekmektir. Nitekim Hz. Ömer şöyle demiştir: “Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekin, büyük hesap günü için kendinizi hazırlayın!”

Şu hâlde daha çok “insanın kendisi” anlamına gelen nefsin potansiyel tehlike veya düşman şeklinde düşünülmesi yanlıştır.

Nefis, insandan ayrı, farklı bir varlık değildir. “Nefisle mücadele;” insanın kendisiyle, hırslarıyla, bitmek tükenmek bilmeyen istek ve arzularıyla mücadeleden başka bir şey değildir

Allah Resulünün nefsinin kötülüklerine karşı Allah’a sığındığını görüyoruz. O ashâbına, sabah, akşam ve yatarken şu duayı yapmalarını öğütlemiştir:

“Ey göklerin ve yerin yaratıcısı, gizliyi ve aşikârı bilen Allah'ım! Sen her şeyin sahibisin. Senden başka ilâh olmadığına melekler de şahitlik ederler. Biz nefislerimizin ve şeytanın şerrinden, onun bizi şirke düşürmesinden, kendimize ve herhangi bir Müslüman'a kötülük yapmaktan sana sığınırız.”

 

Zaman           

Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “İki nimet vardır ki insanların çoğu (onları değerlendirme hususunda) aldanmıştır: Sağlık ve boş zaman.” Günümüz insanının bu hadis üzerinde çok düşünmesi gerekmektedir.

Kur'an'ın ilk inen sûrelerinden olan Müzzemmil sûresinde “Gerçekten gece kalkışı hem daha etkili, hem de söz bakımından daha sağlam (berrak) olur.” denilmekte ve geceleyin yapılan ibadetlerin ve edilen duaların, gece uykudan kalkmanın tüm meşakkatine rağmen çok daha tesirli olduğu anlatılmaktadır.

Amr b. Abese Allah’a biri diğerinden daha sevimli gelen zaman var mıdır?diye sorduğunda Hz. Peygamberin “Rabbin kuluna en yakın olduğu vakit gecenin son yarısıdır. Eğer o saatlerde Allah'ı zikredenlerden olmaya gücün yeterse, sen onlardan ol.” şeklindeki cevabını da gece yapılan ibadetlerin daha tesirli oluşu hakkındaki Kur'an ifadeleri ışığında değerlendirmek uygun olacaktır.

Nitekim bir başka hadisinde Resûl-i Ekrem “Gece namazını ihmal etmeyiniz. Çünkü o sizden önceki salih kişilerin ısrarla devam ettirdikleri bir gelenekti. Ayrıca o, Allah’a yakınlık sağlar, günahlardan sakındırır, kötülükleri yok eder, vücudu hastalıklara karşı korur.”  buyurmaktadır.

Allah Resûlünün sahâbe efendilerimizden birine “Beş şey gelmeden önce beş şeyin değerini iyi bilmelisin; ihtiyarlığından önce gençliğinin, hastalığından önce sağlığının, yokluğundan önce varlığının, meşguliyetinden önce boş vaktinin ve ölümünden önce hayatının.” şeklindeki nasihati de hayatımızda çoğu defa değerini bilmediğimiz şeylere dikkat çekmektedir.

“Hayatının bereketli ve ömrünün uzun olmasını isteyenin akrabalık ilişkilerine önem vermesi gerektiği”  şeklindeki tavsiyesi de maalesef kulak ardı edilmektedir.

Sözün özü: İnsanoğlunun kıymetini bilmediği en önemli değerlerinden birisi de zamandır.  Zamanı bitmek tükenmez zannederiz, ancak zaman düşündüğümüzden çok daha hızlı akıyor. Zamanı iyi değerlendirebilmek için "an" ı kaliteli yaşamak gerekir. Yaşam "an" ların bileşkesidir. An' larımız kaliteli olursa hayatımız da kaliteli olmuş olur. (Mk)

 

 

Dünya

Dünya ve âhiret hayatı, birbirinin devamı olan iki hayattır. İnsan ilk olarak dünya hayatına gözlerini açtığı için bu hayata yakın hayat anlamında dünya hayatı”, dünyaya gözlerini yummasının ardından son olarak âhiret hayatına intikal ettiği için bu hayata da “sonraki hayat” anlamında “âhiret hayatı denmiştir.

Dünya hayatı, ebedî hayat olan âhiret hayatının kazanılacağı ve şekilleneceği yegâne yerdir.

Dünya âhiretin tarlasıdır.” şeklindeki hikmetli sözde de ifade edildiği gibi, cennet, tohumunu bu dünyada ektiğimiz bir bahçe, cehennem de ateşini bu dünyadan götürdüğümüz bir yangın yeridir.

Hz. Ali dünya için, Allah’ın peygamberlerinin mescidi, vahyin iniş yeri, meleklerin namazgâhı, Allah dostlarının mekânı, Allah rahmetinin kazanıldığı ve cennetin hak edildiği yer” ifadelerini kullanır ve dünyaya olumsuz bir gözle bakılmamasını tavsiye eder.

Dünyanın konumu ve değeri hususunda en açık bilgiler Kur'ân-ı Kerîm'de yer alır. Dünya ile ilgili âyetler bir bütün olarak değerlendirildiğinde, ne dünyevîleşmenin (sekülerleşmenin) ne de uhrevîleşmenin (ruhbanlaşmanın) İslâm açısından arzu edilen bir şey olduğu; bilakis asıl vurgunun dünya ve âhiret arasındaki denge üzerine olduğu görülür.

Kur'an'da da hadislerde de, dünya sırf dünya olduğu için yerilmiş ve kötülenmiş değildir. Yerilen, âhirete tercih edilmiş bir dünya hayatıdır.

Ne var ki, insanlardan kimileri şu çabucak geçip giden dünya hayatını severler de önlerinde kendilerini bekleyen zorlu âhiret gününü ihmal ederler. Oysa dünya hayatı en nihayet geçici bir metadır; âhirette Allah katında olanlar ise daha hayırlı ve kalıcıdır.

Şu hâlde dünya, müminlerin zillet ve âcizlik içinde değil, bilakis izzet ve vakar içinde yaşayacakları bir yerdir. Onlardan beklenen, dünya hayatını mâmur etmeleri, bunu yaparken de rızıklarına kefil olan Allah’u Teâlâ'ya kulluk etmeyi ve âhireti unutmamalarıdır. Kısacası, dünya konusunda müminlerden istenen, ölçülü ve dengeli olmaktır.

 

Ubudiyet-kulluk

1. Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur:

                “Rabbimiz Tebâreke ve Teâlâ, her gece, gecenin son üçte biri kaldığında dünya semasına iner (rahmet nazarıyla bakar) ve şöyle buyurur:

 'Bana dua eden yok mu, duasını kabul edeyim! Benden isteyen yok mu, ona (dilediğini) vereyim! Benden mağfiret isteyen yok mu, onu bağışlayayım!' ”

2. Yüce Allah şöyle buyurur:

'Kim benim bir veli kuluma (dostuma) düşmanlık ederse, ben de ona harp ilân ederim. Kulum, kendisine farz kıldığım şeylerden daha sevimli bir şeyle bana yaklaşamaz. Kulum nafile ibadetlerle de bana yaklaşmaya devam eder, ta ki ben onu severim. (Sevince de) artık onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Benden isterse muhakkak ona (istediğini) veririm. Bana sığınırsa muhakkak onu korur ve kollarım...' ”

3.Yüce Allah şöyle buyurur:

'Ben, kulumun benim hakkımdaki zannı ne ise öyleyim. Beni andığında onunla beraberim. O beni kendi başına anarsa, ben de onu kendi başıma anarım. O beni bir topluluk içinde anarsa, ben de onu o topluluktan daha hayırlı bir topluluk içinde anarım. O bana bir karış yaklaşırsa, ben ona bir arşın yaklaşırım. O bana bir arşın yaklaşırsa, ben ona bir kulaç yaklaşırım. O bana yürüyerek gelirse, ben ona koşarak gelirim!'

4. insan, Rabbi karşısındaki konumunu bilmeli, alçakgönüllülüğünü korumalı ve O'nun şu uyarısını unutmamalıdır: “Allah'ı unutan ve bu yüzden de Allahın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın.”

5. Rabbimiz, kendisinden isteyeni asla kapısından kovmaz. Yeter ki, sadece O'na dayansın, samimi bir kalp ile “Allah'ım! Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz.”  diyerek tevekkül etsin

6. Unutmamalıyız ki, Allah, her zaman kendisine inanan ve güvenen kullarıyla beraberdir, onların yanındadır. Onlar Allah katında en yüksek derecelere nail olacaklardır. Ve velileri, hamileri, sahipleri Allah'tır onların. Rabbimiz sevdiği kulunu her an kollar, gözetir, yalnız bırakmaz, terk etmez, duymazlıktan gelmez.

Son söz: “Allah’a dayan, sa'ye sarıl, hikmete râm ol, Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol!” (M.Akif)

 

 

Din

1. Hanîflik insanın tabiatına ve fıtrata uygun olarak kayıtsız ve şartsız Allah’a teslimiyeti; tüm sahte tanrıları reddederek, kulluğu yalnızca Allah’a hasretmeyi ifade etmektedir.

 

2. Resulullah,  “Dinde aşırılıktan sakının. Çünkü sizden öncekileri dinde aşırılığa gitmeleri helâk etti. ”buyurdu.” Bazen dinin tanıdığı ruhsatları (kolaylıkları) terk etmek dahi dinde aşırılığın bir göstergesi olabilir. Nitekim Enes b. Mâlik,[16] bir Şam yolculuğu esnasında cemaatle iki rekât kıldıkları ikindi namazlarının üstüne ikişer rekât daha ilâve eden birilerini gördüğünde çok öfkelenmiştir.

3. Dinde aşırılığa gitmek Allah’ın geniş kıldığı dini daraltmak gibi bir tutumu içinde saklamaktadır.

4. Merhamet Elçisi (sav) bir hadisinde bu hususu şöyle dillendirmiştir: Din kolaylıktır. Bir kişi takatinin üstünde ibadete kalkışırsa din karşısında âciz kalır.”

5. Dua, Allah’ın yüceliğine sığınmak ve koruması altına girmektir. “Duanız olmasa Rabbim size ne diye değer versin?” hükmünce duaya talip müminler, hayatlarının her adımında Allah’a sığınır, güçlerini O'ndan alırlar. Bu sebeple Allah Resûlü, “Dua, inanan insanın silahıdır. Dinin direği, göklerin ve yerin nurudur.” buyurmuştur.

6. Dinin nihaî hedefinin, insana her türlü tutum ve davranışta Allah’ın rızasını kazandırmayı hedeflediğidir.

7. Enfâl sûresinde gerçek müminlerin vasıfları zikredilirken ideal olan inanç; duygu, düşünce ve eylem olarak bir bütün hâlinde şu şekilde ele alınmaktadır:

“Müminler ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir. Onun âyetleri kendilerine okunduğu zaman (bu) onların imanlarını artırır. Onlar sadece Rablerine tevekkül ederler. Onlar namazı dosdoğru kılan, kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden Allah yolunda harcayan kimselerdir. İşte onlar gerçekten müminlerdir. Onlara, Rableri katında yüksek mertebeler, bağışlanma ve cömertçe verilmiş rızık vardır.” [17]

8. Allah Resûlü, pek çok sözünde dini, doğrudan ahlâk olarak tanımlamaktadır.  Nitekim Allah Resûlü, kendisine yöneltilen “İmanın hangisi daha faziletlidir?” sorusuna Güzel ahlâk.” cevabını vermiştir.

Vahiy

Hz. Hatice:  Allah’a yemin ederim ki, Allah hiçbir vakit seni utandırmaz. Çünkü sen akrabanla ilgilenirsin, işini görmekten âciz olanların yükünü yüklenirsin, yoksula kazanç kapısı sağlarsın, misafiri ağırlarsın, başa gelen her türlü musibette yardım edersin.' dedi.

 

1) Allah Resûlü'ne bazen uğultu şeklinde gelen vahiy, çoğu zaman Cebrail aracılığıyla getiriliyordu.

2) Cebrail kimi zaman kendi suretinde, kimi zaman sahâbeden Dıhye isimli bir zâtın şekline bürünerek, kimi zaman da kimsenin tanımadığı bir insan görünümünde vahiy getirmekteydi.

3) Resulullah (sav) şöyle demiştir: “Allahın benimle gönderdiği hidayet ve ilim, (farklı yapılardaki) topraklara düşen bol yağmura benzer.

4) Bunlardan bazıları temizdir, suyu alır, bol bitki ve ot yetiştirir. Bazıları kuraktır, suyu (yüzeyinde) tutar. Bu sudan insanlar yararlanır; hem kendileri içerler hem de (hayvanlarını) sularlar ve ziraat yaparlar. Diğer bir toprak çeşidi de vardır ki dümdüzdür. (Ona da yağmur düşer ama) o ne su tutar ne de bitki yetiştirir.

5) Allah’ın dinini inceden inceye kavrayan, Allah’ın beni kendisiyle gönderdiğinden (hidayet ve ilimden) faydalanan, öğrenen ve öğreten kimse ile (bunları duyduğu vakit kibrinden) başını bile kaldırmayan ve kendisiyle gönderildiğim Allah’ın hidayetini kabul etmeyen kimsenin misali işte böyledir.”

Sözün özü: Vahiy özel anlamda;  Allah’ın peygamber efendimize gönderdiği mesaj yani Kur'an dır.  İlk vahiy geldiğinde Resulullahın tedirginliği  üzerine hz. Hatice yukarıdaki sözü sözle meziyetlerini hatırlatarak doğru yolda olduğunu söylemişti. Bu aynı zamanda yüce Allah' ın "sizin için resul de güzel örnekler vardır"  dediği hususlar olup bizimde benimseyip hayatımıza aktarmamız gereken meziyetlerdir.

Peygamberimiz vahyi yağmura, insanı da toprağa benzeterek yağmurun aynı olmasına rağmen farklı kişilerde farklı sonuçlar doğurduğunu ifade etmektedir. Rabbim bizi su tutmayan,  bitki de yetiştirmeyen topraklardan etmesin. Rabbim peygamberimizin ahlakı ile ahlaklanmamıza yardım etsin, Amin, (Mk)

 

 

Bilgi (İlim)

Resûl-i Ekrem (sav) şöyle buyurmuştur:

 1. “Kim ilim için yola çıkarsa Allah ona cennete giden yolu kolaylaştırır.  Sudaki balıklara varıncaya kadar yer ve gök ehli âlim kişinin bağışlanması için Allah’a yakarır.  Alimin, ibadet edene üstünlüğü,  ayın diğer yıldızlara olan üstünlüğü gibidir. Kuşkusuz âlimler peygamberlerin vârisleridir…” 

2. “Ya öğreten, ya öğrenen, ya dinleyen, ya da ilmi seven ol. Sakın beşincisi olma, helak olursun.”

3. "Sadakanın en faziletlisi, Müslüman'ın bir bilgi öğrenmesi, sonra da o bilgiyi Müslüman kardeşine öğretmesidir.”

4. “İnsan ölünce üç şey dışında ameli kesilir: Sadaka-i câriye (faydası kesintisiz sürüp giden sadaka), kendisinden faydalanılan ilim ve kendisine dua eden hayırlı evlât.”

5. Resûl-i Ekrem (sav) şöyle dua etmiştir:Allah'ım! Huşû duymayan kalpten, kabul edilmeyen duadan, doymayan nefisten ve fayda vermeyen ilimden sana sığınırım.”

6. Sadece dinî bilgiye ulaştıran değil, insanlığa faydalı olan her türlü bilgi ve yönteme götüren yol kıymetlidir. Alim bilgisi ile çevresini aydınlatır.  Abid (İbadet eden kul) de ibadetiyle ışık verir.

7. Bilgi peşinde koşmak da Allah yolunda bir mücadeledir. Allah Resûlü “İlim için yola koyulan kimse, dönünceye kadar Allah yolundadır.” demiştir.

8. “Ancak iki kişiye gıpta edilir: Onlardan biri, Allah’ın kendisine mal verdiği ve Hak yolunda o malı harcamasına imkân tanınan kişi, diğeri de Allah’ın kendisine hikmet verdiği ve onunla hüküm veren ve onu başkalarına öğreten kişidir.”

9. Allah Resûlü, günün birinde, mescitte iki gruba rastlamış ve, “İkisi de hayır üzeredir. Ama biri, diğerinden daha üstündür. Bir kısmı Allah’a dua ediyor ve ondan bir şey istiyorlar. Allah onlara ister verir, isterse vermez. Diğerleri ise, dini anlamaya ve ilim öğrenmeye çalışıyorlar ve bilmeyene öğretiyorlar. Bunlar daha üstündür.” dedikten sonra, “Şüphe yok ki, ben de sadece bir öğretici olarak gönderildim,” diyerek ilim öğrenenlerin yanlarına oturmuştur.

10. Kuşkusuz, kendini bilen, Rabbini de bilir. Yunus'un dediği gibi:

 

“İlim ilim bilmektir, İlim kendin bilmektir.

Sen kendini bilmezsin, Ya nice okumaktır?

 

Tefsir ve tevil

1. Peygamber (sav) bir grubun tartıştıklarını işitmiş ve onlara şöyle buyurmuştur:

“...Kur'an'ın bazı âyetlerini ileri sürerek diğerlerini yalanlamayın. Onun (mahiyetini) bildiğiniz âyetleri üzerinde konuşun; bilmediklerinizi ise onu bilene bırakın.”

2. Onun âyetler üzerinde tartışanlara yönelik tepkisi, bilgiye dayalı olmayan, anlık akıl yürütmelere göre yapılan tartışmaların faydasız olduğunu öğretmekte, aynı zamanda Kur'an'ı anlama ve yorumlamanın fert ve toplumun hayatını etkilemesi ve yönlendirmesi bakımından ne kadar hassas bir konu olduğuna da dikkat çekmektedir.

3. Hz. Peygamberin ihtiyaç duyuldukça Kur'ân-ı Kerîm'deki mânâsı kapalı âyetleri açıklamış, ashâbının sorularını cevaplamıştı.

4. Allah Resûlü, âyetleri tam anlamıyla hayatına aksettirmiş, âdeta yaşayarak tefsir etmişti. İşte bu yüzden Hz.  Aişe, Resûl-i Ekrem'in (sav) ahlâkını soran bir kişiye,Sen hiç Kur'an okumuyor musun? Onun ahlâkı Kur'an'dı.” karşılığını vermişti.

5. Kur'an, metni itibariyle farklı yorumlara kapı aralasa da, bu farklı yorumlar toplumu bir arada tutan temel ilke ve yönelimlerin dışına çıkmamalıdır.

6. Kur'an'ı, şifreler içeren gizemli bir bulmaca kitabı gibi algılamaya yönelik yaklaşımlar ise, ne yazık ki, modern dönemin, Kur'an'ın öğretilerini hayatın dışında tutan, ancak ona atfettiği olağanüstü özellikleri falcılığa ve medyumluğa yaklaştıracak bir biçimde kullanma tavrını beslemektedir.

7. Tefsir ilminin kurucusu olarak anılan genç sahabe ibn Abbâs'ın naklettiği bir hadisinde Allah Resulü, bilgi ve yönteme dayalı olmaksızın âyetleri tefsir etmenin yanlışlığını şu ağır ifadelerle hatırlatmaktadır:

“Kim Kur'an hakkında bilgisizce konuşursa, cehennemdeki yerine hazırlansın.”

8. Bu hadis, dinin temel kaynaklarını şerh/izah etme işinin özel bir bilgi alanı olduğunu ihsas etmektedir. Kur'an'ı keyfî ve sorumsuzca yorumlamanın cehenneme götürebilecek bir yanlışlık olarak sunulması, dinin doğru anlaşılması gibi, tahrifinin de yorumlama neticesinde gerçekleştiğini bildirmektedir.

9. Dolayısıyla hadisteki uyarı, ayet ve hadisleri anlama ve yorumlamanın bilimsel bir yetkinlik işi olduğuna, ayetlerin, kişilerin kendi görüş ve düşünceleri doğrultusunda açıklanmasına karşı çıkılmıştır. Bu hassasiyet neticesinde delile ve bilgiye dayanmaksızın yapılan aklî çıkarımları kötüleyen rivayetler, temel hadis eserlerinde yerini almıştır.

 

 

Sünnet

Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur:

“Bana itaat eden, Allah’a itaat etmiştir. Bana isyan eden de Allah isyan etmiştir…”

“Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu şaşırmayacaksınız: Allah’ın Kitabı ve Peygamberinin sünneti. ”

Peygamber Efendimiz ashabı ile sohbet ederken onlara kıyametin şiddetinden bahsediyordu. Sözleri orada bulunanları öyle etkilemişti ki, aralarından birçok kimse Hz. Peygamberin anlattıklarının dehşetini ve kendi amellerinin eksikliğini düşünerek ağlamaya başlamıştı. İçlerinden bazıları ise derin düşüncelere dalmışlardı: Öyle ibadet etmeliydiler ki, bu vesileyle Allah’ın sevgisini kazanmalı, kıyamet gününün tüm keder ve sıkıntılarından kurtulabilmeliydiler…

Onlardan birisi, “Ben, yaşadığım müddetçe geceleri hep namaz kılacağım.” dedi. Diğeri, “Ömrüm boyunca hep oruç tutacağım, asla oruçsuz günüm olmayacak.” dedi. Üçüncüsü de, “Kadınlardan uzak kalacağım ve hiç evlenmeyeceğim.” dedi. Hakikaten de Osman b. Maz’un bu gerekçeyle gündüzleri oruç, geceleri de namaz ile geçirmeye başlamıştı.

Daha sonra Peygamber (sav) bu sahabelerinin yanlarına gelerek onlara, “Şöyle şöyle diyenler sizler misiniz? Allah’a yemin ederim ki, Allah’tan  en çok korkanınız ve ona karşı gelmekten en çok sakınanınız benim. Böyle olduğu hâlde ben bazen oruç tutuyor, bazen de tutmuyorum. (Gecenin bir kısmında) namaz kılıyor, (bir kısmında ise) uyuyorum ve kadınlarla da evleniyorum. Benim sünnetimden yüz çeviren, benden değildir. ” buyurmuştu.

Hz. Muhammed'in (sav) peygamberlik vazifesi, sadece vahyi nakilden ibaret değildi. O, Rabbinden aldığı vahiy doğrultusunda, inanç, ibadet ve ahlâkî değerler başta olmak üzere günlük hayatın tüm alanlarında, İslâm'ı anlatarak, açıklayarak ve yaşayarak Müslümanlara örnek bir hayat sergilemişti.

“Andolsun, Allah Resûlü'nde sizin için; Allah ve ahiret gününe kavuşmayı uman, Allah'ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır.”[18] ayeti işte Resulullah’ ın bu örnek olmavazifesini vurgulamaktaydı.

Hz. Peygamberin sünneti, onun hayatında somutlaşan ideal bir yaşam tarzını simgelemekteydi.

Bir sahabi Hz. Aişe'den kendisine Resûl-i Ekrem’in ahlâkını anlatmasını istemişti. O, “Sen Kur'an okuyorsun değil mi?” diye sorunca Sa'd, “Evet,” cevabını verdi. Bunun üzerine müminlerin annesi, “İşte Resulullahın ahlâkı Kur'an idi.” dedi.

Sözün özü: Sünnet derken genel olarak akla namazın sünnetleri geliyor.   Halbuki peygamberimizin (sav) sünneti çok geniş kapsamlıdır. İslam toplumunda en çok ihmal edilen sünnet efendimizin ahlakı ve yaşam biçimidir.

Günlük davranışlarımızı peygamberimize arz ederek kontrolünü sağlayabiliriz.

Herhangi bir davranış ile ilgili olarak" Peygamberimiz olsaydı böyle yapar mıydı"  sorusunu sorarak davranışlarımızı süzgeçten geçirebilir, dolayısıyla da peygamberimizin ahlâkı ile ahlaklanma yolunda adım atabiliriz.

Rabbim bizi peygamberimizi tanımayı ve onun ahlâkı ile ahlaklanmayı nasip etsin. Amin (Mk)

 

 

Fıkıh ve içtihat

Resullulah (sav),  Muaz b. Cebeli Yemen’e tebliğe yollarken şöyle dedi:

—(Sana bir dava geldiğinde) nasıl hüküm vereceksin?

Allah’ın Kitabı'na göre hüküm vereceğim.

—(O konuda) Allah’ın Kitabı'nda bir hüküm bulamazsan?

Resûl-i Ekrem’in (sav) sünneti ile (karar vereceğim)

Resûl-i Ekrem’in (sav) sünnetinde de yoksa?

—Kendi görüşümle içtihat ederek bir karara varacak ve ona göre hüküm vereceğim.

Allah Resûlü elini Muâz'ın göğsüne koydu ve Resul’ünün arzuladığı cevabı vermeye muvaffak kılan Allah’a hamdolsun.”  buyurdu.

Peygamberimiz Allah her kimin iyiliğini dilerse, onu fakih kılar (dinin inceliklerini anlama konusunda ona kabiliyet verir).” sözüyle fıkhın önemini vurgulamıştır.

Peygamberimiz, Abdullah b. Amr'ı üç günden daha kısa sürede Kur'an'ı okuyarak hatmetmemesi konusunda uyarırken, bu şekilde okunması hâlinde Kur'an'ın fıkhedilemeyeceğini (iyi anlaşılamayacağını) gerekçe göstermiştir.

“İnsanlar, gümüş ve altın madenleri gibi madenlerdir. Cahiliye döneminde iyi olanlar Müslüman olduktan sonra da iyi olurlar. Yeter ki, İslâm'ı tam olarak kavrasınlar."

Allah Resûlü, günün birinde, mescitte iki gruba rastlamış ve “İkisi de iyilik üzeredir. Ama biri, diğerinden daha üstündür. Bir kısmı, Allah’a dua ediyor ve ondan bir şeyler istiyorlar. Allah onlara ister verir, isterse vermez. Diğerleri ise, fıkıh (dini anlamaya yönelik meseleler) ve ilim öğreniyorlar ve bilmeyene öğretiyorlar. Bunlar daha üstündür.” diyerek ilim öğrenenlerin yanına oturmuştur

İnsanların bilmediklerini bir bilene sormaları en doğru hareket tarzıdır. Alimlerin varlığı insanların yanlış kararlarla yanlış yollara düşmelerinin önündeki engeldir.

Hz. Ömer, “Bugün verdiğin ama daha sonra tekrar düşünüp yanlış olduğunu anladığın bir hüküm, seni doğruya dönmekten alıkoymasın. Çünkü hakikat asıldır, onu hiçbir şey iptal edemez. Hakikate dönmek, bâtılı sürdürüp gitmekten hayırlıdır.”

Peygamberimiz bilgisizce ya da sağlam bir bilgiye dayanmadan hüküm veren insanları şöyle uyarmaktadır:

“Bilgisizce verilen bir fetva ile amel eden kimsenin günahı, o fetvayı verene aittir.”

Peygamberimiz konumu gereği insanlar arasında hakemlik yaparken ahlâkî sorumluluğun en güzel örneklerini sergilemiştir. Aralarında hüküm verdiği insanları da aynı hassasiyeti göstermeleri konusunda uyarmıştır:

“Ben ancak bir insanım. Siz bana bazı davalarla geliyorsunuz. Belki biriniz delilini diğerinden daha güzel ifade eder ve ben ondan duyduğuma göre hüküm veririm. Bu şekilde kime (yanlışlıkla) kardeşinin hakkından bir şey vermişsem, asla onu almasın. Zira böyle bir durumda ona ben ancak bir ateş parçası vermiş olurum.”

 

 

Resullulah (sav),

“İyilik ve kötülüğün” ne olduğunu sormaya gelen sahabiye parmaklarını birleştirip göğsüne vurarak “Kendine danış, kalbine danış ey Vâbisa!” buyurdu: “İyilik, gönlü huzura kavuşturan ve içe sinen şeydir. Kötülük ise insanlar sana fetva verseler bile, gönlünü huzursuz eden ve içinde bir kuşku bırakan şeydir.”

Gerçek şu ki, göz yanılsa da, kulak duymasa da, vicdan ve kalp hakikati yalanlayamaz. Bir şeyin doğruluğundan ancak kalbin duyuları onaylaması hâlinde bahsedilebilir.

 

 

Bilgi Ahlakı

Resullulah (sav) şöyle buyurmuştur: “Her kim, bildiği bir konuda kendisine danışılır da onu gizlerse kıyamet günü ağzına ateşten bir gem vurulur.”

 

Allah’ın rızası için öğrenilmesi gereken bir ilmi, sırf dünya menfaati elde etmek için öğrenen bir kimse kıyamet günü cennetin kokusunu (dahi) alamayacaktır.”

Allah'ım, bana öğrettiklerinle beni faydalandır. Bana fayda verecek ilmi bana öğret ve ilmimi artır...”

Hiç şüphesiz insanı diğer varlıklardan ayıran temel özelliği, bilgi elde etme ve bilgisi doğrultusunda hareket etme yetisidir.

“Şüphesiz biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmek istemediler, ondan çekindiler. Onu insan yüklendi. Çünkü o çok zalimdir, çok cahildir.” [19]

 ayeti, bize “emanet” kavramı kapsamında din, itaat, akıl, sınırlar ve sorumlulukların yanı sıra ilim ve hidayeti yüklenmeye de sadece insan tabiatının kabiliyetli olduğunu bildir

Gerçek âlim başkalarına aktardığı bilgiyi öncelikle kendisi özümseyen ve hayatına yansıtan kişidir.

Bilgisini kendi ruhu ve kalbi üzerinde etkin kılarak imanını güçlendiren, bilgisi doğrultusunda davranışlarını biçimlendiren kişiler Kur'ân-ı Kerîm'de övülmektedir.

Bilginin ışığıyla etrafını aydınlatırken, onun feyiz ve bereketi ile kendi iç dünyasını da aydınlatması ve davranışlarını bu bilginin gerektirdiği şekilde düzeltmesi âlim olmanın temel şartıdır.

“İlmin başı güzelce dinlemektir. Sonra onu bellemek, sonra anlayıp kavramak, sonra bilgiyi uygulamak ve en sonunda da onu neşredip yaymak gelir.”

Topluma öncülük etmek, insanları doğruya ve güzele sevk etmek, bilgi sahibi kişilerin temel sorumluluğudur. Onlar bu özellikleri sayesinde peygamberlerin vârisleri konumunu elde ederler.

Sahip olduğu bilgiyi paylaşmayan, tecrübelerini toplumun yararına sunmayarak bencil davranan kişi, hakikatleri gizlemek suretiyle Allah’a karşı, bilgi sayesinde hayat bulan ruhları bundan mahrum bırakmak suretiyle de insanlığa karşı büyük bir suç işlemektedir.

“Sadakanın en faziletlisi, Müslüman kişinin öğrendiklerini Müslüman kardeşine öğretmesidir.” buyurarak, bilgiyi paylaşmayı sadaka vermenin bir çeşidi olarak sunan Peygamberimiz, bu paylaşımın Müslümanlar arasındaki sadakat ve güveni temsil ettiğini bize bildirmiştir.

Peygamberimizin sırdaşı olarak tanınan Huzeyfe, Allah Resulünden şu hadisi nakletmektedir: “İlmi, âlimlere karşı övünmek, cahillerle münakaşa etmek ve insanların teveccühünü kazanmak için öğrenmeyiniz. Kim böyle yaparsa o kimse ateştedir.”

Tâbiûn[20] neslinin önde gelen âlimlerinden Hasan-ı Basrî'nin dediği gibi, ilmiyle Allah katında olanı isteyen, istediği şeye ulaşır; dünyalık bir şey isteyen de istediğine ulaşır, ama elde edeceği sadece bundan ibarettir.

“Ancak iki kişiye haset (gıpta) edilir. Bunlar; Allah’ın kendisine mal verdiği ve onu hak yolunda harcayan kimse ile Allah’ın kendisine (ilim ve) hikmet verdiği ve ona göre karar verip, onu başkalarına da öğreten kimsedir.”

İlmin topluma aktarılmasındaki fayda, mal ve servetin paylaşılmasından daha büyüktür. Rahmet Elçisi, arkasında istifade edilen ilim bırakan kimselerin sevap hanelerinin öldükten sonra da açık olduğunu bildirmiştir

Allah, bizden bir şey işitip, işittiği gibi başkasına ulaştıran kişinin yüzünü ak etsin. Kendisine (bilgi) ulaştırılan nice kimseler vardır ki onu işiten (ve kendisine aktaran kimse) den daha kavrayışlıdır.”

Başka bir hadiste “En nadide mücevherleri en bayağı hayvana takmak gibi, ilmi ehline vermemek de bir zulümdür.”

Tarihî süreçte gücün ve bilginin zaman zaman istismarcıların ve ahlâklı olmayanların eline geçmesinden dolayı insanlık büyük acılar çekmiştir. O hâlde bilgi elde etmekten daha önemlisi, bilgi ahlâkına riayet etmek ve bilgi adamının ahlâklı olması meselesidir.

Bilgi ahlâkına sahip olma ve onu koruma daha da zor bir sınavdır. Bu yüzden Peygamberimiz bilgiyle meşgul olanlara şu duasıyla örnek olmaktadır:Allah'ım! Faydasız ilimden sana sığınırım.”, “Allah'ım, bana öğrettiklerinle beni faydalandır. Bana fayda verecek ilmi bana öğret ve ilmimi artır.” 

 

Feraset  ( Sezgi )

1) Bedir Savaşı'nda esir düşen Ebû Uzza Resulullahtan bağışlanma talebinde bulunmuş, ayrıca bir daha kendisiyle savaşmayacağına dair söz vermişti. Allah Resûlü de onu serbest bırakmıştı. Aradan bir yıl geçtikten sonra bu kez Uhud Savaşı'nda tekrar esir düştü. Mekke'de bakıma muhtaç kızları olduğunu söyleyerek yine bağışlanma talebinde bulundu. Bunun üzerine Allah Resûlü, “Bana verdiğin söz nerde kaldı! Hayır, vallahi Mekke'de, 'Muhammed'i iki kez aldattım.' diyerek sakalını ovuşturamayacaksın.” dedi ve ekledi: “Mümin bir delikten iki kere sokulmaz.” diyerek onu cezalandırması talimatını verdi.

2) Bu hadise göre Müslüman aynı sebepten dolayı iki kez üst üste aldanmaz, aldatılamaz. Bir kez hata yapar ancak ondan ders alır, sonrası için tedbirli davranır.

3) Şüphesiz ferasetin (sezgi), doğuştan gelen zeka ve kabiliyet şeklinde ifade edilebilecek fıtrî yönü yanında, tecrübeyle artan yönleri de vardır. Sonradan kazanılan tecrübe, uzmanlık ve bilgi de feraseti tamamlayan unsurlardır.

4) Resûlullah, farklı sahâbîlerden gelen aynı sorulara fetaneti (Çabuk anlama ve kavrama yeteneği), feraseti, zekâsı ve anlayışı sayesinde muhatabının durumunu tespit ederek onların kişisel ihtiyaç ve eksikliklerini dikkate alan değişik cevaplar vermiştir.

5) Resulullah, “Müminin ferasetinden (sezgisinden) sakının. Çünkü o, Allah’ın nuruyla bakar.” dedikten sonra, “Elbette bunda feraset sahipleri için ibretler vardır.” âyetini okumuş olması anlamlıdır.

6) Elbette müminin sadece tarihte yaşananlara değil etrafında olup biten her şeye ibret nazarıyla bakması gerekir.

7) Müminin, “Allah’ın nuruyla bakması”, onda böyle bir melekenin varlığını ifade etmektedir. Bu melekenin açığa çıkmasında insanın gayreti de önemlidir.

 8) Şüphesiz ki, Allahın nuru, rahmeti tüm kullarına yayılır. Ancak hırslarından, kaprislerinden arınıp nefsini tezkiye edebildiği oranda insanın sezgi gücü artar, kavrayışı ve feraseti kuvvet kazanır.

 9) İnsan, günahlara battığında, küçük hesapların peşinden koştuğunda kavrama yeteneğini kaybeder. O hâlde insanın Allahın nuruyla bakması, fıtrî (doğuştan)olana ve fıtratına dönmesiyle mümkündür.

10) Gerçek mümin, bütün varlıklara Allah’ın nuruyla bakar. Bu nur sayesinde onun kalp gözü açılır ve hakikatleri şeffaf bir şekilde görür. Müminin, “Allah’ın nuruyla bakması”, Yaratıcı'nın ona bahşettiği bir nurla bakması ya da Allahın rızasına uygun amelleri yapması şeklinde de yorumlanabilir.

11) İnanan insan gözleriyle görür, aklıyla bakar, kalbiyle idrak eder. Ancak Allah’ın kendisine lütfettiği aklı işletebilirse bu mânâda “bakmış” olur. Bu meleke sayesinde kul, Yaratıcı'nın yaratmasındaki gaye ne ise eşyaya bu gayeye uygun olarak bakar. Artık Allah ile görmeye, işitmeye başlar.

12) Nitekim Sevgili Peygamberimiz, bu durumu şöyle ifade etmektedir: “Allah’u Teâlâ şöyle buyurmuştur: 'Her kim benim velî bir kuluma düşmanlık ederse ona harp ilân ederim. Kulum bana, kendisine farz kıldığım şeylerden daha hoş olan bir şeyle yaklaşamaz. Kulum bana nafile ibadetlerle de yaklaşmaya devam eder. Sonunda onu severim. İşte o zaman onun işiten kulağı, gören gözü, sımsıkı tutan eli, yürüyen ayağı mesabesinde olurum. Benden bir şey isterse bunu ona mutlaka veririm. Bana sığınırsa onu mutlaka korurum...'”

13) Bu hadis, Rabbiyle ilişkisini güçlendiren inanmış insanın kazandığı feraset ve basiret melekesinin hangi boyutlara ulaşabileceğini ve onu hangi derecelere yükselteceğini göstermektedir. Bu mertebede kul ile Allah arasındaki perdeler âdeta kalkmaktadır.

Rabbim sizi korusun. Rabbim ferasetinizi arttırarak veli kullarından kılıp,  işiten kulağınız, gören gözünüz, sımsıkı tutan eliniz, yürüyen ayağınız mesabesinde olsun.  Amin (Mk)

 

 

Rüya

Resulullah (sav) şöyle buyurmuştur:

“Sizden biri hoşlandığı bir rüya görürse, (bilsin ki) bu, Allahtan dır. O kişi bu rüyadan dolayı Allah’a hamdetsin ve onu anlatsın. Bunun dışında hoşuna gitmeyen bir rüya görürse, bu da şeytandandır. Rüyanın kötü etkisinden Allah’a sığınsın ve ondan kimseye söz etmesin. Böyle yaparsa, o rüya kendisine zarar vermez.”

“Rüyası en doğru olanınız, en doğru sözlü olanınızdır…”

“Rüya üç çeşittir: (Birincisi) Allah’tan  bir müjde olan salih rüyadır. (İkincisi) şeytandan kaynaklanan üzücü rüyadır. (Üçüncüsü ise) kişinin yaşadıklarından bazılarının rüyasına yansımasıdır…”

Salih amel sahibi insanların gördükleri sadık rüyalar, nübüvvetten bir esinti şeklinde yorumlanmıştır. Ayrıca kendisiyle vahyin kesildiğini ve peygamberliğin sona erdiğini belirten Hz. Peygamberin, Müslümanların müjde niteliğindeki rüyaları görmeye devam edeceğini bildirmiştir.

Peygamberimiz kötü bir rüya gören kimsenin kalkıp namaz kılmasını, yatış şeklini değiştirmesini önermiştir.

Rüya yorumculuğu falcılığın bir türüymüş gibi çarpıtılarak insanlara gaybten haber verme ve onları böylece istismar etme şekline de dönüşebilmektedir.  Rüyada görüldüğü gerekçesiyle, özellikle dinî anlamda otorite olan kişilerin dilinden söylenemeyenler dillendirilebilmekte, bu şekilde savunulan görüş meşrulaştırılmak ve desteklenmek istenebilmektedir.

Allah Resûlü, insanları görmedikleri hâlde görmüş gibi rüya uydurup anlatmamaları konusunda kesin bir dille uyarmıştır.

İnsanların çeşitli konularda gördükleri ve hayata dair birtakım işaretler barındıran rüyaların amel konusunda bir bağlayıcılığı bulunmamaktadır. Kişisel bir bilgi kaynağı olan rüya, genel ve kesin bir hüküm ifade etmemektedir.

Son söz; Kişinin özelinde olan ve ispatı mümkün olmayan rüyalar en çok istismar edilen alanlardan birisidir. Aşağıda çocukluğumuzdan beri duyageldiğimiz ve yayılması istenen rüyadan kısaca bahsettim. Bunlara iyi niyetle yapılmış ve doğru olmayan anlatımlara örnektir. Bunlara kanıp yayılmasına katkı vermemek gerekir.

“Medine-i Münevverede türbe hatibi Şeyh Ahmet diyor ki; Vallahülazim bu vasiyetnamede zerre kadar yalan yoktur. Bir cuma gecesi namazımı eda edip uyumaya varmıştım. Harem-i Şerif tarafından ''Ya Şeyh Ahmet'' diye bir nida geldi.

...

Her kim bu mesajı 25 kişiye dağıtacak olursa 3 gün içerisinde mükafatlandırılacaktır. Zira bunu yapan biri çalıştığı firmadan zam almış, biri inanmamış sevdiği zarar görmüş, bir başkası yarın yaparım demiş fakat yapmayacak duruma düşmüş.!(Mk)

 

 

Hidayet

“Şüphesiz ki sen sevdiğin kişiyi hidayete erdiremezsin; ama Allah dilediğine hidayet verir. O, hidayete erecekleri daha iyi bilir.”[21] [22]

 

Aşağıdaki ayetlerde Kur’ anın hidayet kaynağı olduğu belirtilmektedir.

“Bu, kendisinde şüphe olmayan kitaptır. Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için yol göstericidir.[23]

“Ey insanlar! İşte size Rabbinizden bir öğüt, kalplere bir şifa ve inananlar için yol gösterici bir rehber ve rahmet (olan Kur'an) geldi.”[24]

“O (Allah), dinini, bütün dinlere üstün kılmak için, peygamberini hidayetle ve hak dinle gönderendir...”[25] Kur'an'ın, hidayetin bizzat kendisi veya kaynağı olduğu çeşitli hadislerde de ifade edilmiştir. Nitekim Efendimiz (sav) ömrünün sonlarına doğru yaptığı bir konuşmasında ashabına, içinde “nur” ve hidayet olan Allah’ın Kitabı'na sımsıkı sarılmaları tavsiyesinde bulunmuştur.

İnsanın hidayete ermesinde kendi iradesinin rolü, hidayetin Allah’ın dilemesine bağlı olup olmadığı gibi hususlar geçmişten günümüze Müslüman düşünürleri sürekli meşgul etmiştir. İslâm âlimi Râğıb el-İsfehânî, Allah’ın insana hidayet etmesinin şu dört düzeyde tahakkuk ettiğini söylemektedir:

• Hidayet, insana yol gösteren akıl, zekâ ve bilgiyi ifade eder. Bu hidayet her mükellefe bahşedilmiştir.

 “Onları (peygamberleri) bizim emrimizle doğru yolu gösteren önderler yaptık.” [26] ayetinde de ifade edildiği gibi Allah, Kur'an'ı indirmek suretiyle veya peygamberlerin diliyle insanlara yaptığı davet.

“İman edip salih ameller işleyenlere gelince, Rableri onları imanları sebebiyle, hidayete erdirir.”[27] 

“Kim Allah’a inanırsa, Allah onun kalbini doğruya iletir.”[28]  gibi ayetlerde işaret edildiği üzere Allah, doğru yolu bulana lütfettiği tevfik, başarı.

Ve nihayet Allah, hak eden kullarını ahirette cennetine götürmesi. Nitekim el-Hâdî sıfatının sahibi Allah’u Teâlâ bir ayetinde şöyle buyurmaktadır:

“Biz onların kalplerinde kin namına ne varsa söküp attık. Onların altlarından da ırmaklar akar. 'Hamd, bizi buna eriştiren Allah mahsustur. Eğer Allah bizi eriştirmesi olmasaydı, biz hidayete ermiş olamazdık. Andolsun, Rabbimizin peygamberleri bize hakkı getirmişler.' derler. Onlara, 'İşte yaptığınız (iyi işler) sayesinde kendisine vâris kılındığınız cennet!' diye seslenilir.”[29]

İlâhî vahye kulak verip hidayeti bulmak da nihaî olarak bir anlam ifade etmeyebilir. Bunun için de Allah inayetiyle hidayet üzere kalabilmeyi başarmak önemlidir. Hidayeti bulduğu hâlde yüce ilâhî mesajların aydınlığında yürümeyen ve yüksek ahlâkî değerlerden uzaklaşan müminler dalâlete düşme tehlikesiyle karşı karşıyadırlar.

Gerek Kur'an'daki ayetlerde gerekse de Resulullah’ ın hadislerinde hidayet verenin Allah olduğuna sık sık işaret edilir. Hidayetin kaynağı Kur'an olduğuna göre onu lütfeden de elbette Allah'tır. Ancak insan, onu alıp almamakta özgür bırakılmıştır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“(Ey Peygamber) de ki: Ey insanlar, şimdi size Rabbinizden hakikat (bilgisi) gelmiş bulunuyor artık. Bundan böyle her kim ki doğru yolu izlemeyi (hidayeti) seçerse, bunu kendi lehine seçmiş olacaktır ve her kim ki sapıklığı (dalâleti) seçerse, yine bunu kendi aleyhine seçmiş olacaktır. Ve ben sizin davranışınızdan sorumlu değilim.” 

Yine bir başka ayette,

“Gerçek şu ki, biz ona yolu gösterdik; şükreden ya da nankör (olması artık kendisine kalmıştır).”[30]

buyrulmaktadır. Dolayısıyla Yüce Allah, davetine icabet eden kimselere hidayet vermemesi söz konusu olamaz. Kur'an'da sıkça yer alan, “Allah kâfirlere,  zalimlere,  fâsıklara hidayet etmez.” Veya “Allah yalancı nankör olan kimseye hidayet etmez/onu doğru yola çıkarmaz.”[31]  gibi âyetler, ilâhî daveti reddeden muhataplar içindir. Allah Resûlü de (sav) bir hadisinde, hidayeti verenin Allah olduğunu belirtirken hidayeti alıp almama noktasında insana herhangi bir zorlama yapılmadığı anlaşılmaktadır:

Kul tamamen kendi inisiyatifiyle hidayet veya dalâlet yönünde bir tercihte bulunur. Allah’ta onun bu tercihine göre tercih ettiği yolu kolaylaştırır.

“Kim infak eder, takva sahibi olmaya çalışır ve güzeli/doğruyu (sürekli) tasdik ederse, huzur (cennet) yolunu ona kolaylaştırırız. Kim de cimrilik yapar, kendi kendine yeterli olduğunu kabul eder ve güzeli/doğruyu (sürekli) yalanlarsa, sıkıntı (cehennem) yolunu ona kolaylaştırırız.”[32]

Dolayısıyla kulun isteği ve eğilimleri muvacehesinde tercih ettiği yolu kendisine kolaylaştırdığı için ayet ve hadislerde hidayet ve dalâletin Allah tarafından verildiği ifade edilirken Allah mutlak gücü ve kudretine vurgu yapılmaktadır.

Hidayet, nihaî olarak kulun vicdanıyla baş başa kaldığında verdiği bir karardır. Ancak Allah’ın yardımı olmadan hidayeti bulmak imkânsızdır. Kur'an'da Hz. Muhammed'in (sav), peygamber olmadan önce “yolunu şaşırdığı”, bir anlamda ne yapacağını şaşırdığı ancak Rabbi sayesinde hidayeti/doğru yolu bulduğu ifade edilmektedir. Dolayısıyla hidayet, Allah’ın kullarına bir lütfudur. Peygamberler veya kullar sadece vesile olurlar.

Allah Elçisi, bir defasında da hizmetçiliğini de yapmakta olan genç bir Yahudi hastalanınca onu hasta yatağında ziyaret etmiş, belki de son kez Müslüman olması çağrısında bulunmuştu. Yahudi,

Allah’tan başka ilâh olmadığını ve Hz. Muhammed'in onun kulu ve elçisi olduğunu” ikrar ederek İslâm'ı kabul etti. Bunun üzerine Resulullah (sav), “Benim vasıtamla bu genci ateşten kurtaran Allah’a hamdolsun.”  diyerek şükretti ve oradan ayrıldı.

İslâm düşünürlerinin büyük çoğunluğuna göre dalâlet ve hidayetin Allah’a izafe edilmesi, O'nun mutlak olarak her şeyi yaratan olması gerçeğinden kaynaklanmaktadır.

Mümin her zaman hidayeti istemeli, Yüce Mevlâ'ya yakarışlarında bu talebini eksik etmemelidir. Hidayeti elde ettikten sonra da dalâlete düşmemek için yakarışlarına devam etmelidir. Özellikle hidayetten saptırıcı unsurların çok olduğu modern zamanlarda hidayete ermek kadar hidayette kalabilmek de önem arz etmektedir. İnsan aklını ve basiretini örten dünyevileşme, hırs, kirli arzular, mümini ulvî hedeflerden saptıran başlıca faktörlerdir. İlâhî, nebevî, fıtrî ve ahlâkî hakikatler doğrultusunda yaratılış gayesine uygun olarak istikamet üzere kalabilenler hidayettedirler.

Yaratıcı ile irtibatı diri ve zinde tutmak gerekir. Hidayet kaynağımız Kur'an'da müminlerin şöyle dua ettikleri buyrulmaktadır:

“Rabbimiz! Bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize katından bir rahmet bahşet. Şüphesiz sen çok bahşedensin.”[33] 

Efendimizin sevgili torunu Hz. Hasan da vitir kunutlarında okuması için Allah Resulünden şu dua cümlelerini öğrendiğini söylemektedir:

Allah'ım, hidayete erdirdiklerinle beraber beni de hidayete erdir. Sıhhat ve afiyet verdiklerinle beraber bana da afiyet ver. Himaye ettiğin kimseler gibi beni de himaye et. Bana verdiğin nimetleri bereketlendir. Verdiğin hükmün şerrinden beni koru. Hükmü sen verirsin, senin üstüne hüküm verecek kimse yoktur. Senin dost olduğun kimse asla zelil olmaz. Eksiklikler sana yakışmaz. Ey Rabbimiz! Yücesin ve kutlusun.”

 

Allah’a İman

1. Allah’a iman, “Kalp ile tasdik, dil ile ikrar ve organlar ile amel etmek” ten oluşan bir bütündür.

2. Resullulah (sav) bir gün kendisinden hizmetçi isteyen damadı Hz. Ali ve kızı Hz. Fâtıma'ya şu öğüdü vermiştir: “İyi dinleyin! Size benden istediğiniz hizmetçiden daha hayırlı olan bir şeyi öğreteyim. İkiniz uyumak üzere yatağınıza girdiğinizde otuz üç kere 'Allâhü ekber', otuz üç kere, 'Sübhânallâh', otuz üç kere de, 'Lâ ilâhe illâllâh' deyiniz. İşte bunları söylemek, ikiniz için bir hizmetçiden daha hayırlıdır.”

3. Sevgili Peygamberimiz, Lâ ilâhe illâllâh kelimesini hiçbir amelin fazilet bakımından geçemeyeceğini bildirmiş, böylece müminlerin gönüllerinde yer eden “Bir olan Allah’a iman” bilincini dilleri ile de sürekli ikrar etmek suretiyle canlı tutmalarını hedeflemiştir.

4. Allah’a iman konusunun insanın bireysel, toplumsal ve evrensel boyutlarıyla güçlü olduğunu şu rivayet göstermektedir:

Her kim Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsa komşusuna eziyet etmesin. Her kim Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsa misafirine ikramda bulunsun. Her kim Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsa ya hayır söylesin ya da sussun!”

“Varlığım elinde olan Allah’a yemin olsun ki, iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de (gerçek mânâda) iman etmiş olmazsınız.”

5. Resulullah (sav) ne kadar saygıdeğer olursa olsun Allah’tan başka herhangi bir şey adına yemin edilmesini yasaklamış, Hz. Ömer'in câhiliyeden kalma bir alışkanlıkla babasının adına yemin ettiğini duyunca, Resulullah, atalarınız adına yemin etmenizi yasaklamıştır; yemin edecek kimse ya Allah adına yemin etmeli veya susmalıdır.”

6. Peygamberimiz güneşin doğması, batması, ay ve güneşin tutulması, kar ve yağmurun yağması, fırtına çıkması gibi tabiat olaylarını Allah’tan başka bir varlığa nispet etmeyi Allah inancını zedeleyeceği endişesiyle yasaklamıştır.

 

Ahirete İman 

1. Habeşistan'dan dönen Muhacirler[34] anlatıyor: “Biz bir gün başının üstünde su testisi taşıyan yaşlı rahibeyi arkasından bir genç iterek rahibeyi düşürüp testisini kırdı. Kadıncağız yerden kalktı ve gence yönelerek şöyle dedi:

'Ey zalim! Allah, kürsüyü kurup gelmiş geçmiş herkesi huzurunda topladığında, eller ve ayaklar konuşup yaptıklarını anlattıklarında, Allah huzurunda benim hâlimle, kendi hâlinin nasıl olduğunu öğreneceksin!'” Allah Resûlü burada söze girdi ve şöyle dedi: “Rahibe doğru söylemiş, rahibe doğru söylemiş."

2. Kur'anda müminlerden bahsedilirken, “Onlar, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren kimselerdir. Onlar âhirete de kesin olarak inanırlar.”[35] buyrularak âhirete iman vurgusu yapılmaktadır.

3. Peygamber Efendimiz şöyle der: Allah’a ve âhiret gününe iman eden kişi: Misafirine ikram etsin,  komşusunu rahatsız etmesin. Ya hayır söylesin ya da sussun. Asla içki içilen sofrada oturmasın. Kadın kocasının dışındaki bir cenaze için üç günden fazla yas tutmasın.... "

4. Yaratılış gayesini unutmayan, âhiret hayatının varlığına ve ilâhî adalete inanan mümin bu ulvî duygunun benliğinde oluşturduğu heyecanla hayatına yön verir ve salih amellere yönelir.

5. Allah Resûlü, inanan insanın dünyada takınması gereken tavrı şu tanımlama ile ortaya koymaktadır:

“Akıllı kişi kendisini hesaba çeken ve ölümden sonrası için çalışandır. Âciz kişi ise arzularına uyup bir de Allah’tan  (bağışlanma) umandır”. Çünkü “İnsanoğlu kıyamet günü beş şeyden; ömrünü nerede ve nasıl tükettiğinden, gençliğini nerede ve nasıl geçirdiğinden, malını nerden kazanıp nerede harcadığından, öğrendiği bilgilerle yaşayıp yaşamadığından hesaba çekilmedikçe hiçbir tarafa hareket edemeyecek, yerinden kımıldayamayacaktır.”

6. Allah Resûlü'ne, “Müminlerin en akıllısı kimdir?” diye sorulduğunda o, “Ölümü en çok hatırlayan ve ölümden sonraki hayatı için en güzel şekilde hazırlanan kimsedir.” diye cevap vermiştir.

7. Ahirete inanan kişi, ebedî hayatta kendisinin tek yoldaşının dünyada yapıp ettikleri olduğunu idrak eder. Çünkü Allah Resûlü, “Ölü ile beraber kabre kadar üç şey gider: Ailesi, malı ve amelleri. Bunlardan ikisi yani ailesi ve malı geri döner üçüncüsü olan ameli kendisiyle baş başa kalır.” buyurmaktadır.

8. Ümmetinin âhirette yoldaşsız ve rehbersiz kalıp mutluluğu tadamayacak olma ihtimalini Allah Resûlü düşünmüş, bir kabrin kenarında oturmuş, gözyaşı dökmüş ve arkadaşlarına, Kardeşlerim! Ölüm için hazırlık yapın. buyurmuştur.

9. Dünyada âhiretin ebedî mutluluğunu ve sonsuz nimetlerini düşünerek Yaratan'ının gösterdiği doğrultuda hareket eden mümin, hiç şüphesiz âhirette cennetle mükâfatlandırılacaktır. Bu minvalde Allah Resûlü, Allah’a ve âhiret gününe iman ederek ölen kimseye, 'Cennetin sekiz kapısının hangisinden dilersen gir.' denilir.” müjdesini vermektedir.

10. Âhirete inanan insan, dünya hayatında ölçülü, tutarlı hareket eder. Kin, haset, düşmanlık, nefret gibi duygularını törpüler. Affetme, bağışlama, hoş görme duygularını geliştirir. Kendisi, ailesi, çevresi ve toplumu ile barışık yaşar. Belâ ve musibetler karşısında sabırlı ve fedakârca davranabilir. Huzuru ve mutluluğu servet, şöhret, kudret, şehvet gibi fâni yani geçici tatminlerde değil Allah’a imanda, imanı çerçevesinde yaşamada arar. O'nun rızasını kazanabileceği işleri yapmaya çalışır.

11. Âhirete iman bilinciyle hareket eden ve bu bilinç doğrultusunda yaşayan bireyler; erdemli, ahlâklı olmayı, hak hukuka riayet etmeyi, başkalarına saygı göstermeyi, kısaca yaratılanı Yaratan'dan ötürü sevmeyi şiar edinirler. Bu his ve şuura sahip olan fertlerden müteşekkil olan toplum da huzurlu bir toplum olur.

 

 

Kader

Allah’ın Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur: “Her şey bir kadere (ölçü ve plana) göredir...”

Şam civarında veba salgını olduğunu bildirilince Hz. Ömer, sefere çıkan orduya geri dönülmesi emrini verir. Fakat ordu komutanı, bu durumu kader inancıyla bağdaştırmamış olacak ki halifeye,

Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun?” diye sorar.  Evet, Allah’ın bir kaderinden diğer bir kaderine kaçıyoruz.” diye cevap verir ve şöyle devam eder: “Develerini otlatmak için, biri verimli diğeri kıraç iki yamaçlı bir vadiye götürsen ve onları ister otu bol yerde ister çorak yerde otlatsan, sonuçta her iki yerde de Allah’ın kaderiyle otlatmış olmaz mısın?” diye sorar.

İnsanın da bir parçası olduğu kâinatta hiçbir şeyin rastgele olmaması, kuşatıcı bir düzenin varlığı aşkın bir kaderi ihsas etmektedir. Peygamberimiz, Abdullah b. Ömer'in naklettiği şu hadisinde bu ilâhî belirlemeye işaret ediyor olmalıdır: “Her şey bir kadere (ölçü ve plan) göredir.”

Peygamberimiz İbn Abbâsa şöyle demiştir:

Allah'ı gözet ki Allah da seni gözetsin. Allah'ı gözet ki Allah'ı (daima) yanında bulasın. Bir şey istediğinde Allah’tan iste! Yardıma muhtaç olduğunda Allah’tan yardım dile! Şunu bil ki bütün insanlar sana fayda vermek için toplansa Allah’ın takdiri dışında sana faydalı olamazlar. Ayrıca bütün insanlar sana zarar vermek için toplansa Allah’ın takdiri dışında sana hiçbir şeyde zarar veremezler.

İçinde insan unsurunun olduğu, insan eliyle ortaya çıkan ancak insanı aşan pek çok hususun varlığı bilinmektedir. Genetik yapı, çocukların cinsiyeti gibi konular, sebep sonuç içerisinde cereyan eden bir kısım olayları insanın kontrol edemediğini göstermektedir. İnsan kendi irade ve gücünü aşan bu gibi durumlarda âdeta aşkın bir kaderin varlığını hisseder ve kabullenir.

Allah Resûlü, her türlü tedbiri alarak insanın fiillerinde irade sahibi olduğunu gösterir, fakat aynı zamanda, “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh” (Allah’tan  gayrı güç ve kuvvet yoktur!) diyerek güç ve kudreti Allah’a nispet etmeyi tavsiye ederdi.

Kısaca “Mâşallah olarak bilinen, Allah’ın dilediği olur, dilemediği de olmaz.” demeyi de yüce Elçi duasında zikrederdi. Allah Resûlü’nün öğrettiği bu iki ifade daha sonra Müslümanların değişmez virdi hâline geldi.

Kaderin anlaşılması sorunu, Allah’ın iradesinin her şeyi kuşatması yanında insanın irade özgürlüğünün imkân ve sınırının ne olduğu meselesine dayanmaktadır. Kader, ancak insanın yeryüzüne bir imtihan için gönderildiği. İradesi ve seçme özgürlüğü olmayan bir kişinin denenmesinden bahsedilemeyeceğine göre, insanın sorumlu varlık olmasını mümkün kılan, bu yönünü doğrudan kısıtlamayan üst bir planlamanın olduğu düşünülmelidir. Buna göre insanın bütün tercihleri her hâlükârda bu kaderin içerisindedir ve hiçbir şekilde Allah’ın irade ve kudretinden bağımsız değildir.

Benzer bir anlayışa şu hadis de işaret etmektedir: Ebû Huzâme'nin rivayet ettiğine göre babası, Allah Resûlü'ne,

“Ey Allah Resûlü! Şifa niyetiyle yaptığımız okumalar, tedavi olduğumuz ilaçlar ve korunma tedbirleri, Allah’ın kaderinden bir şeyi geri çevirir mi?” diye sormuş, Resûlullah (sav) da, Onlar da Allah’ın kaderindendir.” şeklinde cevap vermiştir.

Peygamberimize öğretilen şu dua Allah’ın kudret ve iradesine sığınmanın, kaderi idrak etmenin bir göstergesidir:

 

“De ki: Rabbim! (Gireceğim yere) doğruluk ve esenlik içinde girmemi sağla. (Çıkacağım yerden de) beni doğruluk ve esenlik içinde çıkar. Katından bana yardımcı bir kuvvet ver.”[36]

 

 

Mümin

1. “Görmedin mi Allah güzel sözü nasıl misal getirdi? Güzel söz, kökü sağlam, dalları göğe yükselen güzel bir ağaca benzer. Bu ağaç, Rabbinin izniyle her zaman meyvesini verir. Öğüt alsınlar diye Allah insanlara misaller getirir. Kötü söz de gövdesi yerden koparılmış, o yüzden ayakta durma imkânı olmayan kötü bir ağaca benzer.”[37]

 

2. Müminin imanı ile ahlâkı arasında doğrudan bir ilişki olduğunu anlatan hadiste Allah Resûlü şöyle buyurur: “Müminlerin iman bakımından en mükemmeli, ahlâk bakımından en güzel olanıdır.”

 

3. Allah Resûlü, kötü huyları mümine kesinlikle yakıştırmaz. Onun buyurduğuna göre, “Mümin, ne insanları karalayan, ne lânet eden, ne kaba ve kötü sözlü, ne de hayâsız birisidir.” Özellikle de “Cimrilik ve kötü ahlâk asla bir müminde bulunmaz.”

4. Yine Peygamber Efendimizin buyurduğuna göre, “Laf taşıma, sövüp sayma ve soy sopla övünme cehennemdedir; bunlar bir müminde bir araya gelmemelidir.”

5. Nebevî öğütlere kulak vererek imanını güzel ahlâk ile besleyen müminler için büyük bir mükâfat vardır. Bu mükâfatı Allah Resûlü şöyle anlatır:

“Mümin, güzel ahlâkı sebebiyle (gündüzlerini) oruçla, (gecelerini) namazla geçiren kişinin derecesine ulaşır.”

6. Mümin, sözleriyle, tavır ve davranışlarıyla, imanı ve ibadetiyle, kısacası tüm hayatıyla bereketli ve faydalı olmayı başaran kişidir.  Faydalı olma, mümin için bir ayırıcı vasıftır.  Kendisine,  ailesine ve  topluma faydalı olması bakımından mümini bir aktara benzeten hadiste Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“Mümin güzel koku satan kimseye benzer. Onunla beraber oturursan sana faydası olur, beraber yürürsen sana faydası olur, beraber iş yaparsan yine sana faydası olur.

7. Müminin yararlı bir insan olması, onun söz ve davranışları ile diğer insanlara zarar verecek bir tavır ve tutum içinde olamayacağı sonucunu doğurur. Allah Resûlünün tanımında, müminin diğer insanlarla olan ilişkisindeki güven unsuru öne çıkarılır:               

“Müslüman, diğer Müslümanların elinden ve dilinden güvende olduğu kimsedir. Mümin de insanların canları ve mallarının güvende olduğu kişidir.”

8. Allah Resûlü müminin hâlini şu veciz hadisiyle anlatır:

“Müminin durumu ne ilginçtir! Her hâli kendisi için hayırlıdır. Bu durum yalnız mümine mahsustur. Başına sevinecek bir hâl geldiğinde şükreder; bu onun için hayır olur. Başına bir sıkıntı geldiğinde ona sabreder; bu da onun için hayır olur.”

9. Mümin ile bal arısı arasındaki benzerlik çevre bilinci ile ilgilidir. Bal arısı çiçeğinden yararlandığı ağaca hiçbir şekilde zarar vermediği gibi mümin de imar etmekle sorumlu olduğu çevrenin ve kâinatın dengesini bozacak bir tavır içinde olamaz. Bu çerçevede Resulullah’ ın, yoldan eziyet verecek şeyleri kaldırmayı imanın şubelerinden birisi olarak tanımlaması mümin ile çevre bilinci arasındaki yakın ilişkiyi göstermektedir.

 

 

Münafıklık

Resullulah az konuşmayı iman alâmeti; çirkin söz ve lüzumundan fazla konuşmayı münafıklık alâmeti olarak zikretmiştir. Her ne kadar müminler, imanlarında şüphe olmasa da münafıklarınkine benzer davranışlar sergiledikleri zaman nifaka[38] düşme tehlikesiyle karşı karşıya kalabilirler.Dinî uygulamalarda gevşeklik gösterme, söz ve davranışlar arasında uyumsuzluk şeklinde ortaya çıkan bu durum “amelî nifak olarak adlandırılmıştı.

 

Resûlullah’ta müminleri münafıklık alâmeti sayılan ve nifakla itham edilmelerine sebep olabilecek her türlü davranıştan sakındırmıştır. Çünkü Müslüman, özü sözü bir, Peygamberimizin tarifiyle, “Elinden ve dilinden insanların zarar görmediği kimsedir.”

İhanet, yalan, sözünde durmama, ikiyüzlülük ve riya gibi ahlâkî olmayan ve toplumda güveni sarsan tavırların hepsi ise münafıkça davranışlardır.

Allah Resûlü, münafığı en temel özellikleri ile şöyle tanımlamıştır: Şu dört özellik kimde bulunursa o, tam bir münafık olur. Kimde bu niteliklerden biri bulunursa onu terk edinceye kadar kendisinde münafıklıktan bir özellik vardır:

        Kendisine bir şey emanet edildiğinde hıyanet eder.

        Konuştuğunda yalan söyler.

        Söz verdiğinde cayar.                   

        Husumet sırasında haktan sapar.”

 

İnancında samimi kimseye yakışan ise kalbindeki sağlam imanı hem Allah ile hem de insanlarla olan ilişkilerine dürüst bir biçimde yansıtmaktır. Yani Rabbimizin, Elçisi'nin gıyabında bütün kullarına yüklediği ağır ama mükâfatı bir o kadar büyük,                                                     Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” [39] Sorumluluğunu yerine getirmektir.

 

Şirk

Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmuştur:

 

Allah’ın kullar üzerindeki hakkı, O'na, şirk koşmaksızın ibadet etmek; kulların Allah üzerindeki hakkı, kendisine şirk koşmayana azap etmemektir.”

 

Habeş kralı Necâşî Habeşistan'a hicret eden müslümanlara dinlerini sorar.

Ca'fer b. Ebû Tâlib hemen söz alır.

“Biz cahil, putlara tapan, leş yiyen, çirkin işler yapan, akrabalarla bağları koparan, komşuya kötü davranan, kuvvetlinin zayıfı yiyip bitirdiği bir toplum idik.  Allah, bize elçi gönderip kulluğa davet etti. Doğru sözlü olmayı, emaneti ehline vermeyi, akrabayla ilişkiyi sürdürmeyi, güzel komşuluk yapmayı, haramlardan sakınmayı emretti.”

Küfür, Resûl-i Ekrem’in davetini kabul etmemek, getirdiklerini inkâr etmektir.

 

Allah Resulü

“Bir Müslüman, bir Müslüman'a 'kâfir' dediğinde, şayet o gerçekte kâfirse (söz yerini bulmuş) olur. Fakat eğer o kâfir değilse bunu söyleyen kendisi kâfir olur.” buyurarak böyle bir sözün kişiyi imanından edebileceğini hatta bir mümini kâfir olarak nitelemenin, onu öldürmek gibi olduğunu söylemiştir.

Şirk Allah’ın varlığına inanmakla birlikte onun tek olduğunu kabul etmemek, Allah’tan başka tanrılar edinmektir.

Allah katında şefaatçi olması ümidiyle Allahtan başka varlıklara tapınmak, dua edip medet ummak, onlardan yardım istemektir. Tüm bunlar sadece Allah’a ait olan bir hakkı başka varlıklarda da görmeye teşebbüs etmek demektir.

Resulullah, kendisine Allah ve sen istersen diyen kimseye, Beni Allah ile denk mi tutuyorsun!” sözüyle tepki göstererek sadece, “Maşallah(Allah isterse) demesini istemiştir.

Resûlullah (sav), “Kim Allah’tan başkasının adına yemin ederse şirk koşmuştur.”  Kesin bir karar ve niyetle söz verirken ya sadece Allah’ın adını anmamızı ya da susmamızı söylemiştir. Hatta Kâbe'ye yemin etmek bile hoş karşılamamıştır.

Resulullah şöyle demiştir:Allah’a yemin ederim ki gerçekten şirk, karıncanın deprenişinden daha gizlidir. Şirkin azını ve çoğunu giderecek bir şey söyleyeyim mi? De ki, 'Allah'ım! Bildiğim hâlde şirk koşmaktan sana sığınırım, bilmeden şirk koştuysam senden mağfiret dilerim.”

 

 

Rızık/ Nimet

1. İnsana sağlanan bütün imkânlarnimet” olarak adlandırılır. Kişinin hayat arkadaşı olan eşi, yaşamına anlam kazandıran ve neşe katan çocuklarıyla torunları da ilâhî nimetlerdendir.

 

2. “Rızık”, nimete göre daha özeldir. Dünya üzerine serpiştirilmiş bulunan nimetlerden kişinin payına düşendir. Bireyin çalışıp elde ettiği, giyip eskittiği, boğazından geçip istifade ettiğidir rızık. Allah’ın kişiye özel olarak sunduğu her türlü nimettir.

 

3. Resûlullah’ta inananlara, daha iyi durumda olanlara bakıp hayıflanmak yerine, daha muhtaç olanlara bakıp eldeki nimetin değerini bilmenin daha yerinde olacağını ifade etmiştir.

 

4. Resûlullah, “Kesinlikle hiç kimse kendi el emeğinden daha hayırlı bir yemek yememiştir.” buyurarak helâl lokmanın önemine vurgu yapmıştır. Zira rızkı veren Allah'tır, ancak rızık kazanmak için çaba sarf edecek olan insandır ve insanın bu çabası helâl yollardan olmalıdır.

 

5. Resûlullah, akrabalık ilişkilerine önem vermenin kişinin rızkını bollaştıracağını söylemiş, günahlara tevbe etmenin ise, insanın yepyeni ve umulmadık rızıklara kavuşmasına vesile olacağını haber vermiştir.

 

6. Peygamberimiz Allah, nimetinin eserinin kulunun üzerinde görülmesini sever.” demiş. Eskimiş elbiselerle yanına gelen zengin bir kişiye Allah sana bir mal verdiği zaman O'nun nimetinin ve ikramının izleri üzerinde görülsün.”

7. Rabbe hamd edilmeden başlanan her işin sonuçsuz kalacağını, ayrıca yalnızca iyiliklere kavuşmanın değil güçlüklerden kurtulmanın da bir nimet olduğunu hatırlatmıştır.

8. Bir defasında şu açıklamayı yapmıştır:

“Ademoğlu iki şeyi hiç sevmez. Birisi ölümdür; oysa ölüm, mümin için fitneden/imtihandan iyidir. İkincisi ise, malının mülkünün az olmasıdır; oysa mal mülk ne kadar az olursa, hesabı da o kadar az olur.”

9. Allah Resûlü, Allah'ım! Günahlarımı bağışla, rızkımı genişlet ve bana verdiğin rızıkları bereketli kıl!” diye dua ederek inananlara Allah’tan rızık istemeyi öğretmiştir.

 

Fal, kehanet ve büyü

Allah Resûlü, oğlunun ölümü ile güneş tutulmasının aynı güne tesadüf etmesi üzerine,

“Güneş ve ay hiç kimsenin ölümünden ya da hayatından dolayı tutulmazlar. Lâkin onlar Allah’ın âyetlerinden iki âyettir. Siz, onların tutulduklarını gördüğünüz zaman hemen namaz kılın.”  buyurarak böyle düşünen insanları uyarmıştır.

Ayeti kerimede, “...Cinler gaybı bilselerdi o küçük düşürücü azap içinde kalmazlardı.”[40] buyrulmakta, cinlerin gaybdan haber verme konusundaki âcizlikleri ve gaybın ancak Allah tarafından bilindiği birçok âyette kesin bir dille ifade edilmektedir.

Allah Resûlü, kâhinlerin bir doğru söze yüzden fazla yalan katan insanlar olduğunu söyleyerek ashâbını onlara gitmekten nehyetmiş (men), bu yolla kazanılan paranın haram olduğunu bildirmiştir.

İnsanları tesir altına almak maksadıyla, gözbağcılık, şarlatanlık, hilekârlık tarzında ortaya konulan, hakkı bâtıl, bâtılı hak gösterdiği için semavî dinler tarafından yasaklanan şeylerebüyü/sihirdenilmiştir.

İslâm'ın tevhid akidesine ters düşen fal inancı, Allah-ü Teâlâ tarafından “şeytan işi bir pislik”[41] olarak tanımlanmakta ve ondan uzak durulması emredilmektedir.

İnsanın fıtrî bir özelliği olan bilinmeyene ve geleceğe ait merakı, esrarengiz durumlara karşı zaafı, onu gaybı öğrenmeye yöneltmektedir.

İslâm'ın reddettiği bâtıl inançlar arasında uğursuzluk inancı da önemli yer tutmaktaydı. Câhiliye döneminde çeşitli varlıklarla, eşyalarla, hayvanlarla veya zaman dilimleriyle ilgili çok farklı uğursuzluk inançları mevcuttur.

Ancak Allah Resûlü, hiçbir şeyde uğursuzluğun bulunmadığını, varlıkların, zâtında uğursuzluğu barındıramayacağını bildirmiştir.

Nitekim Resûl-i Ekrem üç defa, Uğursuzluğa inanmak şirktir.” buyurduktan sonra, insanların kalbine bu tür düşüncelerin gelebileceğini ancak Allah’ın, bunları, kendisine dayanıp tevekkül eden kullarından giderdiğini bildirmiştir.

İnsanlar, câhiliye döneminde Şevval ayında evlenmezlerdi. Allah Resûlü günümüzde bile, “İki bayram arasında nikâh kıyılmaz.” şeklinde sürdürülen bu geleneği kaldırarak Hz. Aişe ile bu ayda nikâhlanıp evlenmişti.

Ayrıca Safer ayı da uğursuz görülür, Safer ayı çıkmadan umre yapmak yeryüzünde işlenen günahların en büyüklerinden sayılırdı. Resulullah (sav), Safer (ayının) uğursuzluğu diye bir şey yoktur.” buyurarak câhiliye dönemi halkının bu bâtıl inancını reddetmiştir

Resulullah, cin yahut şeytan türü hayalî bir varlık olarak bilinen “Ğul” (hayalet, hortlak) inancını da kaldırarak, “Ğul diye bir şey yoktur.” buyurmuş, ashâbına kalplerine bununla ilgili bir korku geldiği zaman ezan okuyarak Allah’a sığınmalarını emretmiştir.

Câhiliye Arapları, yakından ilgilendikleri nazarın insanları etkileyen büyük bir güç olduğuna inanırlardı. Bundan korunmak için de çeşitli bâtıl uygulamalar geliştirmişler,  muskalar, nazar boncuğu türü nesneler, çeşitli gerdanlıklar takmayı âdet hâline getirmişlerdi. Sevgili Peygamberimiz (sav), takılan muskaların ve nazarlık olarak hayvanların boynuna asılan gerdanlıkların çıkarılıp atılmasını emretmiş, kendisinin nazarlık takanlardan uzak olduğunu haber vermiştir.

Câhiliye Araplarının nazarlık kullanma âdetinin şirk olduğunu bildiren Allah Resûlü, böyle davranışların insanları Allah’a tevekkül etmekten uzaklaştırdığını söylemiştir.

Fal ve büyü için her şeyi bildiklerine inanılan kâhin, büyücü, medyum ve falcılara başvurulmakta, geleceği öğrenmek için yıldızlardan anlam çıkarılmaya çalışılmaktadır. Rakamlara, günlere, hiçbir gücü ve kudreti olmayan varlık ve nesnelere kimi zaman uğursuzluk atfedilerek onlardan korkulmakta, kimi zaman da uğur veya şans getirdiğine inanılan bir boncuğa veya muskaya olağanüstü güçler yüklenerek onlarla korunmaya çalışılmaktadır.

Hatta bu dünyadan göçmüş ve kendisine bile faydası dokunamayacak ölülerden ve türbelerinden medet umulup dualar edilmekte, adaklar adanmakta, şifalar istenmektedir. Ağaca bağlanan çaputtan, havuza atılan paradan veya yakılan mumdan dahi medet umulabilmektedir.

İslâm dini bu tür inanç ve davranışlara dinin özü olan tevhid inancıyla uyuşmaması nedeniyle tamamen karşıdır. Zira kullarını her an koruyup gözeten, onlara her şeyden daha yakın olan, dualarına icabet eden ilâhî kudret yerine âciz varlıklara sığınmak düşüncesi, hem dinin aslına hem Müslüman şahsiyetine ve hem de insanın saygınlığına aykırıdır.

 

Bid’at ( Sonradan ihdas edilen)

1. “Kim İslâm'da güzel bir işe öncülük eder ve kendisinden sonra bununla amel edilirse kendisinden sonra o işi yapanlar gibi sevap alır. Üstelik onların sevaplarından da bir şey eksilmez. Kim de İslâm'da kötü bir davranışa ön ayak olur ve kendisinden sonra bununla amel edilirse, kendisinden sonra onu yapanlar gibi günah alır. Onların günahlarından da bir şey eksilmez.”

2. İslâm âlimleri, bid'atı kesin bir dille reddeden hadis rivayetlerini, değişen yaşam şartlarının da tesiriyle kaçınılması mümkün olmayan yenilikler ile bağdaştırabilmek için “bid'at-ı hasene” (iyi bid'at) ve “bid'at-ı seyyie” (kötü bid'at) ayrımına gitmişlerdir.

2.1 Bu bağlamda Kur'an'ı bir Mushaf'ta toplamak, teravih namazını cemaatle kılmak, minare ve medrese inşa etmek, iyi bid'at örnekleridir.

2.2 Öte yandan kabirlerin üzerine türbe yapmak, bu mekânlarda adak adayıp kurban kesmek ve mum dikmek kötü bid'ata örnek olarak gösterilebilir.

3. Bid'at kavramıyla kastedilen, dinden olmadığı hâlde sonradan ortaya çıkan dinî inanç ve uygulamalardır. Resulullah hadislerinde zikredilen de bu olsa gerektir. Yoksa tüm yenilik ve icatlar, bid'at kavramına dâhil edilemez.

4. Müslümanları aşırılıklara karşı sürekli uyaran Resulullah, aşırılıklar yoluyla bid'atların dine girmesinin önünü kesmek istemiş, Kur'an'ın ve kendisinin öğrettiğinden daha fazlasını yapmak ve yaşamak isteyenlere müsamaha etmemiş ve;

“Ey insanlar! Dinde aşırı gitmekten sakının! Çünkü sizden önceki ümmetleri dinde aşırı gitmeleri helâk etti.” buyurmuştur.

5. Resulullah, dinden olmayan merasimlerin dinden bir parça gibi algılanmasının önüne geçmiştir. Aksi hâlde inanç ve ibadet alanına eklenen her yeni şey mevcut bir dinî inancı veya ibadeti ya değiştirecek ya da ortadan kaldıracaktır.

6. Abdullah b. Mes'ûd, Resulullah ve sahâbe yapmadığı hâlde, birtakım insanların mescitte toplanarak, “Şu kadar şunu söyleyin, şu kadar bunu söyleyin!” diye zikir yaptıklarını görünce karşı çıkmış ve onlara, “Siz kötülüklerinizi sayın! Çünkü ben, iyiliklerinizden hiçbirinin zayi edilmeyeceğine kefilim!” demiştir.

7. Netice itibariyle bid'at sadece inanç ve ibadet alanında ortaya çıkan ve dinin aslında yani Kur'an ve sünnette olmayan uygulamalardır.

8. Bir bid'atı uygulamak demek, Resulullah tarafından bizzat yaşanan, bizlere de örnek olarak sunulan dinî hayatın ve sünnetin dışına çıkmak demektir.

 

2. CİLT

Mükellefiyet

Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Güç yetirebileceğiniz amelleri yapmaya gayret ediniz. Allah usanmaz da siz usanırsınız. Allah katında amellerin en sevimlisi az da olsa devamlı olanıdır.”

Uyuyakalıp da sabah namazını vaktinde kılamadıkları gün Hz. Peygamber, emir vererek ezan okutmuş ve önce sünneti sonra farzı kılmıştır. Peygamberimiz ümmetine uyuyarak herhangi bir namazı geçirdiklerinde nasıl davranmaları gerektiğini böylece öğretmiş, uykunun geçici olarak mükellefiyeti kaldırdığını vurgulamıştır.

Rabbimiz, Kur'an'da imandan söz ederken devamlı olarak ameli, yani güzel, iyi ve yararlı davranışları zikredip kendisine ibadet edilmesini istemektedir.

Rabbimiz Kur'ân-ı Kerîm'de kulları için zorluk değil kolaylık istediğini, hiçbir kimseye gücünün yettiğinden fazla yük yüklemeyeceğini, herkesi ancak gücünün yettiği kadarıyla sorumlu tutacağını beyan etmiştir.

Sevgili Peygamberimiz de, “Güç yetirebileceğiniz amelleri yapmaya gayret ediniz.” buyurmuştur. Eşi Hz. Aişe'nin hiç uyumadan namaz kılan bir kadını kendisine tanıtması üzerine de, “Olmaz ki! Gücünüzün yettiği kadar ibadet edin.”

İslâm'da fertlerin ibadetlerle yükümlü olmalarını sürekli ya da geçici olarak kaldıran birtakım hâller de mevcuttur. Bu hususta Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur:

“Üç kişiden sorumluluk kaldırılmıştır: Uyanıncaya kadar uyuyandan, akıl hastalığına duçar olandan aklı başına gelinceye kadar ve ergenlik çağına gelinceye kadar çocuktan.”

Dinimiz, insanın, iradesine bağlı olmayan durumlardan dolayı ibadetlerini ifa edememesini, geciktirmesini veya eksik bırakmasını da mazeret saymıştır.

Bu konuda Yüce Allah Kur'ân-ı Kerîm'de,

“Ey Rabbimiz! Unutur ya da yanılırsak bizi sorumlu tutma! Ey Rabbimiz! Bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme! Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği şeyleri yükleme!”[42]  

şeklinde dua etmemizi öğretmiştir. Bu çerçevede istemeden hata ile yapılan bir işin günahının olmadığını da ifade buyurmuştur.

Sevgili Peygamberimiz ibadetlerde aşırılıklara asla taviz vermemiştir.  Nitekim kendisine ibadetleri soran bir kimseye namaz, zekât, oruç ve hac ibadetinin Allah’ın emri olduğunu söylemiş, bunun üzerine muhatabının,

“Seni hak din ile gönderen Allah’a yemin olsun ki bunlardan ne fazla yaparım ne de az!” demesi üzerine Resûlullah (sav), “Eğer sözüne sadık kalırsa mutlaka cennete girer.”  buyurmuştur.

 

İbadet

Peygamberimiz (sav);

  Allah’ın kulları üzerindeki hakkı yalnızca O'na ibadet etmeleri ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmamalarıdır.” buyurdu. Bunu yaptıkları takdirde de kulların Allah üzerindeki hakkı “Onlara azap etmemesidir.” buyurdu.

Cenâb-ı Hakk'a kul olmak, bir efendi ve köle mantığı ile seçim hakkı olmaksızın O'na ibadet etmek anlamına gelmez. Aksine kulluk, seçme özgürlüğünü kullanarak Yüce Yaratıcının iradesine uymaktır. Nefsinin istek ve arzularını terk edip, Allah’ın (cc) istediği doğrultuda yaşamaktır.

İbadet, kulun, Rabbi ile iletişim kurabilmesinin adıdır. Her şeyi yoktan var eden Yüce Yaratıcı ‘ya muhtaç olan insanın, aracısız, vasıtasız bir şekilde hâlini O'na ifade edebilmesidir.

Resûl-i Ekrem kendisine,

“Cehennemden kurtaracak ve cenneti kazandıracak bir şey öğrenmek istiyorum.”  diyen bir sahâbîye, Allah’a şirk koşmadan ibadet etmeye devam et, farz namazı kıl, farz olan zekâtı ver, Ramazan orucunu tut, insanların sana davranmasını istediğin şekilde onlara davran, insanların sana davranmasını istemediğin şekilde onlara davranmayı terk et!” diyerek öğüt vermiştir.

Hz. Peygamber (sav) bir kimsenin farzları gerekli dikkat, özen ve samimiyet ile yerine getirdiğinde; Yüce Yaratıcının rızasını elde edeceğine ve cennete ulaşacağına şu örnekle işaret etmiştir:

Bir bedevî (Arap köylüsü) Resule gelip “Ey Allah’ın Resûlü! Allah’ın bana farz kıldığı namazların neler olduğunu söyle.” dedi. Allah Resûlü,

                 “Beş vakit namaz, ama nafile de kılabilirsin.” diyerek karşılık verdi.

Bedevî, Allah’ın bana farz kıldığı orucun ne olduğunu söyle.” deyince, Efendimiz,

“Ramazan ayında tutulan oruç, ama nafile oruç da tutabilirsin.” dedi.

O zaman bedevî, “Sana ikram eden Allah’a yemin ederim ki, nafile ibadet yapmayacağım! Fakat Allah’ın bana farz kıldığı ibadetleri eksiksiz ve harfiyen yerine getireceğim.” dedi. Bunun üzerine Allah’ın Resûlü onun hakkında, “Sözüne sadık kalırsa kurtuluşa ermiştir” veya “cennete girmiştir.” buyurdu.

Allah Resûlü vücuttaki bütün eklemler için her gün sadaka vermek gerekir,  demiş ve güzel söz, iyi niyetle ve samimiyetle yapılan her işin sadaka ve ibadet olduğunu ifade etmiştir.

Hz. Peygamber tarafından sadaka olarak nitelendirilen, insanlar arasında adaletle hüküm vermek, iyiliği tavsiye edip kötülükten alıkoymak, karşılaştığı kimseye selâm vermek, eziyet veren bir engeli yoldan kaldırmak, ailesinin nafakasını temin etmek için çalışmak gibi davranışlar, birer ibadet olarak değerlendirilebilir

Bu minvalde kişinin anne babasına iyilik etmesi, bir garibanın gözünün yaşını silmesi, bir öksüzün ya da yetimin başını okşaması, bir öğrencinin masraflarını karşılaması, bir ihtiyara saygı göstermesi, bir hamileye otobüste yer vermesi de ibadettir.

Aynı şekilde bir insanın bilgilerini başkalarıyla paylaşması, yaptığı işi en güzel şekilde icra etmeye çalışması da ibadettir.

Kişinin kötü ahlâk özelliklerinden uzak durmaya çalışması, iyilik yapmak için fırsat kollaması, karşılaştığı mümin kardeşine tebessüm etmesi, çevresindekiler için zorlaştırıcı değil kolaylaştırıcı bir fert olmaya özen göstermesi ve bütün bunlar gibi sayılamayacak binlerce husus hep ibadettir ve hayatı ibadetle geçirmektir.

 

Dua

“Kulluğun özü” olarak nitelendirilen dua hakkında Yüce Rabbimiz, “Bana dua edin ki duanıza icabet edeyim.”[43] buyurarak müminin kendisine yönelmesine her an karşılık vereceğini hatırlatır.

Bir başka sefer de Peygamber Efendimize, “Yâ Resulallah, hangi dua daha çok kabule şayandır?” diye sorulmuş, Allah Resûlü, “Gece yarısından sonra ve farz namazların arkasından yapılan dualar. diye cevap vermişti.

Bir hadisinde o (sav), şöyle buyurmuştu: Allah her gece, gecenin ilk üçte biri geçtiğinde dünya semasına iner (rahmet nazarıyla bakar) ve 'Melik benim! Melik benim! Var mı bana dua eden, onun duasını kabul eyleyeyim? Var mı benden isteyen, istediğini vereyim? Var mı benden mağfiret dileyen, onu affedeyim?'

Gecenin fazileti ile ilgili bu rivayetleri, “Korkuyla ve umutla Rablerine yalvarmak üzere (ibadet ettikleri için), vücutları yataklarından uzak kalır.”[44]  gibi âyetler de desteklemektedir.

Söz gelimi, onun bildirdiğine göre, ezan ile kâmet arasındaki vakit, duaların geri çevrilmeyeceği vakitlerdendir.  O (sav), Allah’ın dualara icabet saati olduğunu bildirirdi.

Peygamberimizin ifadesi ile üzerine güneş doğan en fazilet gün Cuma günüdür.

 

Duanın adabı

Dua, kulun samimi ve içten bir şekilde Allah’a sığınmasını ve yakarışını, Allah’ın yüceliği karşısında güçsüzlüğünü itiraf etmesini, O'nun lütfunu, yardımını ve affını dilemesini ifade eder.

Dua, hiçbir törene bağlı bulunmayan, şekil ve şartlardan bütünüyle sıyrılmış, zaman ve mekân bakımından süreklilik gösteren, kulun Yaratıcısıyla sürekli bir biçimde iletişimde bulunduğu bir ibadet olarak tanımlanabilir.

Hz. Peygamber'in, Allah Teâlâ katında duadan daha kıymetli bir şey yoktur.” ifadesi, bu ibadetin önemini göstermesi açısından dikkat çekicidir.

Yüce Allah, “Bana dua edin ki, duanıza icabet edeyim.”[45] âyetiyle kullarını kendisine çağırır âdeta. “De ki: Duanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin?[46] ifadeleriyle, yaratılış gayelerini kullarına hatırlatır.

İnsan, her an ve her durumda dua edebilir.

“Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah'ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler (ve şöyle derler:) Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru!”[47] âyeti bu gerçeği ifade eder.

Duanın yasak olduğu bir zaman yoktur. Aksine, âyet ve hadislerde bazı vakit ve durumlarda yapılan duaların daha makbul olduğu belirtilmiştir.

Allah (cc), “Kullarım sana beni sorarlarsa, bilsinler ki ben, şüphesiz onlara yakınım. Benden isteyenin, dua ettiğinde duasını kabul ederim...”[48] âyetiyle kendisine yönelen kulun duasını kabul edeceğini vaad eder.

İnsanın başkalarından dua alması da önemlidir. Bir defasında Allah Resûlü, şu tavsiyede bulunmuştur: “Bir hastanın ziyaretine gittiğinde ondan senin için dua etmesini iste. Zira hastanın duası meleklerin duası gibidir.”

Müslüman'ın din kardeşi için yaptığı dua hakkında ise Peygamberimiz şunları söyler: “Kişinin (din) kardeşi için gıyabında (onun olmadığı yerde) ettiği dua makbuldür.”

Allah Resûlü mazlumların duasından sakınılmasını tavsiye eder ve şöyle buyurur: “Mazlum ile Allah arasında (duanın kabulüne mâni olacak) hiçbir perde yoktur.”

 

Şükür

Her nimet bir imtihan vesilesidir. Nimeti vereni hatırlamak ve ona teşekkür etmek, hem nimeti artırır hem de bereketlendirir. Nimeti vereni tanımamak ve nimetin asıl sahibini unutmak ise nimete karşı nankörlüktür.

İnsana biri “şükür/teşekkür”, diğeri “küfür/nankörlük” olmak üzere iki yol gösterilmiştir. Yüce Yaratıcı ona akıl ve irade vermiştir; ister şükreden biri olsun, isterse inkâr eden biri!

Allah, insanın kendisine şükretmesini, nankörlük yapmamasını istemektedir: “Eğer şükrederseniz elbette size (nimetimi) artırırım. Eğer nankörlük ederseniz gerçekten azabım çok şiddetlidir!”[49]

Hz. Peygamber, sevindirici bir durumla karşılaştığında Allah Teâlâ'ya şükür için secdeye kapanırdı.

Peygamber bir defasında şöyle demiştir: “İnsanlara teşekkür etmeyen, Allah’a da şükretmez.”

Kendisine bir iyilikte bulunana ya da hayrı dokunana teşekkür etmek İslâm ahlâkının gereğidir.

“Yiyip şükreden kimse sabrederek oruç tutan kimse gibidir.” buyuran Peygamberimiz, müminin, varlıkta şükrederek, darlıkta ise sabrederek kazançlı çıkacağını belirtmiştir.

Yine Allah Resulü; Musibete sabreden, nimete şükreden, kendisine haksızlık yapılınca affeden ve haksızlık yapınca da istiğfar eden müminlerin, korkudan emin olan ve hidayete erişmiş kimseler olduğu müjdesi verilmiştir.

 

Zikir

Sabah akşam Allah'ı zikrediyor olmak için sadece Allah'ı zihinde tutmak ve dil ile zikir cümlelerini tekrarlamak yeterli değildir.

Hz. Peygamber'in, Allah’a itaat eden Allah'ı zikretmiş olur.”  gerçeğinden hareketle Kur'an ve sünnete uygun bir hayat sürmedikçe, dinin vecibelerini yerine getirip, yasaklarından kaçınarak Rabbin ismini gönüle nakşetmedikçe zikir kemale ermez.

Zikir çeşit çeşittir. Lisan ve kalp ile olduğu gibi beden ile de zikir yapılır. Hepsi birlikte olursa dilimizde O, kalbimizde O, bütün azalarımızda sadece O olursa işte zikir o zaman kemal bulur, ruha zevk olur, Rabbe dostluğa açılan kapı hâline gelir.

Kur'an'da, “Ey iman edenler! Allah'ı çokça zikredin. Ve O'nu sabah akşam tesbih edin.”[50] buyuran Yüce Allah, zikir ile tesbihi aynı âyette zikretmiştir.

Yüce Allah'ı tesbih, (sübhânellâh) tekbir (Allâhü ekber), tahmîd (Elhamdülillâh) ve tehlil (Lâ ilâhe illâllâh), zikir lafızlarının en derin mânâlı ve değerli olanlarıdır.

 

Tövbe

İçten ve samimi olarak yapılan tevbe, hem bir ibadettir hem de kaybedilmiş değerleri yeniden kazanma vasıtasıdır.

Pişmanlık tövbenin ilk şartıdır. Resûlullah (sav) bir hadisinde, “(Günahtan) pişmanlık duymak, tövbedir.” derken, bu gerçeği ifade eder.

Bir diğer hadisinde ise, “Günahtan tevbe etmek, günahı terk edip bir daha ona dönmemektir.” 

O hâlde bu tanıma istiğfarı da ekleyip, “Tövbe-istiğfar, kulun, işlediği günahtan pişmanlık duyarak bir daha o günaha dönmemesi ve Allah’tan kendisini affetmesini istemesidir.” diyebiliriz.

Hata işleyen bir insanın tevbe etmek amacıyla aracısız olarak doğrudan doğruya Rabbine yönelmesinde herhangi bir engel veya ön şart bulunmamaktadır.

Peygamberimiz; “Bir kimse bir günah işler de ardından güzelce abdest alır sonra kalkıp iki rekât namaz kılar ve Allah’tan  bağışlanma dilerse, Allah onu mutlaka bağışlar.” demiştir.

Tövbeyi tamamlayan unsurlardan biri de, günahın derhâl terk edilmesi ve bir daha ona dönülmemesidir.

Allah’ın affetmeyeceği bir günah ve günahının büyüklüğü sebebiyle tevbe kapısı yüzüne kapanacak bir günahkâr yoktur. Ayet ve hadislerdeki bazı günahların affedilmeyeceğine dair ifadelerin sakındırma bağlamında oldukları anlaşılmaktadır.

Tövbe etmek için belli bir zaman ve mekân şart koşulmamakla birlikte Kur'ân-ı Kerîm'de seher vakitlerinde tövbe edenler övülmüşlerdir.

Abdest ve teyemmüm

Allah’ın Peygamberi mescitten kendisine bir seccade getirmesini istediğinde, “Ama ben âdetliyim!” diyerek mescide girmek ve seccadeye dokunmak istemeyen Hz. Âişe'ye, Âdetli olma hâli senin elinde değil ki!” buyurmaktadır. Bunun üzerine çekingenliğini gizlemeyen annemiz, mescide girmiş ve seccadeyi almıştır.

Zerdüştlerin âdetli kadını murdar sayarak temizlenene kadar bir odada tek başına bekletmelerine benzer şekilde, bugün de kimi Müslüman kadınların âdet günlerinde kendilerini toplumdan soyutlamaları şaşırtıcıdır. Uğursuzluk taşıyacakları endişesiyle doğum tebrikine gitmeyerek taze bebeğe bakmayan ya da düğüne katılmayarak yeni gelinin çeyizine dokunmayan nice kadın vardır. Âdetli iken hamur yoğurmaktan kaçınan, turşu kurmayan, salça ve reçel yapmayan ya da sofradaki ekmeği bölmekten çekinen kadınların sayısı hiç de az değildir. Oysa Peygamberimiz âdetli eşinin dokunduğu gıdalardan tiksinmemiş ve Hz. Aişe’nin ısırdığı etin devamını yerken veya içtiği suyun kalanını içerken tam da onun ağzının değdiği yere ağzını getirerek bütün bunların anlamsızlığını göstermek istemiştir.

Kadını sadece âdet gördüğü günlerde değil sonrasındaki yedi günde de sakınılması gereken biri olarak gören Yahudi geleneğinde, âdetli kadının bedeni kadar kullandığı eşyalar da kirli ve yasaklı sayılmaktadır.

Ayrıca anneleri Havva'nın, Âdem'in aklını çelerek yasak meyveden yemesine, dolayısıyla da cennetten çıkarılmasına sebep olduğu gerekçesi ile Havva kızlarını lânetli ve cezaya müstehak görmek, Yahudi kültürünün bir parçasıdır. Halbuki Kur'ân-ı Kerîm, Hz. Âdem'i aldatanın şeytan olduğunu özellikle belirtirken iki eşin yasağı birlikte çiğnediklerine dikkat çeker.

“Normalde âdet gördüğün günler süresince namaz kılmayı terk et. Sonra yıkan ve namazını kıl.” buyurmuştur.

Aynı hüküm oruç için de geçerlidir. Âişe annemiz,

“Biz (Resûlullah zamanında) âdet olurduk, orucu kaza etmemiz bize emredilir ama namazı kaza etmemiz emredilmezdi.” derken, Peygamber emrinden açıkça bahsetmekte ve “Âdetli kadına ne oluyor da, (tutamadığı) oruçları kaza ettiği hâlde (kılamadığı) namazları kaza etmiyor?” diye soran bir kadını, “Sen Harûrî (Sadece Kur'an'ın hükümleriyle yetinen bir Hâricî) misin?” diyerek sert bir üslûpla azarlamaktadır.[51] Onun, bu kadını, ibadete aşırı derecede düşkünlükleri ile tanınan sünnet çizgisinin dışında kabul edilen Hâricîlere atıfta bulunarak ikaz etmesi, âdetli iken namaz kılmama ve oruç tutmama konusundaki hükmün sünnete uygun olduğunu ve sorgulama dışında bırakılmasını istediğini göstermektedir.

Âdet günleri sona erdiği hâlde kanaması bitmeyen bir kadın, âdetinin bitiminde mutlaka gusül abdesti almalıdır. Daha sonra devam eden istihâze kanı sadece abdesti bozar. Dolayısıyla Peygamberimizin tabiriyle, “hasırın üstüne damlayacak kadar çok bile olsa” özür kanı namaza engel değildir.

 

Namaz

Kur'ân-ı Kerîm'de kendilerinden övgüyle bahsedilen müminlerin özellikleri sıralanırken, onların “namazlarında huşû içinde olduklarının”, “namazlarını muhafaza ettiklerinin” ve “namazlarına devam ettiklerinin”  altı ısrarla çizilir.

Namaz, sadece Allah ile kul arasındaki ilişki biçimi olmakla kalmaz, aynı zamanda insanı olumsuz davranışlardan ve her türlü kötülükten de uzaklaştırır.

Nitekim Kur'an'da Yüce Allah, “Gerçekten namaz, kişiyi hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar.”[52] buyurarak bunu ifade etmektedir. Ayrıca kulun, günün belli vakitlerinde Allah’ın huzuruna çıktığını düşünmesi, kulu O'nun rızasına uygun davranışlar sergilemeye sevk etmekte, böylece namaz bu yönüyle kötülüklere engel olmaktadır.

Yine, “İnsan çok hırslı ve sabırsız yaratılmıştır. Kendisine kötülük dokunduğu zaman sızlanır, ona bir hayır dokunduğunda da eli sıkıdır, ancak namaz kılanlar müstesna.” âyetleri de namazın insana kazandırdığı ahlâkî değerlere ve olgunluğa işaret etmektedir.

Allah Resûlü (sav),

“Birinizin kapısı önünde günde beş defa yıkandığı bir nehir olsa, o kimsede kir namına bir şeyin kalabileceğini düşünebilir misiniz?” diye sorar. Sahâbe, “Hiç kir kalmaz.” şeklinde cevap verir. Bunun üzerine Peygamberimiz, “İşte beş vakit namaz da böyledir, Allah bu namazlarla günahları yok eder.” buyurur.

Peygamber Efendimize, “Amellerin en faziletlisi hangisidir?” diye sorulunca, Allah Resûlü, “Vaktinde kılınan namazdır.” cevabını vermiştir.

 

Namazın kılınışı

Peygamber Efendimiz her namazın bir veda namazı gibi kılınmasını tavsiye etmekle, namazların korku ile ümit arasında, saygı ve hassasiyet içerisinde kılınmasını öğütlemiştir.

Namaz kılan kişi, kıyamdan sonra tekbir getirerek rükûa gider. Rükû, Allah’ın azameti ve celâli karşısında kulun âcizliğini ifade eder. Aczini idrak eden kul, Yüce Yaratıcısı huzurunda başka hiçbir varlığın önünde eğilmeyeceği şekilde eğilir.

Allah-ü Teâlâ, “Namazı kılın, zekâtı verin. Rükû edenlerle birlikte siz de rükû edin.” buyurarak müminlerden rükû etmelerini istemekte ve “Ey iman edenler! Rükû edin, secde edin, Rabbinize kulluk edin ve hayır işleyin ki kurtuluşa eresiniz.” buyurarak kurtuluşun namazla ilişkisini hatırlatmaktadır.

Namaz boyunca defalarca hamd eden kişi, daha sonra tekbir alır ve secdeye kapanır. “Hadi Allah’a secde edip O'na kulluk edin.”[53]  âyeti gereğince Allah’ın önünde hürmet ile secdeye kapanmak kulluğun en güzel ifadesidir

Hz. Peygamber, “Kulun Rabbine en yakın olduğu (an) secde hâlidir. Öyleyse (secdede iken) çokça dua ediniz.”  tavsiyesinde bulunmuştur.

Namaz kılan kişi, son oturuşta duaları okuduktan sonra “es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâh! (Allah’ın selâmı ve rahmeti üzerinize olsun!)” şeklinde selâm vererek namazı bitirir. Selâm âdeta namaz ile bu dünyadan ayrılan kişinin tekrar dünyaya dönmesini simgeler.

Huzurunda durulan Yüce Yaratıcının büyüklüğüne yaraşır bir saygı, samimiyet ve kulluk bilinciyle devamlı eda edilen namaz, Peygamber Efendimizin ifadesiyle kıyamet günü sahibi için bir aydınlık, bir delil ve kurtuluş vesilesi olacak ve namaz kılan âhirette cennet ile mükâfatlandırılacaktır.

 

 

Oruç

Ramazan, ilmin, inancın, ibadetin, ahlakın, dayanışmanın, kardeşliğin daha da olgunlaştırılabilmesi için Müslümanlara ikram edilmiş bereketli bir eğitim mevsimidir. Müslüman bu zaman diliminde Rabbiyle, kardeşleriyle, nefsiyle ve şeytanla olan ilişkilerini gözden geçirir, gece gündüz tam bir ay süren yoğun bir eğitim faaliyetinden güçlenerek, arınarak çıkar.

 

Peygamber efendimiz (sav): Kim inanarak ve karşılığını Allah’tan bekleyerek Ramazan orucunu tutarsa geçmiş günahları bağışlanır. " Buyurmuştur.

Oruç bir kalkandır. Oruçlu, saygısızlık yapmasın, ahlaksızca konuşmasın. Eğer biri kendisiyle dövüşmeye veya sövüşmeye kalkışırsa, iki defa, 'Ben oruçluyum. ' desin.

Oruçluya yakışan, aç olmasına rağmen, yüzünden tebessümü eksik etmemektedir. Gönül kırmak, inanan insana, hele oruçlu bir Müslüman'a yakışmaz.

Oruç yalnız belirli bir zaman yeme ve içmeden el çekmek değil, aynı zamanda her türlü kötülükten sakınmak için iradenin güçlendirilmesi eğitimidir.

Hz. Peygamber, "Yalanı ve yalana göre hareket etmeyi terk etmeyenin yemeyi içmeyi bırakmasına Allah’ın ihtiyacı yoktur!" buyurmaktadır.

Oruçtan nasibi aç kalmaktan öteye geçmeyen kimselerin durumuna düşmemek için gözler, kulaklar, eller, ayaklar, kalp ve ağız, mideyle beraber oruç tutmalıdır.

 

 

Zekât

Veda haccı öncesiydi. Resûl-i Ekrem, yakın dostlarından Ebû Musa el-Eş'arî ve Muâz b. Cebel'i Yemen bölgesine göndermeye karar verdi. Onları çağırıp durumu anlattıktan sonra şu tavsiyelerde bulundu: “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın! Müjdeleyin, nefret ettirmeyin!”

 

Kur'ân-ı Kerîm'de, “Sana Allah yolunda ne harcayacaklarını soruyorlar. De ki: İhtiyaç fazlasını.”[54] âyetiyle ancak belli bir miktarda malı olanların zekâtla yükümlü olduğu bildiriliyordu.

Zenginin, Rabbinin rızasına ermek arzusuyla yerine getirdiği farz bir ibadet olan zekâtın birçok hikmetleri vardır. Öncelikle zekât, bir yandan fakirlerin ihtiyacını karşılarken, diğer yandan da veren kişinin şahsiyetini geliştirmekteydi. Zekât, hem maldaki kirleri temizlemekte hem de sahibini arındırmaktadır. Nitekim Yüce Allah Resulullaha hitaben, “Onların mallarından zekât al ki, bununla onları temizleyesin ve arındırasın.”[55] buyurmaktadır. Bu ise, zekâtın kişilere sağladığı maddî yararları vurguladığı gibi, konunun mânevî/ruhî boyutuna da işaret etmekteydi.

Zekâtın, malı temizleyen bir vasıta olduğunu vurgulayan Resulullah, “Mallarınızı zekât vererek korumaya alınız!”  buyurmak suretiyle de zekâtın mânevî bir zırh olduğunu hatırlatır. Öte taraftan zekâtı verilmediği için temizlenmeyen, içerisinde fakirin hakkı olan bir malın akıbetinin hayırlı olmayacağını bildirir.

Sevgili Peygamberimizin müjdelediğine göre, “Sadaka/zekât vermek, suyun ateşi söndürdüğü gibi hataları yok eder.” İhtiyaç sahiplerinin bu paydan yararlandıkları sırada yaşadıkları sevinç ve memnuniyet, verenin gönlünde huzura ve genişliğe dönüşür. Böylece zekâtın tam olarak verildiği yerlerde denge ve sükûnet egemen olur.

 

 

Sadaka

Resulullah (sav) şöyle buyurmuştur: ''Ademoğlu, 'Malım, malım!' diyor. Ey ademoğlu, senin yiyip tükettiğin, giyip eskittiğin ve sadaka verip önceden (ahirete) gönderdiğin dışında bir malın mı var?"

 

Resulullah ailesi için bir koyun kesmiş ve eşlerine ondan ne kadarı kaldı diye sormuştu. Hz. Aişe, "Bize sadece kürek kemiği kaldı." deyince Resulullah (sav) şöyle buyurdu: "(Demek ki) kürek kemiğinin dışında tümü (bize) kaldı.”

Kur'an'ı Kerim' de de Yüce Mevla,

"Allah yolunda mallarını harcayanların örneği, yedi başak bitiren bir dane gibidir ki her başakta yüz dane vardır.  Allah dilediğine kat kat fazlasını verir. Allah’ın lütfu geniştir, O her şeyi bilir."[56] buyurarak, kendi rızası için verenlerin mükafatının yedi yüz misliyle olacağını bildirmiştir.

Kutlu Nebi, "İnsan öldüğü zaman, şu üç şey dışında amelleri kesilir:

        Faydası kesintisiz devam eden sadaka,

        Kendisinden yararlanılan ilim

        Kendisine dua eden salih evlat." derken,

 

İnsanların çeşme ve köprü gibi sürekli yararlandığı, uzun ömürlü yaşayan sadakaları ilk sırada anmaktadır.

Hastalarınızı sadaka ile tedavi edin diye buyuran Peygamber Efendimiz, ihtiyaç sahiplerine yardımcı olan ve onların duasını alan kişinin karşılığını bulacağına işaret etmiştir.

" ... Suyun ateşi söndürdüğü gibi, sadaka da hataları söndürür (ortadan kaldırır) ... buyuran Hz. Peygamber'in sünnetinde sadaka vermek, hataların tashihi için değerlendirilmesi gereken iyi bir fırsattı.

Kişinin yaptığı hatalara karşılık sadaka vermesi, bu davranışlarından pişmanlık duyup kendi nefsine karşı bir nevi müeyyide uygulaması anlamına geliyordu.

Resulullah (sav) bir konuşmasında cehennemden bahsetti, ondan Allah’a sığındı ve yüzünü üç defa çevirdikten sonra şöyle buyurdu:

"Yarım hurma (sadaka) ile bile olsa cehennemden korunun. Eğer bunu da bulamazsanız güzel bir sözle (korunun)."

Sadaka vermek aslında bir şükür ifadesidir. Verilen nimetin devamı için onu diğer insanlar ile paylaşmaktır.  

Allah-ü Teala, "Mallarını gece ve gündüz, gizli ve açık, hayra sarf edenler var ya, onların mükafatları Allah katındadır. Onlar korku yoktur, üzüntü de çekmezler"[57] buyurur.

Bir başka hadisinde "Sadakanın en faziletlisi, Müslüman'ın ilim öğrenmesi, sonrada onu Müslüman kardeşine öğretmesidir.”

"Bir insanın harcama yapmasına, yardım etmesine en layık olanlar eşi ve aile efradıdır. "

Kişinin ailesi için yaptığı harcama da sadakadır."

Allah Resulü, aile fertleri ihtiyaç halinde iken başkalarına sadaka verilmesini tasvip etmemiştir.

Hz. Peygamber, akrabaya verilen sadakanın aradaki kin, haset, dargınlık vb. duyguları gidereceğine işaretle, "Sadakanın en faziletlisi içinde sana karşı (gizli) düşmanlık duygusu besleyen akrabaya verilen sadakadır." buyurmuştur.

 

Hibe

Resulullah (sav) efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Kim kardeşinin ihtiyacını giderirse Allah da onun ihtiyacını giderir…”

“Kim darda kalan borçluya zaman tanırsa yahut (alacağının tamamını veya bir kısmını) borçluya bağışlarsa, Allah onu, başka hiçbir gölgenin (himayenin) olmadığı kıyamet gününde kendi arşının gölgesinde (himayesinde) gölgelendirecektir.”

Hibe, karşılığını sadece Allah’tan bekleyerek bağışta bulunmak ve Allah’ın kendisine bahşettiği nimetleri, diğer insanlarla paylaşmaktır.

Kişinin değişik vesilelerle malından bir kısmını başkalarına vermesi, çeşitli adlarla anılsa da, üzerinde ısrarla durulan önemli ibadet türlerindendir.

Hz. Peygamber, herhangi bir çıkar karşılığında hibe alınmasını hoş karşılamamış ve karşılığında bir çıkar gözetilerek verilen hibenin kabul edilmemesini istemiştir.

 

 

Adak

1. Adak; Yüce Allah tarafından kullarına yüklenmediği halde, kulların Yaratıcılarına verdikleri yükümlülük gerektiren özel sözlerdir. Bu nedenle adak adarken kişi, sahip olmadığı bir şeyi, gücünün yetmeyeceği bir işi, dinen meşru olmayan bir hususu adak konusu yapmamalıdır.

 

2. Rabbimizin rızasını kazanma düşüncesiyle, şükür kabilinden yapılan adakların mutlaka yerine getirilmesi; günaha sevk edecek adakların ise terk edilmesi gerekmektedir.

3. Hz. Peygamber, Yüce Yaratıcıya verilen bir söz olması nedeniyle, ada­ğını yerine getirmeden vefat eden Müslümanların dahi adaklarının gereğinin yapılmasını istemekteydi.

4. İşlenmesi günaha yol açacak adağın da, başkasının malıyla yapılacak adağın da yerine getirilmesi uygun değildir. Allah’a isyan yolunda adak olmaz!

"Her kim Allah’a itaat etmeyi adarsa, Allah’a itaat etsin. Her kim de Allah’a karşı isyan etmeyi adarsa, sakın Allah’a isyan etmesin!"

5. Hacca yürüyerek gitmeyi adadığını söyleyen bir adama, "Bu adamın kendine azap etmesine Yüce Allah’ın ihtiyacı yoktur!" demiş ve ona bir hayvana binmesini emretmiştir.

6. Kul, beklentisinin gerçekleşmesi durumunda bazen belli adaklarda bulunur. İstenilenin gerçekleşmesi halinde, şükran nişanesi olarak anılan adağın yerine getirilmesi gerekir. Zira hem ayetlerde hem de hadislerde, yapılan adakların yerine getirilmesi talep edilmektedir.

7. Resül-i Ekrem, "Gücünün yettiği bir şeyi adayan, onu yerine getirsin!" buyurarak bu konunun önemini vurgulamıştır. Ancak aciz kalınan durumlarda insanın bir ümit kapısı ve sığınak olarak gördüğü makama adakta bulunması, kolay yoldan dünyalık bazı şeyleri elde etmenin aracı haline dönüştürülmeye de müsait gözükmektedir. Bunu dikkate alan Allah Resulü, ''Adakta bulunmayın. Zira o takdir olunan hiçbir şeyi değiştirmez. Sadece onunla cimrinin elinden malı çıkarılır.

8. Bu nedenle, "hastam iyileşirse'', "yitiğimi bulursam", "Allah beni bu beladan kurtarırsa" ya da "şu nimetleri bana verirse" şeklindeki dünyalık birtakım taleplerle yapılan adaklar hoş karşılanmamıştır.

9. Adak adarken kişi, sahip olmadığı bir şeyi, gücünün yetmeyeceği bir işi, dinen meşru olmayan bir hususu adak konusu yapmamalıdır. Zira Peygamber Efendimizin ifadesiyle, "Yüce Allah’ın rızasını kazandıracak şeylerin dışında adak yapılmaz. "

 

 

Özgürlük ve ibadetler

1.Bir yolculuk esnasında Resûlullah (sav), insanların etrafına toplanarak gölgelendirdikleri bir adam gördü ve “Neyi var?” diye sordu. Etrafındakiler, “O, oruçlu.” deyince Resûlullah (sav) şöyle buyurdu: “(Zorlanmanız yahut zarar görmeniz hâlinde) yolculukta oruç tutmanız iyilik (fazilet) değildir.

 

2.Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Allah, yasaklarının işlenmesinden nasıl hoşlanmazsa, (tanıdığı) ruhsatların uygulanmasından da o kadar hoşnut olur.”

 

3.Zaruret durumları için özel hükümler konulmuştur. Örneğin açlıktan ölmek üzere olan kişinin, başka imkânı yoksa aslen haram olan domuz etini ölmeyecek kadar yemesinde sakınca yoktur.

 

4. Resulullah şöyle buyurmuştur: “Din kolaydır. Bir kişi takatinin üstünde ibadete kalkışırsa din karşısında âciz kalır. Bunun için aşırıya kaçmayın, dosdoğru yolu tutun ve (salih amellerden alacağınız mükâfattan ötürü) sevinin.”

Azimet[58] ve ruhsat[59]

Hz. Aişe anlatıyor: "Resulullah (sav) kendisine iki iş arasında seçim hakkı tanındığında günah olmadığı  sürece kolay olanını seçerdi "

Bir hadiste "Ey insanlar! Dinde aşırılıktan sakının. Çünkü sizden öncekileri ancak dYinde aşırılık helak etti." Denmiştir.

"Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; sevdirin, nefret ettirmeyin!”  ilkesini her fırsatta tavsiye eden Peygamber Efendimiz, buna aykırı davrananları derhal ikaz etmiştir.

Peygamber Efendimiz, namazları fazla uzatmayı hoş görmediği gibi alelacele baştan savma bir şekilde kılınan namazın kabul olmayacağını da belirtmiştir.

Dini uygulamalar açısından uzantısı günümüze kadar ulaşan bir başka aşırılık ise Kur'an'ı anlamadan hızlı bir şekilde okumaktır.

Hz. Aişe'nin anlattığına göre, Peygamber Efendimiz (sav), "Allah’ın en çok sevdiği amel hangisidir?" diye soruldu. O da, "Az da olsa devamlı olanıdır" demiştir.

Dinde aşırılık

İslam dini bütün aşırılıkları, yani olması gerekenin ötesine geçmeyi, bir sapma olarak kabul etmiştir. Resullulah;

"Ey insanlar! Dinde aşırılıktan sakının. Çünkü sizden öncekileri ancak dinde aşırılık helak etti." Buyurmuştur.

Kur'an-ı Kerim'de, ''Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez.''[60] şeklinde ifade edilen "dinde kolaylık" prensibi aslında, dengeli bir dini hayatın önemine de işaret etmektedir.

İnsanları ancak gücünün yettiği ölçüde sorumlu tutan Cenab-ı Hak onlardan, zorlanmadan yapabilecekleri şeyler istemiştir.

Allah Resulü başka bir hadislerinde şöyle buyurur: "Din kolaydır. Bir kişi takatinin üstünde ibadete kalkışırsa din karşısında aciz kalır. Bunun için aşırıya kaçmayın, dosdoğru yolu tutunuz ve (salih amellerden alacağınız mükafattan ötürü) sevinin."

Bir defasında, kıldığı namazların çokluğundan dolayı bir kadını övgüyle anlatan Hz. Aişe'ye, "Bırakın (böyle sözleri)! Güç yetirebileceğiniz iş­leri yapın. vallahi siz bıkarsınız da Allah bıkmaz!" buyurmuştu.

"Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; sevdirin, nefret ettirmeyin! " ilkesini her fırsatta tavsiye eden Peygamber Efendimiz, buna aykırı davrananları derhal ikaz etmiştir.

Peygamber Efendimiz, namazları fazla uzatmayı hoş görmediği gibi alelacele baştan savma bir şekilde kılınan namazın kabul olmayacağını da belirtmiştir.

Hz. Peygamber, dini yaşantıda aşırılığı, dünyadan el etek çekip toplumdan uzaklaşarak kendini sürekli ibadete vermeyi uygun görmemiş ve bu eğilimde olan bazı arkadaşlarını ikaz etmiştir.

Dini uygulamalar açısından uzantısı günümüze kadar ulaşan bir başka aşırılık ise Kur'an'ı anlamadan hızlı bir şekilde okumaktır.

Peygamberimiz, Muaz b. Cebel'i Yemen'e gönderirken, "Dininde samimi/ihlaslı ol ki az amel bile sana yetsin." tavsiyesinde bulunarak ibadetlerde önemli olanın çok yapılması değil, ihlaslı ve huşu içerisinde yapılması olduğunu vurgulamıştır.

Allah Resulü, Müslümanların kendisine karşı olan saygı ve övgülerinin de bir ölçü içinde olmasını arzu etmiş ve "Hıristiyanların Meryem oğlunu (İsa'yı) övmekte aşırı gittikleri gibi siz de beni övmede aşırılık göstermeyin. Şüphesiz ki ben Allah’ın kuluyum. Onun için bana 'Allah’ın kulu ve Resulü' deyin,” Buyurmuştur.

 

 

Bereket

 

İnsanoğlunun gönlü Kur'an ile bereketlenmelidir. Hatadan sakınıp güzel davranışa odaklanan iman dolu kulları için yerlerin ve göklerin bereket kapılarını sonuna kadar açacaktır.

 

Kârûn'un malı zihinleri aldatmamalıdır. Anahtarlarını bile güçlü bir topluluk zor taşımaktadır ama bereketli değildir! Zira zenginlik onu şımartmış, yeryüzünde bozgunculuğa sevk etmiş ve neticede hem kendisinin hem de sarayının yerin dibine geçirilmesine yol açmıştır.

Rahmet Peygamberi' nin bu konuda Müslümanlara öğreteceği pek çok şey vardır. Öncelikle o, (sav) inananlara zamanın bereketli dilimlerini kollamayı önerir. Sabahın erken saatleri ümmeti için bereket kaynağı olsun diye dua eder.

“Ey Allah’ın Resûlü, yiyoruz ama doymuyoruz!” diyen ashâbına, “Yemeği topluca yiyin ve (başlarken) Allah’ın adını anın ki, bereketli olsun.  tavsiyesinde bulunur.

Allah’ın Resûlü Hz. Ebû Bekir'in kızı Esmâ' yı, “Ver ve hesap etme! Yoksa Allah da sana hesaplayarak verir.” diyerek ikaz etmiştir.

Bereket, saymamaktır, hesaplamamaktır, kaşığı açgözlülükle daldırmamaktır. Bereket, aldığında değil verdiğindedir; bereket, ötekini kendine tercih etmektir.

Sadece verebildiklerin gerçekte senindir; veremediklerini tüketmişsindir. Hz. Ayşe anlatır: Bir gün bir koyun kesmiş ve bir but dışında bütün eti dağıtmıştık. Allah’ın Elçisi: "Koyunu ne yaptınız?" diye sordu. Ben, bir bu dışında hepsini dağıttığımızı söyledim.  "Ey Ayşe, demek ki bir but dışında hepsi bizim oldu." dedi.

 

 

 

Nazar

 

Bir sahabenin (Hz. Muhammed’in sohbetinde bulunmuş olan Müslümanlar,) alımlı ve gösterişli bir başka sahabeyi övmesi nedeniyle övülen sahabe düşüp bayıldı. Bunu gören Resulullah öfkeyle şöyle demiştir:

 

“Neden biriniz kardeşini öldürüyor?” dedi ve ekledi: “Biriniz kardeşinde beğendiği, hayran kaldığı bir şey gördüğü zaman ona mübarek olması için dua etsin.”

Arapça asıllı bir kelime olan “nazar”,bakış ve görüş” anlamına gelir. Türkçede daha ziyade, “göz değmesi veya bakmak suretiyle maddî ve mânevî bir etki meydana getirmek” anlamına gelir.

Yusuf Suresinde belirtildiği üzere Hz. Yakup, çocuklarına gerek güvenlik açısından bir tehlike doğmaması gerekse de kem gözlerin bakışlarına maruz kalmamaları için Mısır'a değişik kapılardan girmelerini tavsiye eder.

Kalem suresi 51. Ayette de: “O inkâr edenler Zikr'i  (Kur'an'ı) işittikleri zaman, neredeyse seni gözleriyle devirivereceklerdi.”

Felâk sûresinde “Ve haset ettiği zaman hasetçinin şerrinden (Allah’a sığınırım).” denilerek, bizzat kendine sığınılmasını emretmesi ile nazar arasında bir ilgi söz konusudur.

Cinlerin şerrinden ve göz değmesinden Allah’a sığınıp değişik dualar okuyan Hz. Peygamber (sav), Felâk ve Nâs sûreleri indirildikten sonra diğer okuduklarını bırakmış ve sadece bu sûreleri okumaya başlamıştır.

Nazara karşı dua ve rukye[61] dışındaki nazar boncuğu gibi nesneler taşımak, at nalı ve kafası asmak yahut Şamanist gelenekten gelen kurşun dökmek gibi âdetleri İslâm dini uygun bulmamış ve bunları asla meşru görmemiştir.

Hz. Peygamber muska takılmasını da hoş görmemiştir. Bu nedenle çeşitli adlarla insanların zaaflarından çıkar sağlayan istismarcı kimselere gidilerek onlardan şifa beklenmesi, yanlış bir tutumdur.

Sonuç olarak hasetçinin haset dolu bakışları bir tehlike oluşturmakla birlikte, Allah’a sığınan bir müminin bu kötü bakışlardan etkilenmesi son derece sınırlıdır. Unutmayalım ki Rabbimiz dilemezse kimse bir başkasına zarar veremez.

İbadette itidal

Hz. Peygamber (sav) bir kimsenin farzları gerekli dikkat, özen ve samimiyet ile yerine getirdiğinde; Yüce Yaratıcı ‘nın rızasını elde edeceğine ve cennete ulaşacağına şu örnekle işaret etmiştir. Bir keresinde saçı başı dağınık bir bedevi onun yanına gelip,

 

“Ey Allah Resûlü! Allah’ın bana farz kıldığı namazların neler olduğunu söyle.” dedi. Allah Resûlü, “Beş vakit namaz, ama nafile de kılabilirsin. ” diyerek karşılık verdi. Bedevî,

 

“Allah’ın bana farz kıldığı orucun ne olduğunu söyle.” deyince, Efendimiz, “Ramazan ayında tutulan oruç, ama nafile oruç da tutabilirsin.” dedi. Bedevî bu sefer,

 

“Allah’ın farz kıldığı zekâtın ne olduğunu söyle.” dedi. Allah Resûlü ona, (zekâtı da içine alan) İslâm'ın temel ilkelerinden bahsetti. O zaman bedevî,

 

Sana ikram eden Allah’a yemin ederim ki, nafile ibadet yapmayacağım! Fakat Allah’ın bana farz kıldığı ibadetleri eksiksiz ve harfiyen yerine getireceğim.” Dedi. dcBunun üzerine Allah Resûlü onun hakkında, “Sözüne sadık kalırsa kurtuluşa ermiştir” veya “cennete girmiştir.” buyurdu.

Hz. Peygamber kişinin kendisini tamamen nafile ibadetlere vererek farzları yapmaya güç yetiremeyecek hâle gelmesine ve diğer sorumluluk alanlarını ihmal etmesine müsaade etmemiştir.

Kendi ibadetlerini Allah Resûlü’nün ibadet alışkanlığı ile kıyaslayarak ümitsizliğe kapılan ve uyku, yemek, eşle birliktelik gibi bazı helalleri terk etmeye karar veren sahâbîleri derhâl uyarmış, bütün gecesini ibadetle geçirenlerin tavırlarını onaylamamış, ibadetin az da olsa devamlı olmasını tavsiye etmiştir.

Bu minvalde Abdullah b. Amr'ın geceleri sabaha kadar ibadet edip, gündüzleri de oruç tuttuğunu öğrenince, “Sen böyle yaparsan gözlerin çöker, bedenin yorulur. Şüphesiz bedeninin sende hakkı vardır. Ailenin sende hakkı vardır. Onun için bazı günler oruç tut, bazı günler tutma; gecenin bir bölümünde namaz kıl, geri kalan kısmında da uyu.” buyurmuştur

Allah Resûlü ibadetin az da olsa devamlı olması gerektiğini ifade ederken, bir taraftan kişinin farzları asla ihmal etmemesi gerektiğine dikkat çekmiş, diğer taraftan mümindeki kul olma bilincinin daima diri tutulması ve hayatın her alanını kapsaması gerektiğine vurgu yapmıştır. Bu bağlamda o, “Vücuttaki bütün eklemler için her gün sadaka vermek gerekir,” demiştir.

 

3. CİLT

Güzel ahlak

"Ben, (başka değil, sadece) (iyi), güzel ahlakı tamamlamak (uygulamak) için gönderildim.”

Ahlak, kişinin yalnızca insan­larla ilişkilerinde değil, Rabbiyle, diğer canlılarla ve çevresi ile ilişkilerin­de de var olan ve dikkat edilmesi gereken bir niteliktir.

İslam ahlakının en belirgin yönleri, hiçbir çıkar kay­gısı olmadan sırf Allah rızasını gözetmek ve Allah'ı görmese de her an Allah 'ın onu gördüğünün bilincinde olmak ve ona göre davranmaktır.

Resulullah da,

"Müminlerin iman bakımından en mükemmeli, ahlak bakımından en güzel olanıdır. " buyurarak iman ve ahlak birlikteliğine vurgu yapmıştır.

 

 

Niyet ve davranış

''Ameller niyetlere göredir. Herkes sadece niyetinin karşılığını alır.." (Hadis)

Niyette asıl olan ve Allah’ın da itibar ettiği, dil ile ifade edilen değil kalpte sabit olandır.

Peygamberimiz, "Müminin niyeti, amelinden daha hayırlıdır." [62]buyurmuştur.

Allah Resulü salih ameller yapmak istedikleri halde imkansızlıkları ya da mazeretleri nedeniyle yapamayanların, o amelleri yapmış gibi sevap alacağını müjdelemiştir.

Hz. Peygamber, "Dile getirmedikçe veya fiiliyata dökmedikçe Allah, ümmetimi akıllarından geçirdikleri hususlarda sorumlu tutmamıştır." Buyurmuştur.

Allah, meleklerine şöyle buyurur: "Kulum bir kötülük yapmak istediğinde, onu eyleme dökene kadar yazmayın. Eğer onu işlerse o zaman onu aynen olduğu gibi yazın. Eğer onu benim için terk ederse, ona bir sevap yazın ... "

 

 

Salih amel

Helal ve meşru olan her türlü iş, şayet düzgün, sağlam, dürüst yapılıyorsa bu, salih amel olarak nitelenir.

Kur'an-ı Kerim'de "Erkek veya kadın, kim mümin olarak salih amel/iyi iş işlerse, elbette ona hoş bir hayat yaşatacağız ve onların mükafatlarını, yapmakta olduklarının en güzeli ile vereceğiz." [63] Denilmektedir.

Kur'an'da Allah’ın rızası gözetilerek yapılmış olan her türlü iyi, güzel ve yararlı iş, "salihat" olarak geçmekte, bu işleri yapan kimseler de, "salihler" olarak anılmaktadır.

Tam anlamıyla fesadın/ifsadın yani bozgunculuğun karşıtı olan salah/ ıslah kelimesinin özünde yapıcı olmak, iyileştirmek, düzeltmek, barış tesis etmek anlamları vardır.

"Nerede olursan ol Allah’a karşı gelmekten sakın; (işlediğin) bir kötülüğün arkasından hemen bir iyilik yap ki onu yok etsin" nebevî buyruğu doğrultusunda hareket eder ve böylece kendisini korumuş olur.

Rabb'im bizlere salih (Kula, kurda, kuşa... faydalı olan) amelsiz ve duasız bir gün geçirtmesin...

 

 

Sevap ve günah

Peygamberimiz (sav); “iyilik, gönlü huzura kavuşturan ve içe sinen; kötülük ise, insanlar sana fetva verseler bile, gönlünü huzursuz eden ve içinde bir kuşku bırakan şeydir." buyurdu.

Buluğ çağına ermiş ve akıllı olan her insan, iyi ve kötüyü birbirinden ayırt edebilir. Zira Yüce Yaratan kötülük duygusunu ve bundan sakınma erdemini insan fıtratına ilham etmiştir.

Ameli sevaba çeviren şey öncelikle niyettir. Niyet ise, Allah’ın sevgisini ve rızasını elde etmek dışında hiçbir amaç gözetmemektir.

Allah rızası için bir hasta ziyareti, meleğin, "İyi ettin! Attığın adımlar hayırlı olsun, cennette bir yerin yuvan olsun,” duasıyla karşılık bulabilir.

Peygamber Efendimiz, "Biriniz İslam'ı güzelce yaşadığında, yapacağı her bir iyiliğe karşılık on mislinden yedi yüz katına kadar (sevap) yazılır; yapacağı her bir kötülüğe ise ancak bir misli (günah) yazılır." buyurmuştur.

"Nerede olursan ol, Allah’a karşı gelmekten sakın. Bir kötülüğün arkasından hemen iyilik yap ki onu yok etsin. Bir de insanlara güzel ahlakla davran" buyuran Kutlu Elçi'nin bu samimi ve dürüst insanların dertlerine nasıl çözüm bulacağını anlamak güç olmasa gerek.

Günah kirlerinden tam anlamıyla kurtulabilmek ancak kişinin günahından samimi bir şekilde pişmanlık duyarak tevbe etmesi ve durumunu düzeltmesiyle mümkündür.

Müminin yorgunluğu da hastalığı da, üzüntüsü de sıkıntısı da, vücuduna batan bir dikene varıncaya kadar kendisine eziyet veren her şey, işlediği günahlara kefaret sayılır.

Sevgili Peygamberimizin şu sözleri Yüce Allah’ın da insandan tamamen günahsız olmasını beklemediğini göstermektedir:

"Canım elinde olana yemin olsun ki, siz günah işlememiş olsanız, Allah sizi ortadan kaldırır da, günah işleyen bir topluluk getirirdi. Onlar Allah’tan bağışlanma dilerler, O da kendilerini affederdi."

Son söz: Rabb'im bizlere hatamızı fark edecek basiret ve uyaracak dostlar nasip etsin inşallah.

 

Sevgi

Kullarını sevmek, Allah’ın büyük bir ihsanıdır. Allah’ın kullarına duyduğu sevgi ve şefkat, annenin yavrularına duyduğundan çok daha fazladır.

Resülullah, kayıp çocuğunu telaşla arayan bir anneyi ashabına göstererek, "Bu kadının çocuğunu ateşe atabileceğini düşünebilir misiniz? (İşte) Allah’ın kullarına merhameti bu annenin yavrusuna duyduğundan çok daha fazladır." buyurmuştur.

Kur'anda Peygamber' sevgisi şöyle anlatılır: "Andolsun size öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona pek ağır gelir. O, size çok düşkün, müminlere karşı çok şefkatli ve merhametlidir."

Resûl-i Ekrem bu yüzden, ''Amellerin en faziletlisi Allah için sevmek ve Allah için nefret etmektir. " buyurmuştur.

Allah Teâla, bu şekilde kendi rızasını gözeterek birbirini seven ve bir araya gelen kişilere muhabbetinin vacip olduğunu bildirmiştir.

Sevgiyi değerli ve anlamlı hale getiren, dünyevi çıkar ya da gaye gütmeksizin yaşanması, Allah’ın vereceği karşılık dışında hiçbir karşılık aranmamasıdır.

Tanışıp kaynaşan insanların karşılıklı olarak birbirlerini sevebilmelerinin yolu ise selamlaşmaktır.

Allah Resulü, sevdiğini söylemeyi ümmetine tavsiye etmesinin yanında kendisi de sevgisini sunmaktan kaçınmazdı.

 

Merhamet

Merhamet, esirgemek ve şefkat etmektir; acımak ve insaflı davranmaktır; kalp inceliği ve gönül yumuşaklığıdır.

Merhameti var eden Allah, Peygamberini merhamet duygusu ile bezemiş, müminlerin de bu meziyetle süslenmelerini ve şefkati birbirlerine tavsiye etmelerini emretmiştir.

Kur'an ahlakını benimseyen ve Resülullah'ın örnek kişiliği ile kendi tavır ve davranışlarına yön veren müminler, birbirlerine karşı merhametli olmalıdır.

Hz. Peygamber, "Siz yeryüzündekilere merhamet edin ki gökyüzündeki(ler) de size merhamet etsin." uyarısıyla, rahmetin merhametle beslendiğini ifade etmektedir.

Hz. Peygamber hayvanlara karşı davranışlarında da merhamet dolu olup bunu her fırsatta ashabına da tavsiye ederdi.

(Peygamberin sünneti sadece namaz sünneti değildir. (Mk)

 

 

Sorumluluk

"Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun.[64]" ayeti gereği, ailesinin hem bugününü hem de geleceğini düşünmek Müslüman'ın diğer sorumluluk alanını oluşturur.

"Sizin hanımlarınız üzerinde hakkınız olduğu gibi onların da sizin üzerinizde haklan vardır." diyen Resûl-i Ekrem hanımların daha hassas yaratılışta olduğuna dikkat çekerek onlara iyi davranmayı tavsiye etmiştir.

Kişinin sorumluluklarının önemli bir bölümü anne ve babasıyla ilgilidir. Bu nedenledir ki Allah Teala, Kur'an-ı Kerim'de kendisine hiçbir şekilde ortak koşulmamasını emrettikten hemen sonra anne babaya iyilik edilmesini istemiştir.

Resul-i Ekrem'e gelerek iyi muamele görmeyi en çok kimin hak ettiğini soran adama Resûl-i Ekrem üç defa, ''Annen." cevabını vermiştir.

Allah Resulü, "Komşusunun, şerrinden emin olmadığı kimse cennete giremez.” demiş ve "Kim Allah ve ahiret gününe iman ederse komşusuna iyilik etsin!”  buyurarak bu önemli vazifenin imanın gereklerinden olduğunu hatırlatmıştır.

Allah Teala'nın, "İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece 'İman ettik.' demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar?" ayetinde bildirdiği üzere Müslüman olmak şehadet getirmekten ibaret değildir.

"Müslüman" adını taşımak, dinin gerektirdiği yükümlülüklerin bilincinde olmak suretiyle dille söyleneni kalbe yerleştirmeyi ve bu doğrultuda yaşamayı gerektirir.

 

Takva

(Allah karşı sorumluluk şuuru)

Resülullah (sav) şöyle buyurmuştur: "Nerede olursan ol, Allah’a karşı sorumluluğunun bilincinde ol! Kötülüğün peşinden iyi bir şey yap ki onu yok etsin."

"Kişiye Müslüman kardeşini küçük görmesi kötülük olarak yeter. Her Müslüman'ın kanı, malı ve ırzı (diğer) bir Müslüman'a haramdır."

Allah’a saygı ve itaat ancak samimi bir sevgiyle gerçekleşir. Sadece korkuya dayalı bir saygı ve itaatin, insanlar nazarında olduğu gibi Cenab-ı Hak katında da fazla değeri yoktur.

Allah Resulü, "Öyle bir ayet biliyorum ki, eğer insanların hepsi ona sarılsalar onlara yeter." buyurduktan sonra, "Kim Allah’a karşı takva bilinci içerisinde olursa Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder." ayetini okumuştur.

Günahının farkında olup Allah’ın rahmetine sığınmak, hataları için af dilemek de takva sahibi müminin özelliklerindendir.

Dünyadan tamamen el etek çekme ve toplumdan soyutlanma anlamında bir zühd, Allah Resulü'nce tasvip edilmemiştir.

"İnsanların en hayırlısı hangisidir?" diye sorunca Peygamber Efendimizin cevabı şu olmuştur: "İnsanların en hayırlısı Kur'an'ı en çok okuyan, en müttaki [65] olan, iyiliği en çok emredip kötülükten en çok sakındıran ve akrabalarına en çok ilgi gösterendir."

 

Huşu [66]

Resul-i Zişan, "Bu canı bu tende tutan Allah’a yemin ederim ki, benim yanımdaki ve ibadet ederken ki haliniz sürekli devam edecek olsaydı, melekler evlerinizde, yollarınızda karşınıza çıkıp sizinle selamlaşır, elinizi sıkarlardı" buyurmuştur.

Huşu'un özünde, ibadet ederken Allah’a itaat ve teslimiyete odaklanmak vardır. Özellikle namaz ve hac gibi bedenen yerine getirilen ibadetler huşu ile eda edildiğinde, kalbi huzur ve sükunet kaplar. Kur'an'ın ifadesiyle namazın, kalplerinde huşu olmayanlara ağır gelmesi bu yüzdendir.

Kur'an' da kurtuluşa eren müminlerin ilk özelliği olarak onların namazlarında huşu içerisinde olmalarının zikredilmesi de son derece önemlidir.

Her olayda sürekli Allah 'ı hatırlayarak huşu içerisinde hareket etmek Peygamber Efendimizin en belirgin vasıflarından biriydi. Hatta onu görenler, oturuşundaki huşuyu fark edip bundan etkilenirlerdi.

Hz. Peygamber (sav) de, namazı huşu içerisinde eda etme hakkında şöyle buyurur: "Müslüman bir kimse, farz namazın vakti girdiğinde, o namaz için güzel bir biçimde abdest alır, huşu içinde olur ve rükû ederse (namaz kılarsa), büyük günah işlemedikçe o namaz önceki günahlarına kefaret olur.”

Huşu, Müslüman'ın duasında, tesbihatında, tefekkür ve tezekküründe, [67] tevbe ve istiğfarında, kısacası Rabbi ile her buluşmasında koruması gereken en değerli hallerdendir.

Namazı, sadece insanların gördükleri zamanlarda güzel bir şekilde kılmak, Peygamberimizin ifadesiyle "gizli şirk" tir.

 

 

İhlas

"Allah, ancak samimiyetle sadece kendisi için ve rızası gözetilerek yapılan ameli kabul eder. İçine gösteriş karışmış olan amellerin, üzerinde az bir toprak bulunan ve şiddetli bir yağmurla cascavlak kalan kaya misali, riyakarların da amellerinin Allah katında hiçbir işe yaramayacağı Kur'an' da açıkça belirtilmiştir.

 

Hz. İsa'nın ifadesiyle "ihlas", bir işi, hiçbir insanın övgüsünü beklemeden yapmaktır.

Sevgili Peygamberimiz ihlası anlatırken "Her kim şehit olmayı Allahtan samimiyetle isterse, yatağında ölse bile Allah onu şehitlerin derecesine ulaştırır" buyurmuştur.

İhlas ve samimiyet, sadece ibadetlerimizde değil insanlarla olan ilişkilerimizde de son derece önemlidir.

İbadetlerin az veya çok olması değil, ihlasla yapılmış olması önemlidir. Onun için Hz. Ali, "Amelin az olup olmamasını değil, makbul olmasını önemseyin." uyarısında bulunmuştur.

Dımam, Resulullah'a namaz, oruç ve zekât gibi İslam'ın temel prensiplerini sormuş ve cevabını almıştı. Bunun üzerine Müslüman olan Dımam, "Sana ikramda bulunan Allah’a yemin ederim ki nafile ibadet yapmayacağım. Fakat Allah’ın bana farz kıldığı ibadetlerden de hiçbir şeyi eksik bırakmayacağım." demiş, Allah Resulü onun ardından,  "Eğer sözüne sadık kalırsa kurtuluşa ermiştir." buyurmuştu.

 

İhsan

1. "İhsan", yapılması gereken şeyi en iyi şekilde bilme ve güzel bir şekilde yerine getirme, başkasına iyilik etme, Allah’a kulluk, her görevi en iyi şekilde, önemseyerek, hakkıyla ve layık vechiyle yapma anlamına gelmektedir.

2. "İhsan" kavramının, başka bir rivayette, ''Allah’tan, O'nu görüyor gibi sakınmandır."

3. Kur'an-ı Kerim'de ihsan ile hareket edenlere "muhsin" denilmekte ve bu kimselerin bazı özelliklerine değinilmektedir:

5.1 Onlar ki namazı kılarlar, zekâtı verirler. Onlar ahirete de kesin olarak inanırlar."[68]

5.2 "Onlar, bollukta ve darlıkta Allah yolunda harcarlar, öfkelerini yenerler, insanları affederler, çirkin bir iş yaptıkları yahut nefislerine zulmettikleri zaman Allah'ı hatırlarlar."[69]

5.3 "Hayır, öyle değil! Kim 'ihsan' derecesine yükselerek özünü Allah’a teslim ederse, onun mükâfatı Rabbinin katındadır. Artık onlara korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir."

6. İhsan, sadece Allah’ın huzurunda ve ibadetlerde değil aynı zamanda insan ilişkilerinde ve canlı cansız bütün varlıklar karşısında geçerli olan bir erdemdir.

7. İnsanların kendi aralarında yaptıkları davranışların ihsan boyutuna ulaşması için karşılık beklenmeden sırf Allah rızası için yapılması gerekir.

8. Allah Resulü akrabalara karşı ihsan hususunda da, "Faziletlerin en üstünü, seninle akrabalık bağlarını kesenle ilişkini sürdürmen, sana vermeyene vermen, sana kötü söz söyleyeni bağışlamandır.'' buyurur.

9. Neticede ihsan, gerek ibadetlerin ve gerekse bütün davranışların Allah rızası gözetilerek, içtenlikle, karşılıksız, en güzel şekliyle yerine getirilmesi demektir.

 

 

Hasbilik

1. "Hasbilik", her türlü şahsi çıkar ve menfaatten uzak durulması, her işin, gönüllü olarak ve yalnız Allah için, O'nun hoşnutluğunun elde edilmesi için yapılmasıdır.

 

2. Sırf Allah Teala'nın rızasını gözeten ve O'nun hoşnut olduğu amellere yönelen bir Müslüman, çevresine şirin görünme kaygısı taşımaz. Hatta bazı insanlar hoşlanmasa da o, Allah’ın hoşnutluğunu esas alır.

 

4. Allah Resulü bir başka hadisinde de, "Müslüman bir kul Allah’ın rızasını umarak namaz kılarsa, tıpkı ağaçtan yaprakların döküldüğü gibi günahları dökülür." buyurmaktadır.

 

5. Peygamberimizin müjdesine göre, mü­minin, karşılığını sadece Allah’tan  bekleyerek yaptığı bir hasta ziyareti onu cehennemden fersah fersah uzaklaştırır.

 

6. Allah Resülü, "Kim Allah için sever, Allah için nefret eder, Allah için verir, Allah için (bir kötülüğe) engel olursa, imanını kemale erdirmiş olur. " buyurmuştur.

 

7. Bu nedenle hasbi olanlar, insanları severken dünyevi bir menfaat veya karşılık beklemezler.

 

8.  Müslüman, hayatı boyunca huzurlu bir şekilde Rahman'a kavuşmanın hesaplarını yapmalı ve davranışlarının "Allah için" olmasını prensip haline getirmelidir.

 

Hayır

1. Allah Resulü şöyle buyurdu: "Hayırlınız, kendisinden hayır beklenilen ve kötülü­ğünden emin olunandır; şerliniz ise kendisinden hayır beklenmeyen ve kötülü­ğünden de emin olunmayandır."

 

2. Resulullah şöyle buyurmuştur: "Size şerirlerinizin kimler olduğunu söyleyeyim mi? Onlar, çok ve lüzumsuz konuşan, konuşurken laubali davranıp ağzına her geleni söyleyen kimselerdir. Hayırlılarınızı söylememe ne dersiniz? Onlar da güzel ahlaklı olanlarınızdır."

3. Çirkin söz ve davranışların İslam'da hiç yeri yoktur. Müslümanlığı en iyi olan insanlar, ahlakı en güzel olanlardır.

4. Borcunu en güzel şekilde ödeyenler, hanımlarına karşı en iyi olanlar, kuytu bir köşede Rabbine ibadet edenler, insanlara kötülüğü dokunmayanlar, insanlara yararlı olanlar Hz. Peygamber’in çeşitli vesilelerle "insanların en hayırlıları" olarak işaret ettiği kimselerdir.

5. Yine bir hadiste Resulullah; Müminin durumu ne hoş(tur)!... Mümin bir nimete nail olduğunda şükrederse, bu onun için hayır olur. Darlık ve sıkıntıya düştüğünde sabrederse, bu da onun için hayır olur." Demiştir.

6. Resül-i Ekrem (sav) hayır veya şerle olan ilişkilerini göz önü­ne alarak insanları sınıflandırmıştır: “Öyle insanlar vardır ki (adeta) hayrın anahtarları, şerrin sürgüleri gibidir. Kimisi de şerrin anahtarları ve hayrın sürgüleri gibidir. Ne mutlu! Yüce Allah’ın, hayrın anahtarlarını ellerine verdiği o kimselere! Ve yazıklar olsun Yüce Allah’ın şerrin anahtarlarını ellerine verdiği o kimselere!”

 

 

Mutluluk ve mutsuzluk

1. Saadet, hem bu dünyadaki mutluluğu hem de ahiretteki mutluluğu ifade ederken; şekavet de hem bu dünyadaki mutsuzluğu hem de ahiretteki mutsuzluğu ifade etmektedir.

 

2. Dünya saadeti söz konusu edildiğinde, dünya hayatında dinin, aklın, bedenin, neslin ve malın korunması, İslam'ın en büyük gayesidir. Bütün bunlar, aynı zamanda günümüz dünyasının temel insan hak ve özgürlüklerinden saydığı hususlardır.

3. Istırap, sıkıntı, felaket ve musibetler, Allah’a olan imanının test edildiği bir denenme sürecidir. Kur'an, bu durumu,

"Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek deneriz. Sabredenleri müjdele!"[70] ayetiyle ifade etmektedir.

4. Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "İnsanoğlunun mutluluğundan olan şeyler; iyi bir eş, iyi bir komşu oturmaya müsait bir ev ve uygun bir binektir. İnsanoğlunun mutsuzluğundan olan şeyler ise kötü bir eş, kötü bir ev ve kötü bir binektir."

5. Resülullah (sav), "Şaki dışında kimse cehennem ateşine girmez." demiş, "Ey Allah’ın Resulü, şaki kimdir?" diye sorulunca da, "Şaki, Allah için hiçbir taatte ibadet ve amelde bulunmayan ve Allah için hiçbir kötülüğü (günahı) terk etmeyen kimsedir." cevabını vermiştir.

6. İnsanın mutluluğu elde etmesi, en başta nefsinin istek ve arzularını kontrol altına almasına bağlıdır. Ardından da bilgi ve kültür düzeyini yükseltmeli, ahlakını güzelleştirmeli ve salih ameller yapmalıdır.

 

Sabır

1. Musibetlere karşı direnç göstermek demek olan sabır, müminlerin hayatları boyunca en çok ihtiyaç duydukları erdemlerden biridir.

 

2. Hz. Ali ise sabrı, vücuttaki başa benzetmişti. Nasıl ki, başsız bir vücudun yaşaması mümkün değilse, sabır olmaksızın imanın kemale ermesi de imkansızdı.

3. Asıl olan sıkıntı ile ilk yüzleşildiği anda sabretmek, yaranın acısı daha sıcakken sabırlı davranabilmektir.

4. Resülullah (sav), "Güçlü kimse, insanları güreşte yenen değil, bilakis öfke anında kendisine hakim olandır." buyurmuş, öfke anında şeytanın ayartmasından Allah’a sığınmasını tavsiye etmiştir.

5. Allah’a kullukta en büyük ve aşılması en zor engeller sadece zorluklar değil aksine bolluklardır. Bu durumda sabır, hiç bitmeyecekmiş gibi akıp giden dünya hayatının süslü ve çekici nimetlerinin cazibesi karşısında kendini kaybetmeden imanı koruyabilmektir.

6. Bir sahabenin şu sözü bu durumu en iyi şekilde özetlemektedir: "Resulullah ile beraber zorluklarla imtihan edildik ve sabrettik. Hz. Peygamber zamanından sonra ise bollukla imtihan edildik, fakat sabredemedik."

7. Sabır, haksızlığa boyun eğmek ve tepkisiz kalmak demek değildir. Asıl sabır, dünyanın süsü, nefislerin ayartması ve batıl yolda olanların çokluğuna rağmen hayır yapmak, hakkı söylemek ve bu uğurda karşılaşılan zorluk ve sıkıntılara dayanmaktır.

 

 

Haya

İslam Ahlakının Özü

 

1. Haya; sözlükte "utanmak, çekinmek" anlamlarına ve Türkçede daha çok "Ar" kelimesiyle ifade edilir.

2. İnsanı kötülükten alıkoyup iyiliğe yönelten fıtri bir ahlak özelliği olmakla birlikte haya, kişinin içinde yaşadığı toplumun dinine, örf ve adetlerine, yaşam tarzına göre şekillenir.

3. Allah Resulü, "İman, yetmiş küsur parçadır. Haya da imandan bir parçadır." buyurmuş, haya ile imanın birbirine bağlı olduğunu, biri olmazsa diğerinin de olamayacağını ifade etmiştir.

4. Allah Resulü, müminlere söz ve fiillerinde haya üzere davranmayı emrederek, kötü söz söylemek ve gereğinden fazla konuşmak gibi edebe aykırı hallerin münafıklara has davranışlar olduğunu bildirmiştir

5. Resulullah, “Şüphesiz Yüce Rabbiniz son derece haya sahibi ve cömerttir. Kulu (dua etmek için) O'na ellerini kaldırdığı zaman, o elleri boş çevirmekten haya eder." buyurmuştur.

6. Mümin için haya onu daima iyiyi ve güzeli yapmaya sevk eden ahlakı bir erdemdir. Bu nedenle insanlık tarihi boyunca bütün ilahi dinler söz, fiil ve davranışlarda hayalı olmayı emretmiştir.

7. Haya, özellikle doğruyu ve yanlışı yetiştiği çevrede öğrenen tertemiz zihinlere, asli bir değer olarak tanıtılmalı ve böylece temel eğitimdeki yerini almalıdır.

8. Ahlaksız sözler söyleyen veya edebe aykırı davranışlarda bulunan masum çocukların bu hallerine gülüp onları hayasızlığa teşvik etmek yerine, onlara hayatın her anında hayanın güzelliği aşılanmalıdır.

 

 

İffet - Öz Saygı

Sözlükte, "Harama yaklaşmamak, helal olmayan söz ve fillerden kaçınmak" manasına gelen "iffet"; kişinin yeme, içme ve cinsellik konularında nefsin aşırı arzularını dizginleyerek dengeli ve ölçülü davranmasını ifade eden ahlakı bir terimdir.

 

Ancak İslam ahlakında iffet, bu anlamla birlikte birçok güzel hasleti içine alan üst bir erdem olarak karşı­mıza çıkmaktadır.

Allah Resulü de evli olup da iffetini muhafaza eden kişinin cenneti hak edenlerden olduğunu ifade etmiştir

Hakkı gözetmek; elini, dilini, gözünü, ırz ve namusunu koruyup zinaya yaklaşmamak, taşkınlığı terk etmek, nefsine hakim olmak, sabrederek öfkesini kontrol etmek gibi dinin üzerinde önemle durduğu pek çok emir ve yasak, kişiye "iffet" erdemini kazandırmaya yöneliktir.

Hz. Peygamber kötü huylu küfürbaz kimseleri cehennemlikler arasında zikretmiş, diline ve cinsel arzularına hakim olan kişinin cenneti hak edeceğini söylemiştir.

Ayrıca iffetli kimselerin cennete girecek ilk üç grup arasında yer alacaklarını bildirmiş,  gücü yettiği halde Allah rızasını gözeterek harama yaklaşmayan kimselerin ayrıca mükafatlandırılacaklarını müjdelemiştir.

İffetli olmak, kişinin Rabbinin rızasını kazanmak adına bilinçli olarak, gayret sarf edilerek elde edilen bir vasıf olduğunda anlamlı ve değerlidir.

 

 

Cömertlik

1. Cömertlik sevgiyi, şefkati, bilgiyi, zamanı, serveti paylaşabilmektir. Cömertlik öylesine yüce bir erdemdir ki Yaratan'ın ikramını yaratılanlara sunabilmektir.

2. Cömertlik, karşılıksız ikram etmektir. Verilen şeyden karşılık beklenirse o, cömertlikten ziyade, ticaret olur.

3. "Onlar, yiyeceği, yoksula, yetime ve esire seve seve yedirirler. 'Biz size sırf Allah rızası için yediriyoruz; sizden bir karşılık ve bir teşekkür beklemiyoruz" derler"[71]

4. Hz. Peygamber evine bir koyun göndermiş. Akşam; "Koyundan bize ne kadar kaldı?" diye sorunca Aişe validemiz: "Koyunun kolu hariç (diğerini dağıtmış) hiçbir şey kalmadı." demiş. Efendimiz: "Desene ön kolu hariç tamamı bize kalmıştır!"

5. "Yalnızca iki kişiye gıpta edilir: Allah tarafından mal verilip de malını hak yolunda harcayan kimseye; Allah tarafından ilim verilip de onunla hükmeden ve onu başkalarına öğreten kimseye. " (Hadis)

6. Allah Resulü, "Ey Aişe, sayma ve sayarak verme! Yoksa Allah da sana sayarak verir."

7. Efendimiz, ''Bir insanın kalbinde cimrilik ve iman asla bir arada bulunmaz." buyurmuştur."

8. Cömert, Allah’a yakın, cennete yakın, insanlara yakın, ama cehennemden uzaktır.

 

 

Misafirperverlik           

1. Misafirperverlikte önemli olan hiç tanımadığı belki de bir daha karşılaşmayacağı insanları "tanrı misafiri" kabul edip karşılığını sadece Allah’tan bekleyerek ikramda bulunabilmektir

 

2. Resulullah: Kim Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsa misafirini iyi ağırlasın. Bunun uygun süresi bir gün ve bir gecedir...

 

3. Karşılıklı olarak yenilen yemeklerle insanların birbirini etkileyeceği, dostlukların pekişeceği bir gerçektir. Bu hakikati bilen Allah Resulü, "Müminden başkasıyla arkadaşlık yapma, yemeğini de takva sahibi insanlar dışında kimse yemesin." buyurmuştur.

4. "Yanınızda oruçlular iftar etsin. Yemeğinizi iyi insanlar yesin. Melekler de size dua etsin." diye dua ederken aynı noktaya işaret etmiştir.

5. Allah Resulü misafire ikramın hayır ve berekete vesile olacağını müjdelerken, imkanı olduğu halde misafire ikramdan kaçınanları da, "Misafir ağırlamayan kimsede hayır yoktur." mealindeki hadisi ile uyarıyordu.

6. "Ey insanlar! Selamı yaygınlaştırın, yemek yedirin ve insanlar uykudayken (gece) namaz kılın ki, esenlik içinde cennete giresiniz.".

7. “Ya Resulallah bana öyle bir amel söyle ki o ameli yapınca cennete gireyim." diyen Ebu Hüreyre'ye, Hz. Peygamber cennete götürecek ameller asında, "yemek yedirmeyi" de tavsiye etmiştir.

 

Bir şeyi veya bir kimseyi diğerine tercih etme

1. Bir şeyi veya bir kimseyi diğerine tercih etme anlamına gelen "İsar", kişinin, başkalarının çıkarlarını ve ihtiyaçlarını kendi nefsine öncelemesi, anlamına gelen bir ahlak terimidir.

 

2. Fedakârlık, insanın sahip olduğu şeylerden bir başkası için vazgeçmesidir. Kimi zaman malından, kimi zaman rahatlığından, kimi zaman da canından vazgeçmektir.

 

3. Bazen yapılan bir hatayı affetmek, bir sıkıntıya sabretmek, bazen daha fazlasına ulaşabilecekken azıyla yetinmek, bazen de kendi hakkından feragat etmektir.

 

4. Resulullah (sav); "Sizden biriniz kendisi için istediğini mümin kardeşi için de istemedikçe iman etmiş olmaz." buyurarak kendini düşündüğü kadar başkalarını düşünmenin, imanın gereği olduğunu vurgulamış, kişiyi nefsani arzularından doğan cimrilik, açgözlülük, kıskançlık gibi kötü duygulardan sakındırırken, ahlaki bakımdan gelişmesini sağlayacak affetmek, sabretmek, dayanış­ma ve kanaatkarlık gibi güzel vasıfları ashabının gönlüne yerleştirmeye çalışmıştır.

 

5. Allah Teâla Kur'an-ı Kerim' de Ensarı şöyle övmektedir:

"Onlar, kendi canlan istemesine rağmen yemeği yoksula, yetime ve esire yedirirler. Ve derler ki: 'Biz size sadece Allah rızası için ikram ediyoruz, yoksa sizden karşılık istemediğimiz gibi bir teşekkür de beklemiyoruz.[72]

 

 

 

 

Vefakârlık

1. Vefakârlığı bir erdem olarak öğreten ve yaşatan Sevgili Peygamberimiz çevresindekilere küçük yaştan itibaren vefakar davranmanın önemini aşılamıştır.

2. Baba dostuna veya ailesine yapılacak olan ikram ve iltifatı en önemli ahlaki erdemlerden biri olarak değerlendiren Hz. Peygamber bunu açıkça teşvik etmiş, vefasızlıktan şöyle sakındırmıştır: "Kıyamet gününde her vefasızın, vefasızlığının bir göstergesi olarak bir sancağı olacaktır..."

3. Arapların ahdine vefa gösteren kimseleri beyaz bir bayrak, vefasızlık gösterenleri ise kınanması için siyah bir bayrak ile ilan etmelerine benzer şekilde, vefasızlar da kıyamet günü bir işaretle teşhir edilecektir.

4. Allah Resulü, anne ve babaya karşı vefaya ayrı bir önem vermiştir

5. En küçük iyiliklere karşı bile vefa gerektiğine vurgu yapan Allah Resulü, iyi ve kötü günde beraber olan, hüznü ve sevinçleri birlikte ya­şayan eşlerin ve aile fertlerinin birbirlerine karşı vefakarlığına özel bir vurgu yapmış ve kendisi bunun en güzel örneklerini sergilemiştir.

6. Peygamberimiz, dosta yapılan iyiliğe bizzat ve en güzel şekilde karşılık vermeyi de vefanın gereği olarak addederdi.

 

 

Ahde vefa söze sadakat

1.Peygamber efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur:

"Emanete riayet etmeyenin imanı yoktur; ahde vefa göstermeyenin ise dini yoktur.”

 

2.Yine başka bir rivayette, sözünden dönen kişiye, kıyamet gününde düşmanlık edeceğini yemin ile ifade etmiştir.

3.Kime ve neden verildiği değil, bizzat sözün kendisi esastır, değerlidir ve önemlidir.

4.Dolayısıyla sadece hukuki antlaşmalar ya da resmi sözleşmeler değil, büyük küçük, kadın erkek toplumun her ferdini ilgilendiren günlük hayata dair vaatler de bağlayıcıdır.

5.Bu nedenle kişi, kendi çocuklarına verdiği sözü bile küçük görüp, basite alıp savuşturmamalıdır.

 

Tevekkül [73]

1. Tevekkül, maddi ve manevi sebeplerin hepsine başvurduktan ve alınması gereken tedbirleri aldıktan sonra, Allah’a güvenip dayanmak ve gerisini O'na bırakmak demektir.

2. "Kim Allah’a tevekkül ederse, O kendisine yeter"[74] ayetinde de ifade edildiği gibi bilinçli bir şekilde sadece Allah’a dayanan mümin, O'nun kendisine yeterli olduğuna inanır

3. İslam, gereken tedlbirleri aldıktan sonra insanlara ve aracılara değil, sadece Allah’a güvenme ve dayanma anlamındaki bir tevekkülü kabul edip emreder:

4. Çalışmayı ve sebebe sarılmayı terk edip "Allah’ın dediği olur." diyerek kenara çekilme, kendi yapması gereken şeyleri Allah’tan  bekleme anlayışı yanlış bir tevekkül anlayışıdır.

5. Resullulah; kişi evinden çıkacağı zaman,     "Bismillah, tevekkeltü alallah, la havle vela kuvvete illa billah"

(Allah’ın adıyla. Allah’a tevekkül ettim. Güç ve kuvvet sadece Allah’tandır.) dediğinde "İşte şimdi sana rehberlik edilir, ihtiyaçların karşılanır ve korunursun" denilir. Resül-i Ekrem bize çok korkup üzüldüğümüz zaman da böyle dememizi tavsiye etmektedir.

 

Affetmek

1. İyilikle kötülük bir olmaz. Kötülüğü en güzel bir şekilde sav. Bir de bakarsın ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse sanki sıcak bir dost oluvermiştir.”[75]

2. Affetmek, suç ve hataları bağışlamak belki onları ortadan kaldırmaz; ancak öfke ve husumeti ortadan kaldırır.

3. Müminin bir başkasını bağışlaması, esasen bağışlamayı çok seven Yüce Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmanın bir gereğidir. Dolayısıyla Allah’ın kendisini affetmesini isteyen, kendisi de başkalarını affetmelidir.

4. "Kur'an-ı Kerim'de, Bir kötülüğün karşılığı, ona denk bir cezadır. Ama kim affeder ve arayı düzeltirse, onun mükafatı Allah’a aittir."[76] buyrulmuştur.

5. Resülullah'ın nasıl bir ahlaka sahip olduğu sorulduğunda şöyle demişti Hz. Aişe: "Kötülüğe kötülükle karşılık vermezdi; bilakis bağışlar ve hoşgörürdü."

6. Peygamberimiz, bir mümin kabahatinden dolayı kardeşinden özür dilediğinde, özrünün kabul edilmemesinin büyük bir vebal olduğunu söylerdi. Zira hatasını kabul edip özür dileme cesaretini göstermek başlı başına bir erdemdir.

 

Tevazu (Alçakgönüllük) ve kibir

1. Müslüman kardeşini küçük görmesi, kişiye kötülük olarak yeter.

2. Kibir, kişinin başkalarını küçük görerek nefsini onlardan üstün saymasıdır.

3. Apaçık bir düşman olarak tanıtılan şeytanın Kur'an-ı Kerim'de bahsedilen en belirgin özelliği kibridir.

4. Kibir, kıskançlık, cimrilik, açgözlülük, bencillik gibi Müslüman'a yaraşmayan pek çok kötü duyguyu hatta Hakk'a isyanı beraberinde getirir.

5. Peygamberimiz, kendisi için ayağa kalkılmasını hoş görmemiş, toplumun en fakir kesimiyle birlikte oturup kalkmış çocukları dahi selamından mahrum bırakmamıştır.

6. Peygamberimiz (sav) yanında heyecandan titremeye başlayan birine "Sakin ol ! Ben bir kral değilim. Kurutulmuş et yiyen bir kadının oğluyum." diyerek onu rahatlattı.

 

 

Sadakat

1. Sadakat sadece Allah ve Resülü'ne karşı bir bağlılık olmayıp sorumluluk ve aidiyet duyulan her alanda ve herkese karşı gösterilmesi gereken bir erdem, bir fazilettir.

2.  Bu bağlamda kişinin hayat boyu kendisine karşı hak ve sorumluluklar üstlendiği, en özel anlarını paylaştığı eşi özel olarak zikredilmelidir.

3. Sadakat sahibi insan, insanlarla ilişkilerinde dosdoğrudur; yalan konuşmaz, kişinin yüzüne karşı nasıl davranıyorsa gıyabında da aynı tavrı sergiler, ahde vefa gösterir, emanete riayet eder, ticaretinde dürüsttür.

4. Mümin, güvenilir insandır. Güvenilir olmak onun sıfatıdır. Yüce Allah (cc),

"Onlar emanetlerine ve verdikleri sözlere riayet ederler." buyurarak kurtuluşa erecek müminleri tavsif etmiştir.

6. Hz. Peygamberin tarifi ise şöyledir:  

"Müslüman, dilinden ve elinden insanların selamette olduğu kişidir. Mümin ise insanların canlan ve mallan konusunda emin oldukları kişidir." Hatta komşusuna güven telkin edemeyen kişinin, gerçek manada imana ulaşamayacağını ifade etmiştir.

7. Diğer yandan güven vermemek, ihanet etmek ise münafıklığın alamet-i farikasıdır, yani münafıkların sıfatıdır.

9. Hz. Peygamber kendilerine ihanet edildiğinde bile ihanetle karşılık vermelerini müminlere yasaklamış, ihanet etmekten Allah’a  sığınmıştır.

 

 

 

 

Kardeşlik hukuku

1. Hz. Peygamber (sav) bir gün: ''Allah’ın şehit ya da peygamber olmayan öyle kulları vardır ki kıyamet gününde Allah’a olan yakınlıkları nedeniyle peygamberler ve şehitler onlara gıpta ederler." Demiş.  Bu sözü işiten sahabiler bir anda kulak kesilip merakla sorarlar: "Kim bunlar, ya Resulallah?" Ashabın dikkatini toplayan Resûl-i Ekrem şu açıklamayı yapar:

 

"Bunlar, akrabalık ya da aralarında dönüp dolaşan bir maldan kaynaklanan çıkarları olmaksızın, sırf Allah için birbirlerini seven insanlardır. Onların yüzlerinde bir nur vardır ve onlar hidayet üzeredirler. İnsanlar telaşa düştüklerinde onlar korkuya kapılmazlar, insanlar hayıflanırken onlar üzülmezler."

 

Resûl-i Ekrem bu sözlerinin ardından, Haberiniz olsun, “Allah’ın sevgili kullarına korku yok. Onlar üzülecek de değillerdir."[77] ayetini okur

2. Allah için olan sevgi, Hz. Peygamber'in, "Tamamlamak üzere gönderildim." dediği güzel ahlak sayesinde ortaya çıkmaktadır.

3. Güzeller ahlak, yaşadığı toplumda insanı seçkin kılmakta, dolayısıyla sevgi ve kalıcı dostluklara kapı aralamaktır.

4. Allah’ın Resulü'ne, "İyilik nedir?" diye sorulduğunda, "Güzel ahlaktır." cevabını vermiş, dolayısıyla kişiyi cennete götürecek şey olarak nitelediği güzel ahlakla, iyi insan ve güzel Müslüman olmak arasında ilişki kurmuştur.

5. Müslüman, çevresine güven vermek ve güvenilir olmak zorundadır. Allah Resulü, komşularının kötülüğünden emin olmadığı, yani çevresine güven vermeyen kimsenin cennete giremeyeceğini beyan etmiştir.

Her Müslüman, Allah Resulü'nün (sav):

"Müslüman kardeşini küçük görmesi kişiye kötülük olarak yeter." hadisini daima hatırında tutmalı. Hiçbir şekilde hiçbir kimseyi;                    

        Küçümsememeli,

        Hakir görmemeli,

        Güveni zedeleyecek bir davranışta bulunmamalı,            

        Haksızlık yapmamalı ve              

        Kimseye hakaret etmemelidir.

 

Sevgili Peygamberimiz (sav)

Kim bir Müslümanın dünya sıkıntılarından bir sıkıntıyı giderirse, Allah da onun kıyamet günündeki sıkıntılarından birini giderir. Kim darda kalan bir kimsenin işini kolaylaştırırsa, Allah da dünya ve ahirette onun işlerini kolaylaştırır. Kim bir Müslümanın ayıbını örterse, Allah da dünya ve ahirette onun ayıplarını örter,” Müjdesini vermiştir.

Arabuluculuk

1. Arabuluculuk, İslam'ın teşvik ettiği ahlaki değerlerdendir.

 

2. Bir keresinde Resulullah (sav) etrafındakilere, "Size oruç, namaz ve sadakadan daha faziletli olan şeyi bildireyim mi? "İki kişinin arasını düzeltmektir. İki kişinin arasını bozmak ise imanı kökünden kazır." demiştir.

 

3. Yine bir hadiste "Bir Müslüman'ın din kardeşiyle üç günden fazla küs durması helal olmaz'' denilmiştir.

 

4. Resulullah; "Ya Ebu Eyyub! Allah ve Resulünün razı olacağı bir sadakayı sana söyleyeyim mi?" dedi. Ebu Eyyub "Elbette" deyince Resulullah, "Birbirlerine kin besleyip anlaşmazlığa düştüklerinde insanların arasını bulmaya çalış!"

5. (Yüce Allah, barışmamak için yemin edenlere) "İyilik etmemek, takvaya sarılmamak, insanlar arasını ıslah etmemek yolundaki yeminlerinize Allah'ı engel yapmayın ..." [78] Ayetini indirdi.

6. Müslüman'ın sahip olduğu iman ve ahlak ona bu konuda yol gösterir; kalp kırmamayı, gönül yıkmamayı öğretir.

 

 

Hoşgörü

1. "Hoşgörü", diğer bir ifadeyle "müsamaha", sevgi temeline dayanan ahlâkî bir erdemdir.

2. Hoş görmek; kolaylık göstermek, iyi karşılamak, ayıplamamak, hatayı görmezden gelmek, kırıcı ve aşağılayıcı olmamak, affedici olmak, kendi anlayışımıza aykırı olan görüşleri sabırla karşılamak demektir

3. Dolayısıyla hoşgörü, ne katlanma, tahammül etme gibi samimiyetsiz bir tavır ne de görmezlikten gelme, aldırış etmeme gibi sorumsuzca bir tutumdur.

4. Hoşgörünün varlığından söz edilebilmesi için hoş görenin, hoş gördüğü şeyi bastırabilecek ya da engelleyebilecek güce sahip olması, fakat o gücü kullanmamayı yeğliyor olması gereklidir.

5. Hoşgörü, alemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Peygamber'in davranışlarının özüdür.

6. Hoşgörü, aile hayatının vazgeçilmez unsurlarından biridir. Aile fertleri birbirlerine karşı sevgi, saygı, hoşgörü ve müsamaha prensibine göre hareket ederek huzurlu ve mutlu aile ortamları oluşturabilirler.

7. Hoşgörüde esas prensip, ötekinin maddi ve manevi varlığına zarar vermeyen davranış ve düşüncelere saygı göstermektir.

8. Allah’tan korkmaz, kuldan utanmaz birine gösterilecek müsamaha, binlerce masum insanın hukukuna tecavüz demektir.

9. Özellikle kamu hukukuna yönelik işlenen suçlara gösterilecek hoşgörü, toplumsal düzenin bozulmasına yol açar.

Bu konuda hoşgörü beklemek, hoşgörüyü suiistimaldir. Hoşgörünün amaçlarından biri de yapılan hatanın bir daha tekerrür etmemesi ve kişiyi eğitmesidir. Eğer hoşgörü, kişiyi aynı hatayı bir daha yapmaya cesaretlendiriyor veya vurdumduymazlığa, iyi niyeti suiistimale götürüyorsa, bu durumda hoşgörülü olunamaz.

10. Hoşgörü, önemli bir ruh disiplinidir. Hoşgörü, kişinin her türlü haksızlığa, zulme, ahlaksızlığa, tecavüze ve kötülüğe boyun eğmesi ve rıza göstermesi ya da kendi inançlarından, kendi öz benliğinden feragat etmesi demek değildir.

13. Bilakis farklı düşüncelere, farklı kimliklere, farklı tabiatlara ve farklı davranışlara anlayış ve saygıyla bakabilme; bu farklılıklarla birlikte bir arada yaşamaya alışabilmedir.

14. Hoşgörü, günümüzde söylem olarak sıkça gündeme getirilmekle beraber uygulamaya geçirilmesi oldukça zor bir erdemdir. Bununla birlikte giderek küreselleşen dünyada hoşgörüye olan ihtiyaç artık kendini daha da çok hissettirmektedir.

 

Söz söylemek

1. Güzel söz söylemek, insanların hoşuna giden şeyleri söylemek değildir. Hoşlarına gitmese de doğruyu ve gerçeği yansıtan cümlelerle insanları uyarmak, güzel sözlü olmak demektir.

 

2. Bir gün "Ey Allah’ın Resulü, Müslümanların hangisi daha faziletlidir?" diye sordular. Elinden ve dilinden Müslümanların güven içinde oldukları kimse!" buyurdu.

3. Diğer yandan, insanların yüzlerine karşı konuşurken gösterilen hassasiyetin arkalarından konuşurken de sürdürülmesi gerekmektedir.

4. Diğer bir hadiste "Komşusunun kendisinden bir kötülük gelmeyeceğine emin olmadığı kimse de cennete giremez." denilmiştir.

 

Doğru sözlü olmak

İslam dininde, Allah’a ve Peygamberine inanarak özü sözü bir olanlar anlamında "sadıklar" için çeşitli mükafatlar hazırlanmıştır.

(Ayette sıddıklar peygamberlerden sonra, şehitlerden önce sayılmaktadır. Nisa 69)

Söz ve davranışlarında dosdoğru olup yalandan kaçınmak, Hz. Peygamber'in en önemli özelliklerinden biri olduğu kadar müminlerin de en belirleyici vasfı haline gelmiştir.

İnsanın söz ve davranışlarında doğruluğu esas alıp yalandan kaçınması hem dini/ahlaki hem de dünyevi açıdan gereklidir.

Allah Resulü (sav) insanları bu duruma düşmekten şu sözleri ile uyarmaktadır: "Her duyduğunu söylemesi kişiye yalan olarak yeter!”

Hz. Peygamber, yalan söyleyen kişinin münafıklığın üç alametinden birini taşıdığını haber vermektedir.

Efendimiz (sav) yalanın insan ilişkilerine verdiği zararı şöyle dile getirmektedir: "Bir konuda sana inandığı halde kardeşine yalan söylemen ne kadar büyük bir ihanettir! "

Efendimiz, "Siz bana altı şeyi garanti edin, ben de size cenneti garanti edeyim." buyurmuş ve ilk sırada, "Konuştuğunuz zaman doğru söyleyin." ilkesini zikretmiştir.

 

Zarif davranış

1. Söz ve hareketlerinde kabalıktan uzak durmak, kırıcı olmamak; yapıcı ve nezaket sahibi olmak, kişinin iyi ve olgun bir mümin olduğunun göstergesidir.

2. Sevgili Peygamberimiz, "Mümin bal arı­sı gibidir. Temiz olanı yer, temiz olanı (balı) üretir.” buyurmuştur.

3. Hz. Peygamber bir hadisinde, "Haya imandandır, imanın yeri ise cennettir. Kötü konuşmak kabalıktandır. Kabalık ise cehennemdedir." Buyurmuştur.

4. Mümin kişi, sövene karşı söverek alçalmaz. "Sövene karşı dilsiz" olanı meleklerin müdafaa edeceğine dair Sevgili Peygamberimizin müjdesi vardır.

5. Resulullah (sav): "Bir kimsenin ebeveynine sövmesi büyük günahlardandır." demiş, ashab "Hiç insan ana babasına söver mi?" deyince, "Evet, bir kimse birinin babasına söver, o da onun babasına söver.”

 

 

Gıybet  

1. Hz. Aişe, Safiyye'nin boyunun kısa oluşu ile ilgili Resullullah'a bir söz demişti. Allah Resulü şöyle buyurdu: Ya Aişe; öyle bir söz söyledin ki, o söz denize karışsaydı denizin suyunu bozardı."

 

2. İnsan, bazen nefretten, bazen gafletten kaynaklanan bir içgüdüyle sözlerinin muhatabını ne kadar inciteceğini hesaplamaksızın, arkasından konuşabilmektedir

3. Kişinin duyduğunda hoşlanmayacağı sözler, genel olarak gıybet, dedikodu olarak bilinmektedir. Bu tür davranışlar Allah Resulü tarafından adeta denizi kirletecek kadar kirli görülmektedir.

4. Resulullah gıybeti;

"Kardeşini hoşlanmadığı bir şeyle anmandır!" şeklinde tanımlamıştır. Sahabilerden birinin, "Ya kardeşimde o söylediğim durum varsa? sorusuna ise, "Sööylediğin şey onda varsa gıybet etmişsindir. Şayet yoksa ona iftira etmiş olursun." cevabını vermiştir.

5. Gıybetin iğrençliği ilahi kelamla "Ölü eti yemeye benzetilmektedir."

6. Kullarına karşı çok merhametli olan Allah; tövbe edilerek bu günahtan temizlenilebileceği bildirilmektedir.

7. Her ne şekilde olursa olsun, kişiyi aşağılayan, küçümseyen, şeref ve haysiyetini yaralayan davranışlar İslam dini tarafından kesin bir şekilde yasaklanmıştır.

8. Resulullah şöyle buyurmuştur: "İnsanların gizli hallerini araştıranın, Allah da gizli halini araştırır ve onu evinde bile rezil eder (gizlice yaptıklarını ortaya çıkararak)”

9. Sevgili Peygamberimiz, ayıpları dile getirmek yerine örtmeyi emretmiştir. Zira bir Müslüman diğerinin ayıbını örttüğünde, Allah-ü Teala'nın da ahirette onun ayıbını örteceğini müjdelemiştir.

10. Peygamber efendimiz: "Kişiye günah olarak her duyduğunu söylemesi; Müslüman kardeşini hakir görmesi günah olarak yeter." buyurmuştur.

Son söz: Gıybet, toplumu bozan ve dinimizin şiddetle men ettiği bir hadise olduğu halde maalesef bundan vazgeçemiyoruz. (Mk)

 

 

Dalkavukluk

1.İslam ahlak literatüründe özellikle zenginlere ve makam sahibi kimselere övgü yağdırmakla tanınmış kimselere dalkavuk denmiştir.

 

2. Dalkavuk, karşısındaki kişiyi aşırı şekilde överek ondan itibar ve menfaat sağlamayı amaçlar.

3. Fazilet sahibi kimseler, tanıyıp tanımadığı kimseler, hakklarında ulu orta konuşan, övgü­ler düzen şarlatanların övgülerinden hoşlanmazlar.

4. Dalkavuk, her zaman güç ve iktidardan yanadır. Hakkı savunmak yerine güçlü olanın yanında yer almayı ve ona övgüler yağdırmayı adet haline getirmiştir

5. Övgüde istenmeyen husus, insanın herkesçe bilinmeyen yönleriyle ve kendisinde olmayan birtakım vasıflarla yüzüne karşı "aşırı" bir şekilde övülmesi ve bundan bir karşılık beklenmesidir.

 6. Resulullah (sav), Biriniz kardeşini illa methedecekse ve şayet onun öyle olduğu biliniyorsa, "Falanın şöyle olduğunu zannediyorum" dememizi buyurmuştur.

 

İftira

1. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Kişinin haksız yere bir Müslüman'ın şeref ve namusuna dil uzatması, büyük günahların en büyüklerindendir."

2. İslam ahlakında ilke olarak insanlar aleyhinde onları kötüleyici ve incitici mahiyetteki her türlü konuşma ve gıybet yasaktır.

3. Birinin aleyhinde yapılan konuşmanın gerçeğe dayanması onu gıybet olmaktan çıkarmaz.

4. Yüce Allah iffetli bir kadının namusuna yönelik iftira günahını işleyenlerin dünya ve ahirette lanetlenenlerden olacağını bildirmiştir.

5. Müslüman'a yakışan, insanların inancıyla ilgili konuları Allah’a havale edip kendi kanaatiyle kimseyi küfürle itham etmemektir.

 

 

 

 

İyi zan- Kötü zan

Hüsn-ü Zan Ve Sü-i Zan

1. Zan delilsiz, temelsiz bir tahminden ibarettir. Kimi zaman gerçeğe yakın bir ihtimal ise de çoğu zaman konunun aslıyla ilgisi olmayan bir önyargıdan başka bir şey değildir.

2. Allah Resulü (sav) "Yönetici, halka su-i zan ile davranırsa onları yoldan çıkarmış olur." buyurarak kötü zannın insanları kötü­lük yapmaya yöneltebileceğine işaret etmiştir

3. Allah Resulü zannın sürüklediği afetlere karşı insanları şöyle uyarmaktadır: "Zandan sakının. Çünkü zan, yalanın ta kendisidir."

4. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Ey iman edenler! Zannın birçoğundan sakının. Zira zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurlarını ve mahremiyetlerini araştırmayın."[79]

5. Zan, kötü düşünceye, önyargılı bakış açısına, araştırmadan hüküm vermeye yol açar.

6. Rahmet Peygamberi, "Üç kişi iseniz, ikiniz diğerini bırakıp da fısıldaşmasın, çünkü bu onu üzer." tavsiyesinde bulunarak zan konusundaki hassasiyetini ortaya koymuştur.

 

 

İnsanların gizli hallerini araştırma

1. Peygamber Efendimiz (sav), "Kim istemedikleri ya da ısrarla kaçındıkları halde bir grubun konuşmalarına kulak kabartırsa, kıyamet günü kulağına kurşun dökülür" buyurarak, başkalarının konuşmalarını gizlice dinlemenin ağır bir suç olduğuna vurgu yapmaktadır.

 

2. Başkalarının konuşmalarını dinlemek; kişinin, komşusunun konuşmalarını duvardan dinlemesi yahut da gizli kamera vasıtasıyla gizli hallerin görüntülerinin kaydedilmesi, telefonların dinlenmesi şeklinde de olabilir.

 

3. Peygamber Efendimiz, “... (insanların) gizli hâllerini araştırmayın. Çünkü her kim onların gizli hâllerini araştırırsa Allah’ ta onu evinde (gizlice yaptıklarını ortaya çıkararak) rezil eder.” buyurmuştur.

 

4. Hz. İsa, " ... Kendinizi rab gibi gö­rüp insanların günahlarını araştırmayın. Kendinizi kul gibi görüp kendi günahlarınıza bakın!”  buyurmuştur.

5. Evlenilecek kişinin, iş ortaklığı yapılacak şahısların araştırılması tecessüs değildir. Bilakis bu konularda araştırma yapılması kurulacak akdin devamlılığı için gereklidir.

6. Peygamber Efendimiz (sav), "Bir kul bir başka kulun ayıbını dünyada örterse, Allah da kıyamet günü onun ayıbını örter." buyurarak ayıpların üzerinin örtülerek gizli kalmasını tavsiye etmektedir.

 

Şeytanın Telkini ( Vesvese)

1. Vesvese; aslı ve temeli olmayan, gerçekle hiçbir alâkası bulunmayan evham, kuşku, kuruntu,  tereddütlerdir.

 

2. Peygamber Efendimiz bu iki süreyi (Felak ve nas) her gün düzenli olarak yatmadan önce okuyarak Allaha sığınmayı prensip edinmişti.

Ayrıca bu iki süre hakkında, "İnsanlar bu iki duadan daha faziletli başka bir dua ile Allah’a sığınmış olmazlar." buyurmuş ve her namazdan sonra okunmasını tavsiye etmişti.

3. Kudsî bir hadiste Allah-u Teâlâ meleklere hitaben şöyle buyurmaktadır:

“Kulum bir kötülük yapmayı gönlünden geçirirse onu hemen aleyhine yazmayın! Eğer o kötülüğü yaparsa o zaman onu bir günah olarak yazın. Ama bir iyilik yapmayı gönlünden geçirir de yapamazsa onu bir sevap olarak yazın. Şayet o iyiliği yaparsa bunu on kat yazın!” buyurmuştur.

Aldatmak

Müslümanlar arasında aldatma olamaz! Resulullah (sav); “Bizi aldatan, bizden değildir!" "Müslüman'ın, malında bir kusur bulunduğu takdirde bunu açıklamadan satmasının haram olduğunu” söylemiştir.

 

Arabozuculuk yapan, yaptığı iyiliği başa kakan ve cimri olan kimse cennete giremez, malını satmak için çokça yemin edenlerin ve malındaki kusuru açıklamadan satan kimselerin de Allah gazabına uğrayacaklarını ve melekler tarafından lanetleneceklerini haber vermişti.

Allah’ın kendisine yöneticilik verip de yönettiği kimseleri sadakat ve samimiyetle koruyup gözetmeyen kimse, cennetin kokusunu alamaz.”

 

 

 İsraf

1. Neyin israf olduğuna ilişkin bir ölçüyü şöyle tespit edebiliriz: "İnsanın toplum içinde diğerlerinden üstün olduğu düşüncesine kapılmasını sağlayan maddi harcamalar israftır."

 

2. Müşriklerden olan bir grup Peygamberimize gelerek, "Kendisine davet etmekte olduğun şey şüphesiz çok güzel. Fakat bir de işlediğimiz bunca günah için bize kefaretten haber verebilirsen.." dediler

Bunun üzerine şu ayet nazil oldu:

"De ki: Ey kendileri aleyhine israf eden (haddi aşan) kullarım! Allah rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz Allah bütün günahları bağışlar. Çünkü O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir."[80]

3. Ayette "israf eden kullar" şeklinde hitap edilmesi, günahlarda aşırı gitmelerinden dolayıydı.

4. Dinin, adetlerin ve insanlığın gerekli kıldığı yerlere gerekli ölçüde harcamak cömertlik, bu ölçülerin altına düşmek cimrilik, bunların üstünde harcamada bulunmak ise israftır. Bağışta bulunurken iki hususa dikkat edilmesi gerektiği unutulmamalıdır.

5. Peygamberlerin yanında mücadele veren Allah erlerinin duasını tekrarlayalım biz de: "Ey Rabbimiz! Günahlarımızı ve işimizdeki israfımızı (taşkınlığımızı) bağışla ... "

 

 

Adam kayırma

1. "Sizden öncekilerin helak olmalarının sebebi, aralarında ileri gelen kimseler hırsızlık yapınca suçun cezasını vermeyip zayıf (ve fakir) kimseler hırsızlık yapınca ceza uygulamalarıdır.  Allah' a yemin ederim ki kızım Fatıma hırsızlık yapsa, onun da elini keserdim!" (Hadis)

2. Sevgili Peygamberimiz (sav) bu sözleri, hırsızlık yapmış ve Kureyşlilerin cezalandırılmaması için çare arama çabaların için söylemişti. Teklif üzerine Hz. Peygamberin öfkeden yüzünün rengi değişmişti.

3. Allah Resülü'nün kızgınlığı birine herhangi bir konuda hak etmediği ve haksız olduğu halde öncelik ve ayrıcalık tanımak, anlamlarına gelen "iltimas" girişimidir. İltimas; adaleti ortadan kaldıran ve toplumsal huzuru bozan bir hastalıktır.

4. İltimasın temelinde haksızlık ve zulüm vardır. Bu yolla bir kimseye hakkı olmayan bir iş verilmiş veya bir menfaat kazan­dırılmış, yahut da başkasının hakkı gasp edilmiş olur.

5. Yüce Allah,

"Kim iyi bir işe aracılık ederse, ondan kendisi için bir pay vardır. Kim de kötü bir işe aracılık ederse, onun için de buna denk bir pay vardır..”[81]

6. Kur'an-ı Kerim'de kişinin kendisi, ana babası ve yakın akrabası aleyhine de olsa şahitlik ederken doğruluktan sapmaması ve adaleti tesis etmesi emredilir.  Bu da hukuk önünde hiç kimsenin imtiyaz sahibi olmadığını gösterir.

7. Ka'b ile halife Hz. Ömer (ra) arasında görülen dava güzel bir örnektir. Ka 'b, Hz. Ömer'in aleyhine davacı olmuş. Birlikte Zeyd b. Sabit'in yanına giderler. İçeriye girdiklerinde Zeyd Hz. Ömer'e,

"Şöyle buyurun müminlerin emiri!" diye hitap edince Hz. Ömer kızarak kendisinin de Ka'b ile birlikte oturması gerektiğini belirtir.

Böylece Hz. Ömer, hukuk karşısında devlet başkanı bile olsa herkesin eşit olarak yargılanmasını açıkça ifade etmiş ve yargılama sırasında iltiması andıran en ufak bir hareketten bile sakınılması gerektiğini öğretmiştir.

8. İşlerin düzgün yürütülebilmesi için her işin ehil kimselere verilmesi ve o kimselerin de sorumluluk duygusuyla hareket ederek işinin hakkını vermesi gerekir.

9. Her iş, o işi yapan kimseye verilen bir emanettir. Kur'an-ı Kerim'de bu gerçek şu şekilde dile getirilir: 

''Allah, size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arsında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor."[82]

10. Emaneti isteyen, yani görev talebinde bulunan kimseler yapamayacakları bir görevi istememeli, verilse bile kabul etmemeli ve görevin getirdiği maddi ve manevi sorumluluğu düşünmelidir.

11. Her ne kadar, "Görev talep edilmez, verilir!" şeklinde yaygın bir telakki var ise de Hz. Yusuf örneğinde olduğu üzere, halkın maslahatını gerçekleştirmeye muktedir bir kişinin yetenekleri gereği yapabileceği bir işi istemesinde herhangi bir sakınca görülmemiştir.

12. "Kıyamet ne zaman (kopacak)?" diye soru soran bedeviye Allah Resulü, "Emanet zayi edildiği vakit kıyameti bekle!" buyurdu. Bedevi, "Onun zayi edilmesi nasıl olur?" diye sorunca Resul-i Ekrem, "İş, ehil olmayan kimseye verildiğinde kıyameti bekle." buyurdu.

13. Birine herhangi bir konuda hak etmediği halde öncelik ve ayrıcalık tanımak, haksız da olsa ona arka çıkmak anlamlarına gelen "iltimas", adaleti ortadan kaldıran ve toplumsal huzuru bozan bir hastalıktır.

 

 

Bencillik

1. Karun, İsrailoğulları [83] içinde Hz. Musa ve Hz. Harun'dan sonra dini bilgisi en geniş olan kimse idi. Kutsal kitabı okuyuşunun güzelliğinden dolayı "münevver" diye anılırdı.

 

2.Firavun'un kendisini vali olarak görevlendirmesinden sonra maddi anlamda büyük refaha kavuştu. Sahip olduğu mal mülk günden güne birikti, hazinelerinin anahtarlarını güçlü bir topluluğun dahi zorlanarak taşıyacağı bir hazine haline geldi.

3. Ne var ki, göz kamaştıran serveti, makamı ve engin bilgisi başını döndürmeye başladı; onu bencilliğe, cimriliğe, gurur ve kibre sevk etti.

4. Kendini beğenmişliği zamanla tüm tavırlarına yansıdı. Ziynetini kuşanarak görkemli bir şekilde halkın karşısına çıkıyor, elbisesini sürüye sürü­ye gururla yürüyordu.

5. Sahip olduğu her şeye üstün zekası sayesinde eriştiğini düşünüyor,

''Allah sana ihsanda bulunduğu gibi sen de (insanlara) ihsanda bulun diyerek kendisini uyaranlara, "Bunlar bana, bendeki bilgiden dolayı verilmiştir." sözleriyle karşılık veriyordu.

6. Allah’ın ihsan ettiği nimetlerle şımararak nefsinin esiri olup mağrur ve bencilliğinden dolayı alemlerin Rabbi tarafından, övündüğü servetiyle beraber yerin dibine geçirildi.

7. Hz. Peygamber, "Allah' a yemin ederim ki bir kişi hayır namına kendisi için istediğini, Müslüman kardeşi için de istemedikçe iman etmiş olmaz." sözüyle bencilliğin karşıtı olan diğergamlığın imanın bir göstergesi olduğunu ifade etmiştir.

8. Bencil insan, dünyadaki en önemli varlığın kendisi olduğunu düşünür, dolayısıyla diğer insanlardan üstün olduğu hissine kapılır ve kalbi kibirle dolar.

9. Halbuki Rabbi, zayıf tabiatlı olarak yaratılan insana, "Yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Çünkü sen yeri asla yaramazsın, boyca da dağlara asla erişemezsin." buyurarak acizliğini idrak etmesi ve tevazu ile hareket etmesi gerektiğini bildirmiştir.

10. Bir defasında efendimiz şöyle hitap etmiştir: "Size cennetlikleri bildireyim mi? Her alçakgönüllü, zayıf kimsedir. Şayet o Allah adına yemin etse, Allah onu yemininde haklı çıkarır." (Allah'u Ekber)

11. "Size cehennemlikleri haber vereyim mi? Kaba, bencil ve büyüklük taslayan herkes."

12. "İnsanda bulunan huyların en kötüsü, aşın cimrilik ve şiddetli korkaklıktır." buyuran Peygamberimiz de ashabına daima mallarını Allah 'ın rızasını kazanma uğruna harcamayı, sadaka vermeyi ve hediyeleşmeyi öğütleyerek onları paylaşmaya, yardımlaşmaya ve böylece bencilce duygularını kontrol altına almaya teşvik etmişti 

13. Kur'an-ı Kerim' de,

"Şüphesiz insan çok hırslı ve sabırsız olarak yaratılmıştır. Kendisine kötülük dokunduğu zaman sızlanır. Ona bir hayır dokunduğunda da eli sıkıdır."[84] buyrulmaktadır.

14. Kişinin doğasında var olan bu duygunun onu kuşatarak bir hastalık boyutuna ulaşmasını engellemeye çalışan İslam, bir yandan kişiyi bencilliğe sevk edecek davranış ve tutumları yasaklarken bir yandan da insanı çevresindeki her şeyden bir ölçüde sorumlu sosyal bir varlığa dönüştürmeyi hedefler.

15. Başkalarının iyiliğini ve mutluluğunu istemek, karşılık beklemeden birine yardım etmek, bir başkası için kendi menfaatlerinden vazgeçmek ancak bencillikten sıyrılmakla mümkündür.

16. Bencillikten sıyrılabilmemiz için:

        Karşılık beklemeden, sadece insanlar için değil; hayvan, bitki, (doğa, kısaca) bütün kainat için fedakarlık yapmak,

        Herhangi bir davranışta bulunulacağı zaman bundan başkalarının zarar görüp görmeyeceğini düşünerek adım atmak,

        İnsanların hatadan arınmış olamayacağını bilerek hoşgörüyle  hareket edip kamil insan olmak için çabalamak gerekir.

 

17. Dünya hayatı elbet bir gün bitecektir; dolayısıyla sahip olduğumuz hiçbir şey sonsuza kadar bize ait değildir.

18.  Son nefesini verdiğimizde "Biz size sırf Allah rızası için yediriyoruz. Sizden bir karşılık ve bir teşekkür beklemiyoruz."[85] diyen ihlaslı kullar arasına girmek için çabalamalı

19. "Kanaatkar ol, o zaman insanların (Allah’a) en çok şükredeni olursun. Kendin için istediğin şeyi insanlar için de iste, o zaman mümin olursun. '" şeklindeki nebevi öğüt rehberimiz olmalıdır.

 

 

İstismar

1. İstismar, "İnsanların birilerini veya bir şeyleri kullanarak haksız menfaat sağlaması" dır.  

 

2. Allah Resulü (sav); toplumun zayıf kesimi olan dul kadınların ve yoksulların geçimini sağlamaya çalışanın, Allah yolunda savaşan mücahid veya bütün vaktini ibadetle geçiren kimse gibi olacağını bildirmiştir.

 

3. Allah Resulü gibi bütün peygamberlerin tebliğinde hep zayıfı koruma ve onun hakkını ihlal etmeme prensibi vardır.

4. Hz. Peygamberin  zekat toplamakla görevlendirdiği  kişi  zekat olarak topladığı malları Resulullah'a teslim ederken  bir kısmını kenara ayırıp,

"Ya Resulullah! bu da bana hediye edilendir." demişti. Bunun üzerine Resulullah, sen babanın evinde otursaydın bu hediye sana gelir miydi?" diye ikaz etmiştir.

Kur'an-ı Kerim'e göre daha geç yazıya geçirilen hadisler çok fazla istismara uğramış ve Allah Resülü'ne, söylemediği sözler isnat edilmiştir.

Daha da ilginç olanı bazı dindar kimselerin dahi insanları iyiliğe teşvik ve günahlardan sakındırma maksadıyla Resülullah'a söylemediği sözler atfetmekten çekinmeyip hadis uydurmalarıdır.

İhanet

Münafığın alameti üçtür:           

1.       Konuştuğunda yalan söyler,

2.       Kendisine bir şey emanet edildiğinde ihanet eder,

3.       Söz verdiği zaman sözünde durmaz."

 

buyuran Peygamberimiz (sav), bu konuda o kadar titiz davranmıştır ki, devlet hizmetinde çalışıp da kendisine verilen maaştan fazla olarak bir iğneyi zimmetine geçirmeyi dahi bir nevi ihanet olarak nitelendirmiştir.

Hz. Peygamber'in ihanet karşısındaki bu tavrını görerek korkuya kapılan sahabiler memuriyetten istifa etmek istemişlerdir.

1. Hz. Peygamber'in (sav) inanan insanın her halükarda güvenilir olma vasfını koruyacağına dikkat çekmiş ve "Sana hainlik edene sen hainlik etme." tavsiyesinde bulunmuştur.

2. Hz. Ömer bir kişiyi şu açıdan değerlendirmemizi bize tavsiye eder: "Bir kimsenin ne namazına, ne de orucuna bakın:  Konuştuğunda doğru söylüyor mu, Emanete riayet ediyor mu, Dünyalık meselelerle uğraştığında helali haramı gözetiyor mu, siz ona bakın."

3. Diğer taraftan Hz. Peygamber; bir müminin kibir, hainlik ve borçtan (kasıtlı borç) uzak olduğu halde ruhu cesedinden ayrılırsa onun da cennete gireceği müjdesini vermiştir.

Dünyada sahip olduğu her şey kendisine emanet olarak verilen insanoğlu bu emanetlere riayeti ölçüsünde ya "emin" ya da "hain" sıfatını kazanır.

        Kendi canına, sağlık ve sıhhatine gerekli özeni göstermeyen,

        Çalıştığı işe gereken önemi ve özeni göstermeyen,

        Yaşadığı doğal çevreyi tahrip edip kirleten,

        Yaşadığı topluma karşı, devletine karşı sorumluluklarını yerine getirmeyen,

 

Kişiler bir nevi ihanet içerisinde demektir. Allah Resülü'nün bu konudaki uyarısı son derece açıktır:

"Müslüman, Müslüman'ın kardeşidir. Ona hainlik yapmaz, ona yalan söylemez, onu zor durumda yüzüstü bırakmaz"

 

Gösteriş

1. Riya, kişinin, başkalarının beğenisini kazanmak, saygınlık ve çıkar sağlamak amacıyla gösteriş için inandığından farklı davranışlarda bulunmasıdır.

2. İnsanı riyakarlığa sevk eden sebeplerin başında kendini beğenme duygusu gelir.

3. Kişi beğenilme duygusunu kontrol edemezse zamanla insanların yanında başka türlü, yalnızken başka türlü davranmaya başlar ve ikiyüzlü bir ki­şiliğe bürünür.

4. Allah Resulü'ne, "Ey Allah Resulü, küçük şirk nedir?" diye sorduklarında şöyle cevap vermiştir: " Riyadır.

5. "Ameller ancak niyetlere göre değer kazanır. Herkes niyet ettiği şeyin karşılığını alacaktır..." hadisi niyetin güzel davranışlara ibadet değeri kattığını ifade etmektedir.

6. Asıl olan, ibadet olsun, hayır olsun yapılanların sadece Allah’ın rızası gözetilerek samimi bir niyetle yapılmasıdır.

7. İnsan, ibadetlerine ve amellerine riya bulaşmaması için dua etmeyi de ihmal etmemelidir. Nitekim Hz. Peygamber'in de bu amaçla dua ettiği olmuştur.

8. Yalnız başına kaldığında Allah'ı zikrederken gözyaşı döken kişiyi de Allah-ü Teala ahirette kendi himayesine alacağı yedi kişi arasında saymıştır.

 

 

Kötülük

1. Bir şeyin iyi veya kötü olduğunu belirleyen Yüce Allah'tır. Ancak insan bazen iyi ile kötüyü karıştırabilmektedir. Ayette:

“...Olur ki bir şey sizin için hayırlı iken siz onu hoş görmezsiniz. Yine olur ki bir şey sizin için kötü iken siz onu arzularsınız. Allah bilir, siz bilmezsiniz.”[86]

Hatta insan, hayrı ister gibi şerri de isteyebilir. Diğer bir ayette: “İnsan hayrı istediği gibi şerri de ister. İnsan pek acelecidir.”

2. İyi ve kötü davranışları ümmetine bildiren Allah Resûlü: 

 

Kötülük, insanlar onaylasalar bile gönlünü huzursuz eden ve içinde bir kuşku bırakan şeydir. ”buyurmuştur. Aynı şekilde:  “İyilik, güzel ahlâktır. Kötülük ise vicdanını rahatsız eden ve insanların bilmesini istemediğin şeydir.” buyurmuştur.

 

3. Kötülükten dönmek tövbedir. Hz. Peygamber (sav), bir hadisinde;

“Bir kimse iyilik yapmaya niyetlenir de onu yapamazsa Allah o kimse için tam bir iyilik (sevabı) yazar. Eğer niyetlenir de o iyiliği yaparsa on iyilik sevabı yazar ve bu sevabı yedi yüz katına hatta daha fazlasına kadar çıkarır. Eğer kötülük yapmaya niyet eder de yapmazsa Allah onun için tam bir iyilik (sevabı) yazar. Şayet kötü bir işe niyetlenir de onu yaparsa Allah o kimse için sadece bir tek günah yazar.”

 

4. Allah Resûlü, “Sizden bir kimse kötü bir iş görürse onu eliyle değiştirmeye çalışsın; eğer buna da gücü yetmezse diliyle değiştirmeye çalışsın; buna da gücü yetmezse kalbiyle nefret etsin. Bu ise, imanın en aşağı derecesidir.”

5. Tövbe, kötülükleri ortadan kaldıran ve ilâhî affa mazhar olmayı sağlayan bir irade beyanıdır.

7. Günahların affedilmesini sağlayan çarelerden biri de, “İyilikler kötülükleri giderir...” esasına göre hareket etmektir. Peygamber şu tavsiyelerde bulunur: “Nerede olursan ol, Allah’a karşı sorumluluğunun bilincinde ol! Kötülüğün peşinden iyi bir şey yap ki onu yok etsin."

8. Hz. Peygamber (sav):

Geçmiş ümmetlerden bazılarını helâke sürükleyen sebeplerden birinin de iyilikleri emredip, kötülüklerden alıkoymada ihmalkâr olmalarıdır. Öyle ki onlardan bir adam, kötülük yapan birini gördüğünde ona önce, “Ey filânca Allah’tan  kork ve bu yaptığından vazgeç. Çünkü bu sana helâl değildir.” diyor fakat ertesi gün yaptığı kötülükten vazgeçmediğini görse de onu tekrar uyarmıyor, hiçbir şey olmamış gibi kendisiyle olan ilişkilerini devam ettiriyordu.

Allah Resûlü, bunları anlattıktan sonra şu mesajı verdi:  “Allah’a yemin olsun ki siz (ya) iyiliği emreder kötülükten menedersiniz, zalime engel olup onu hakka döndürürsünüz ve onu hak üzere tutarsınız (ya da sizin sonunuz da onlar gibi olur).”

İnsan, Resûl-i Ekrem gibi, “İnsanların Rabbine, insanların melikine, insanların ilâhına sığınıyorum.” diyerek söze başlar ve samimi bir şekilde dua eder ve “Ey Rabbim! Şeytanların vesveselerinden sana sığınırım.”, “Ey Rabbim! Onların benim yanımda bulunmalarından da sana sığınırım.” derse şeytana ve kötülüklere karşı bir sığınağa iltica etmiş olur.

 

4. CİLT

Aile

Peygamberimiz “…Ben namaz da kılarım, uyurum da; oruç da tutarım, tutmadığım da olur; kadınlarla da evlenirim. Her kim benim sünnetimden yüz çevirirse, benden değildir.” buyurarak, evliliğin kendi sünneti olduğunu ısrarla söylerken, hem bu tavsiyeyi pekiştirir hem de onun hayat tarzını reddedenlere ikazda bulunur.

Anne fedakârdır; emeğinin hesabını tutmaz. Sevgi doludur; yüreğinin kapısını kapamaz. Affedicidir; kucağından geri çevirmez. Annenin adımları cennete öylesine yakındır ki Peygamber Efendimiz ona hizmeti cihad olarak adlandırmaktan çekinmez. Aynı dini paylaşmasalar bile inanan bir evlâttan, annesine sırtını dönmemesini, ona karşı izzet ve ikramda kusur etmemesini bekler. Çünkü anne, Peygamberimizin dilinde, “Kendisi ile güzel bir ilişki kurulmasını en çok hak eden kimse” konumundadır. Sevgili Peygamberimiz Allah, annelere isyanı haram kıldığını söylerken anlamsız tartışmalardan ve sonu gelmeyen husumetlerden anneyi korumak ister.

Ailesinin işlerini bizzat üstlenen Yüce Peygamber'i örnek edinen babanın çalışması karşılıksız kalmaz elbette. Resûl-i Ekrem,

Allah rızasını umarak ailen için yaptığın her harcamadan muhakkak ecir alırsın, eşinin ağzına koyduğun bir lokmadan bile!” sözleriyle babanın bu çalışmasının mükâfatlandıracağını müjdeler.

Ama mesuliyet sadece ev halkının karnını doyurup sırtını giydirmekle bitmez ki... Kendisinden sonra evlâtlarını başkalarına el açacak kadar perişan bir konumda bırakmaması istenen baba, aynı zamanda onları, huzuru besleyen hayırlı birer fert olarak yetiştirip topluma sunmalıdır. Efendimizin ifade buyurduğu üzere:

“Hiçbir baba çocuğuna güzel terbiyeden daha kıymetli bir bağışta bulunmamıştır.

Peygamberimizin öğüdü ile eve girerken selâm verip bereketi davet eden bir babanın nezaketi, merhametin de ilk adımıdır. Aynı şekilde ev halkı arasında adaleti gözeten insaflı babayı, kıyamet günü Allah nurdan koltuklara oturtacaktır. Efendimiz babaların duasının mutlaka kabul olunacağını bildirmiştir.

Peygamberimiz, “Sizin en hayırlınız, ailesine karşı en hayırlı olanınızdır. Ben de aileme karşı en hayırlı olanınızım...” Sözleriyle mümin erkekleri, ailesine iyilikle muamele etmeye çağırır. Evin büyüğü, babası, ailesine karşı güler yüzlü ve tatlı sözlü olmalıdır. Hissettiği güzel duyguları gizlememeli, gördüğü meziyetleri takdir etmekten çekinmemelidir.

Anne ve babalar olarak biz müminlerin daimî niyazı şudur: “Ey Rabbimiz! Eşlerimizi ve çocuklarımızı bize göz aydınlığı kıl ve bizi Allah’a karşı gelmekten sakınanlara önder eyle.”

 

Evlenmek hayatı paylaşmak

Peygamberimizin eşini ihmal eden Osman adlı sahabiye "Yoksa benim hayat tarzımdan yüz mü çevirdin?" diye çıkıştıktan sonra inananları dengeli bir hayata çağıran şu cümleleri tekrarlamıştı:

"Ben hem uyurum, hem namaz kılarım. Bazen oruç tutarım, bazen de tutmam. Kadınlarla da evlenirim. Allah’tan kork ey Osman! Bilesin ki, ailenin senin üzerinde hakkı var, misafirinin senin üzerinde hakkı var, vücudunun senin üzerinde hakkı var. Bazen oruç tut, bazen tutma, biraz namaz kıl biraz da uyu!"

 

Resulullah, dünya ile irtibatı kesip sadece ibadetle meşgul olmayı ruhbanlık olarak değerlendirmiş ve yasaklamıştı. Evlilik, kişiyi günahlardan ve çeşitli kötülüklerden alıkoyar. Bazı rivayetlerde, "Kişi evlendiğinde dinin yansını tamamlamıştır. Diğer yarısı için de Allah’tan korksun!" denilmektedir.

 

Sevgili Peygamberimiz evlenmeye gücü yetenlerin gecikmeksizin evlenmelerini tavsiye etmiştir. Resûl-i Ekrem bir gün çevresindeki gençlere şöyle buyurmuştur: "Ey gençler topluluğu! Evlenme imkanı bulanınız evlensin. Çünkü evlenmek, gözü haramdan çevirmek ve iffeti korumak için en iyi yoldur. Evlenme imkanı bulamayan da oruç tutsun. Çünkü orucun, kişi için şehveti kesme özelliği vardır."

 

Peygamber Efendimiz, "Kadınla dört şey için evlenilir: Malı, soyu, güzelliği ve dini için. Sen dindar olanını seç ki iki elin bereket görsün!" buyurarak, evlenecek kişileri geçici heveslere ve zevklere kapılmama konusunda uyarmış.

 

"Ey Rabbimiz! Eşlerimizi ve çocuklarımızı bize göz aydınlığı kıl ve bizi Allah’a karşı gelmekten sakınanlara önder eyle. " [87]

 

 

 

Nikâh

 

Örnek bir aile oluşturmak isteyen Hz. Peygamber, o günün toplum yapısında fazla bir hakkı olmayan kadına değer veriyor ve hayatının en önemli kararı olan nikâh konusunda görüşüne başvurulup rızasının alınmasının gerekli olduğuna işaret ediyordu. Nitekim bir defasında "Kendi onayı alınmadıkça dul kadınla, kendisinden izin alınmadıkça da bakire kız ile nikah yapılmaz."

 

Resûl-i Ekrem kız çocuklarının izni olmadan evlendirilmelerini hoş karşılamadığı gibi, kız çocuğunun da kendi başına velisinden habersiz, izinsiz bir şekilde evlenmesini de hoş karşılamamıştır.

 

Toplumun nüvesini oluşturacak olan ailenin oluşumunda toplumdaki birçok birey sevinç ve heyecan içinde bu mübarek merasime şahit olmalıydı. Gizli saklı, insanların katılımından ve şahitliğinden kaçarak gerçekleşen evlilikler her zaman şüpheli idi. Onun için farklı münasebetler vesilesiyle Hz. Peygamber, "Bu nikahı ilan edin, onu (topluma açık olan) mescitlerde yapın ... " buyuruyordu. Çünkü o dönemde camiler, mescitler duyurunun yapılacağı en uygun mekanlardı.

 

 

Özel hayat

Özel hayatın mahremiyetini ihlal edecek davranışlarda bulunanların gerçek mümin değil, olsa olsa münafık olabileceğini hatırlatan Hz. Peygamber, başkalarının evlerini gizlice kolaçan edenlerin cezasının, Allah tarafından rezil edilmek olduğunu şu şekilde vurgulamıştır:

 

"Ey diliyle iman edip, kalbine iman girmemiş olan kimseler! Müslümanların gıybetini yapmayın ve onların gizli hallerini araştırmayın. Çünkü her kim onların gizli hallerini araştırırsa Allah da onun gizli halini araştırır. Allah kimin gizli halini araştırırsa onu evinde bile (gizlice yaptıklarını ortaya çıkararak) rezil eder.”

 

Diğer yandan özel hayatın mahremiyeti çerçevesinde insanların duyulmasından hoşlanmadıkları yahut çekindikleri konuşmalarına kulak kabartmak ahirette acıklı bir cezaya maruz kalmayı gerektirecektir. Nitekim Peygamber Efendimiz,

"Kim bundan hoşlanmadıkları ya da kendisinden uzaklaştıkları halde bir grubun konuşmalarına kulak kabartırsa, kıyamet günü kulağına kurşun dökülür ... " buyurarak cezanın şiddetini vurgulamaktadır.

İnsanların özel hayatındaki kusurların araştırılıp ortaya dökülmesi, toplumun ahlaken yozlaşmasına yol açabilecek bir tutumdur.

Diğer şahıslara ve topluma zarar vermeyen kişisel kusurların örtülmesi ve mümkünse "iyiliği tavsiye, kötülükten sakındırma" prensibi çerçevesinde uyanlarda bulunulması dinimizin bir gereğidir. Ancak bu tür suçların takibi için aile mahremiyetinin ve mesken masuniyetinin ihlali doğru görülmemiştir. Bu yüzden evinde dini bir yasağı ihlal ettiği halde kimseye zararı dokunmayan bir kimsenin özel hayatı saygındır ve onun mahremiyeti de dinimize göre koruma altındadır.

Gizlilik hakkı yalnızca yabancı evlere izinsiz girme ve gizlice gözetleme konusuyla sınırlı olmayıp örneğin bir hadiste, izinsiz olarak başkasının kitabını/mektubunu okumak da bu kapsamda değerlendirilmiştir. Buradan hareketle fotoğraf ya da kamera vasıtasıyla başkasının görüntülerini elde etmek, telefon ve benzeri sesli iletişim cihazlarını dinlemek ve kaydetmek, internet üzerinden ve sair yollardan başkasına ait her türlü şahsı bilgi ve belge ele geçirmek gibi konuların da mahremiyet sınırları içinde olduğunu söylemek mümkündür.

 

Aile huzuru

Veda Hutbesi'nde müminlere bıraktığı vasiyet ve son nasihatlerinden birisi, "Kadınlar hakkında Allah’tan sakınmaları gerektiği" olmuştur. Çünkü kocaları, "Onları Allah’ın bir emaneti olarak almışlar ve Allah ın adıyla (nikah kıyarak) onları kendilerine helal kılmışlardır.”

"Müminlerin iman bakımından en olgun olanları, ahlakı en iyi olanlarıdır. Sizin en hayırlılarınız da hanımlarına karşı en iyi davrananınızdır." buyuran bir Peygamber'in tutum ve davranışı, bizim için yegane örnek olmalıdır.

"İnsanlara merhamet etmeyene Allah da merhamet etmez." buyuran Allah Resulü, aile içinde veya dışında insanların birbirlerine zulmetmesini, eziyet etmesini yasaklamıştır.

Hz. Peygamber Müslümanı "elinden ve dilinden diğer Müslümanların (insanların) güvende olduğu kimse" olarak tanımlarken, "bu dünyada insanlara işkence edenlerin Allahın azabına maruz kalacağı" uyarısında bulunmuştur.

Kur'an-ı Kerim, ana babaya saygı ve iyi muamele hususuna birçok ayette işaret etmiştir. Evladın yanında yaşlanan anne baba için, "Onlara öf bile demeyin.' buyurarak, ebeveyni kırabilecek her türlü davranıştan uzak durulması gerektiğini bildirmiştir. Dikkat edilirse ayetin ifadesi sadece fiziki şiddeti değil, onları üzüp gücendirebilecek her türlü söz ve davranışla uygulanabilecek manevı şiddeti de yasaklamaktadır.

Resûl-i Ekrem Müslüman ailesinin nasıl olması gerektiğini ümmetine göstermiştir. "Küçüğümüze merhamet etmeyen, büyüğümüze saygı göstermeyen bizden değildir." buyururken, aileden başlayıp toplumla devam eden bir sevgi ve saygı medeniyetini inşa etmek istemiştir.

Hanımları taşıyan develeri süren hizmetçiye, "Ne yapıyorsun yavaş ol! Cam gibi narin (hanım) yolcularına mukayyet ol!" şeklinde uyanda bulunması, onun genelde kadınlara, özel olarak da kendi eşlerine karşı zarafetinin açık bir göstergesidir.

 

 

Boşanma

Hz. Aişe validemiz anlatıyor: Boşanma ile ilgili ayetler nazil olmadan önce bir kişi karısını dilediği kadar boşuyordu. İddeti içerisinde hanımına döndüğü takdirde, o kadın onun eşi sayılırdı. Yüz kere dahi boşasa durum değişmezdi. Nihayet günün birinde bir adam karısına, "Allah’a yemin ederim, seni öyle bir boşayacağım ki benden uzaklaşıp ayrılamayacağın gibi, seni ölene kadar da karım olarak barındırmayacağım!" dedi. Kadın, "Bu nasıl olacak?" diye sorunca adam da "Seni boşayacağım, iddetin dolmak üzereyken tekrar sana döneceğim!" diye cevap verirdi.

Hz. Aişe anlatmaya devam ediyor: "Bu durumda olan kadınlardan biri yanıma geldi. Bir şey diyemedim. Resulullah (sav) gelince durumu ona bildirdim. O da bir şey demeden sustu. Kısa bir müddet sonra Bakara süresinin 229. ayeti indi: "(Dönüş yapılabilecek) boşama, iki defa olabilir. Üçüncüsünde evlilik ya iyilikle devam eder veya güzel bir şekilde sona erdirilir.

Peygamberimiz (sav), "Yüce Allah’a en sevimsiz gelen meşru işlerden biri, boşanmadır." buyurarak, boşanmanın ancak zorunlu durumlarda başvurulabilecek bir yöntem olduğunu belirtiyordu.

Bizim toplumumuzda da görülen boşanma sebeplerinden birisi eşlerin yakın aile çevrelerinin evliliğe müdahale etmek istemeleridir. Bu durum evliliğin dengesini bozmakta ve çiftin birbirine duyduğu saygıyı sekteye uğratmaktadır. Peygamber Efendimiz, "Kadını kocasına karşı kışkırtan bizden değildir ... " buyurarak karı kocanın arasını bozmanın, onların huzurunu kaçıracak söz ve eylemlerde bulunmanın Müslüman'a yakışmayacağını belirtmektedir.

Resulullah bir seferde üç talak ile boşamayı uygun görmemiştir. Nitekim bir erkeğin karısını üç talakla bir seferde boşadığı haber verilince Resulullah (sav) öfkeyle ayağa kalkmış ve "Ben aranızda iken Allah ın Kitabıyla mı oynuyorsunuz!" buyurmuştur.

Öte yandan boşamanın geçerli sayılabilmesi için, boşayan kişinin o esnada akli melekelerinin tam, iradesinin hür olması gerekmektedir. Hadislerde akli dengesi yerinde olmayanın, öfkesinden dolayı dengesini kaybeden kimselerin talakının (boşanma sözü) geçersiz olduğu zikredilir. İbn Abbas'ın görüşüne göre ise zor kullanılarak boşayan kişi ile sarhoşun talakı da geçerli değildir.

Eşler arasında meydana gelecek şiddetli geçimsizlik ve kötü muamele durumunda nasıl davranılması gerektiği konusunda Allah şöyle yol gösteriyor:

"Eğer karı ile hocanın aralarının açılmasından korkarsanız, o vakit kendilerine erkeğin ailesinden bir hakem, kadının ailesinden bir hakem gönderin. İki taraf (arayı) düzeltmek isterlerse, Allah da onları uzlaştırır.”[88]

 

 

Anne ve Baba

Peygamber Efendimize, “Amellerin en üstünü hangisidir?” diye sorulunca o şöyle cevap vermişti: “Vaktinde kılınan namaz ve anne babaya iyilik etmektir…”

 

Resulullah büyük günahların en büyüğünü sıralarken “Allah’a ortak koşmanın hemen ardından anne babaya isyan ve eziyet etmeyi sayması gayet düşündürücüdür.

"Rabbin hoşnutluğu anne babanın hoşnutluğuna bağlıdır. Rabbin öfkesi ise, anne babanın öfkesine bağlıdır. ” hadisi, üzerinde iyice düşünülmesi gereken bir hadistir.

Unutulmamalıdır ki Peygamber Efendimiz, “Anne baba, kişinin cennete girmesine vesile olacak en yüce kapılardan birisidir. Bu kapıdan girme fırsatını kaybetmek ya da değerlendirmek artık senin arzuna kalmış!” buyurmuştur.

 

Sıla-i rahim akrabalık bağları

Akrabalar arası ilişkiler konusu Kur'an'ın en temel öğretileri arasında yer alır. Yüce Rabbimiz birçok âyette akrabaya hakkını vermeyi, yardım ve iyilik etmeyi emretmekte, akrabalık haklarına riayetsizlikten sakındırmakta ve akrabalık bağlarını koparmanın, fitne ve fesat ile ilişkisinden söz etmektedir.

 

Akrabalar ile ilişkilerin sürdürülmesinde din farkı dahi dikkate alınmaz. Şirk ve küfür gibi konularda anne babaya itaat edilmesi yasaklansa da onlarla dünyada beraberlik ya da beşerî ilişkilerin sürdürülmesi istenir.

Genel olarak yardım elini uzatmada, özel olarak zekât ve sadakada en yakınlardan başlanır. Bu durum, Peygamber Efendimizin “el-akrab, fe'l-akrab” şeklinde ifade ettiği üzere, en yakından uzağa doğru devam eder.

Herhangi bir yoksula verilen, bir sadaka sayılırken; yoksul akrabaya verilen, biri sadaka, diğeri sıla-i rahim olmak üzere iki sadaka sayılır.

İlgi ve ilişkiyi sürdürmeyi fazlasıyla hak eden yakın akrabalardan biri de teyzedir. Kültürümüzdeki “Teyze ana yarısıdır.” ifadesi, bu konudaki hadislerin aynasıdır. Bir adam Resulullah’a gelerek sorar:

“Ey Allah Resûlü! Ben büyük bir günah işledim, bana tövbe imkânı var mı?” Allah, “Annen var mı?” diye sorar. Adam, “Hayır.” deyince, “Teyzen var mı?” diye sorar. Adam, “Evet.” diye cevap verir. Bunun üzerine Allah, “Öyleyse git ona iyilik yap!” buyurur ve ekler, “Teyze, anne konumundadır.”

“Teyze, anne konumundadır.” hadisi, miras hukuku çerçevesinde değil, ilgi, sevgi ve merhamet açısından yakınlığın bir ifadesi olarak anlaşılmalıdır.

Resûl-i Ekrem'in öğretisine göre, “Sıla-i rahim yapan, akrabasından gördüğü iyiliğe iyilikle karşılık veren kimse değil, akrabası kendisine iyiliği kestiğinde dahi onlara iyilik yapandır.”

“Sevabı dünyada iken verilecek iyilik, (başkalarına) iyilik etmek ve akraba ile ilgilenmektir. Cezası dünyada iken verilecek kötülük de haddi aşarak azgınlık yapmak ve akraba ile iyi ilişkiyi kesmektir.”

 

 

Kadın (Saygın birey)

Peygamberimiz (sav),

 

“...Dikkat edin! Sizin hanımlarınız üzerinde hakkınız olduğu gibi, hanımlarınızın da sizin üzerinizde hakları vardır...” diye hatırlatmada bulunmuştur. Diğer bir ifadesinde "Sizin en hayırlınız hanımlarına karşı en iyi davrananınızdır.diyordu. Âdemoğlu için iyi bir eşe sahip olmanın ne büyük bir nimet olduğunu hatırlatıyor, onun bu nimetin kıymetini bilmesini istiyordu. Allah, bir kimseye iyi bir hanım vermişse, dininin yarısında ona yardım etmiş demektir. Artık diğer yarısı için de, Allah’a karşı kendisine çeki düzen versin.”

 

Peygamber'in tanımlaması muhteşem ve ürpertici idi:  

Allah’ın emaneti! “... Kadınlar hakkında Allah’tan  korkun. Çünkü siz, onları Allah emaneti olarak aldınız ve Allah’ın adını anarak (nikâh kıyıp) kendinize helâl kıldınız.” buyurmuştu. Gün gelecek, asıl sahibi emanetini geri alacak ve ona hangi muameleyi lâyık gördüğünü erkeğe soracaktı.

Bir defasında, “Dünya (geçici) bir nimettir. Dünyanın en değerli nimeti ise iyi/saliha kadındır.” demişti.

Bir gün Hz. Ömer'e,

“Kişinin sahip olabileceği en hayırlı hazineyi sana söyleyeyim mi?” dedikten sonra, saliha yani iyi huylu bir kadını tarif etmişti Allah’ın Resûlü: “(Kocası) yüzüne baktığında ona huzur veren, ondan bir şey istediğinde yerine getiren ve kocasının yokluğunda onun saygınlığını koruyan iyi/saliha bir kadın!”

Kadının Peygamber öğretisi ile edindiği haklar, kıyamete kadar korunmalıydı. Oysa Allah Resûlü’nün vefatının ardından kadın konusunda yaşanan gelişmelerin hiç de iç açıcı olmadığını Abdullah b. Ömer şöyle itiraf ediyordu:

“Biz Allah Resulü zamanında hakkımızda vahiy iner de azarlanırız korkusuyla kadınlarımıza karşı kötü söz söyleyemez ve istediğimiz gibi davranamazdık. Ne zaman ki, Resullullah vefat etti, işte o zaman ağır konuşmaya ve rahatça dilediğimizi yapmaya başladık.”

 

Yaşlılık

Yaşlılık; İnsanoğlunun, iyisi ve kötüsü ile geride bıraktığı ömrünü sorgulama zamanı... Kimine göre son demleri zamanın, kendini ölüme her zamankinden bir adım daha yakın hissettiği... Kimine göre ise vuslata uzanan son kıvrımı yolun...

Ölüm bir yok oluş değil, Yaratıcıya açılan bir kapıdır. Mevlânâ'nın deyişiyle, iyiler için “şeb-i arûs” yani düğün gecesidir ölüm. Hz. Peygamberin ifadesiyle, Allah’ın rahmeti, rızası ve cenneti müjdelendiği vakit, mümin Allah’a kavuşmayı diler. Allah da ona kavuşmayı diler.

Peygamber Efendimiz dualarında sık sık ihtiyarlık ile gelen âcizlikten Allah’a sığınmaktadır:

Allah'ım! Cimrilikten, tembellikten, ömrün en rezil/düşkün zamanından, kabir azabından, hayatın ve ölümün fitnesinden sana sığınırım.”

Ölüme bir adım mesafede olduğu hâlde dünyalık heveslerin peşinde koşuşturan insanın durumu daha da acıdır. Peygamber Efendimiz, “Âdemoğlu büyürken beraberinde şu iki şey de büyür: Mal sevgisi ve uzun ömür/yaşama isteği.” buyurarak insanın, ihtiyarlasa bile bazı nefsanî arzularından vazgeçemeyeceğini ifade etmektedir.

İnsan, birlikte yaşamanın gereği olarak çevresi ile sürekli irtibat hâlinde olmak, insanî ilişkilerini sürdürmek ister. Yaşlılık döneminde çevresine olan bağlılığı daha da artar. Bu dönemde yaşlıları sosyal ortamlardan uzaklaştırmak, dışlamak onları mutsuzluğa ve yalnızlığa itmek demektir. Hâlbuki Allah Resûlü, “Beli bükülmüş ihtiyarların toplum için bir rahmet kaynağı olduklarını, diğer insanların onlar sayesinde nimete kavuştuğunu bildirir.”

Peygamber Efendimiz, “Rabbin rızası, anne babanın rızasına bağlıdır. Rabbin öfkesi ise anne babanın öfkesine bağlıdır.”  buyurarak, anne babayı hoşnut etmenin Allah'ı hoşnut etmek gibi olduğunu ifade etmiştir.

Peygamber Efendimizin, “Akrabalarıyla ilişkisini kesen kimse cennete giremez.” şeklinde koyduğu genel kural, elbette öncelikle anne baba için geçerli olacaktır. Anne ve babası yanında yaşlanıp da onlara hürmet ve ihsanda bulunmayan kimsenin durumunun ne derece vahim olduğunu anlatırken Sevgili Peygamberimiz, “Burnu yere sürtünsün!” buyurur. Ve bu sitem dolu ifadeyi üç defa tekrarlar. Ashâb,

Yâ Resulallah, kimdir o?” diye sorunca Resulullah,

“Yanında annesi ile babasından biri yahut her ikisi ihtiyarlayıp da cennete giremeyen kişidir.” 

“Eğer onlardan biri ya da her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa, sakın onlara 'Öf!' bile deme, onları azarlama, onlara tatlı ve güzel söz söyle. Onlara merhamet ederek tevazu kanadını indir ve de ki: 'Rabbim! Tıpkı beni küçükken koruyup yetiştirdikleri gibi sen de onlara merhamet et.”[89]  

âyet-i kerimesinde ifade edildiği gibi evlât, anne babasına bu şekilde bol bol dua edeceği gibi aynı zamanda anne babanın hayır dualarını da almaya çalışmalıdır. Çünkü onların duası reddolunmayacak dualar arasındadır.

Hatta sadece anne baba değil, diğer yaşlılar da duası kabul edilen kimseler arasındadır. Nitekim Peygamber Efendimiz, “sağlık, giyim kuşam gibi ihtiyaçlarını gidermek her Müslüman için bir vazifedir.

 

Toplumsal hayat

Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur:

“İnsanların en kötüsü, şerrinden dolayı insanların kendisinden çekindiği kimsedir."

Resulullah, Ashâbına, “kimseye eziyet etmemeyi” hayatlarının temel düsturu olarak öğütlemişti. Nitekim o Müslüman'ı, “elinden ve dilinden Müslümanların (insanların) selâmette olduğu” ; mümini ise “insanların canları ve malları hususunda kendilerine zarar vermeyeceğinden emin olduklarıkimse olarak tanımlamıştı.

Resûl-i Ekrem’in öğrettiği toplumsal ahlâka göre gücü yeten müminler, gücü yetmeyenlerin hizmetinde olmalıydı. Resulullah,

“Dul bir kadının ve fakirin işleri için koşturan kimse, Allah yolunda cihad eden yahut geceyi namazla gündüzü oruçla geçiren kimse gibidir.” buyurarak, hizmet ehli olmanın Hak katındaki kıymetini bildirmişti. Nitekim insanların en hayırlısı, onlara en faydalı olandır. Sizin en hayırlınız, ailesine karşı en hayırlı şekilde davrananlarınızdır.” buyururken, Müslümanların başkalarından önce en yakındakilerle iyi ilişkiler kurması gerektiğini vurgulamıştı.

Kişinin yakın çevresini oluşturan komşularla ilişkilerine de özen göstermesi gerekiyordu. Allah’a ve âhiret gününe iman eden kişi, komşusuna eziyet etmemeli aksine onunla iyi ilişkiler kurmalıydı. Nitekim şehirleri gerçek anlamda yaşanılabilir ve müreffeh kılan şey, sağlıklı bir zemine oturmuş insan ilişkileriydi. Resulullah, Müslüman olmayanları da toplumun birer ferdi olarak dikkate alırdı. Bu nedenle iman ehli olmasalar da müminlerin Gayri Müslimlere [90] karşı Allah katında sorumlu olduklarını hatırlatmıştı.

O, İslâm toplumunun koruması altında yaşayan bir gayrimüslimin canına kast edenin, âhirette kırk yıllık mesafeden dahi duyulan cennetin kokusunu duyamayacağını bildirmişti.

“Allah sizinle din uğruna savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve onlara âdil davranmanızı yasaklamaz.”[91]  âyet-i kerimesi gereğince, savaş hâli dışındaki zamanlarda onlarla en güzel şekilde medenî ilişkiler kurmayı tavsiye etmişti.

Allah Resûlü'ne göre insanlardan uzak durmayı gerektiren başka hâller de vardı. Eğer bir toplulukta günah işleniyor ve o günahı engellemenin imkânı bulunamıyorsa, kişi o ortamdan uzaklaşmalıydı. Nitekim Hz. Peygamberin, kötü arkadaşın demirci körüğüne benzediğini, kıvılcımıyla yakmasa bile kötü kokusuyla rahatsız edeceğini söyleyerek şerli insanlarla araya mesafe koymanın gerekliliğini hatırlatıyordu.

Efendimiz, haklı olduğu hâlde bile tartışmaya girmekten kaçınan kimse için cennetten bir köşk verilmesine kefil olduğunu bildirmişti. Bununla, kavga ve tartışma durumunda kişinin haklılığını ispat için sözü uzatmak yerine, karşısındakileri daha fazla incitmemek ve herkesin yanlışını anlamasına bir fırsat vermek adına oradan ayrılması gerektiğini vurgulamıştı.

Toplumsal dayanışma

Ve Ülfet Müslümanca Yaşama Sanatı

İslam inancına göre, kişiyi Allah nezdinde daha değerli ve şerefli kılacak olan şey, Allah’a iman etmesidir. Fakat bu konumu hak, hukuk ve adalet açısından ona herhangi bir ayrıcalık tanımadığı gibi, fazladan sorumluluklar yüklemektedir.

"İnsanların en hayırlısı, insanlara en fazla yararı dokunandır." şeklindeki hadis de bunu ortaya koymaktadır.

"Her kim İslam'da güzel bir gelenek başlatırsa, hem yaptığının ecrini hem de kendisinden sonra aynı şeyi yapanların ecrini kazanır. Onu yapanların kendi ecirlerinden de bir şey eksilmez. Her kim de İslam'da kötü bir gelenek başlatırsa, hem yaptığının günahını hem de kendisinden sonra onu yapanların günahını yüklenir. Onların günahlarından da hiçbir şey eksilmez."

Yarım hurma kadar bile olsa kişinin tasaddukta (sadaka vermesi) bulunması, insanın sahip olduğu her bir eklemi karşılığı her gün için bir miktar sadaka vermesi, hayatın her anını ve yapılan her şeyi ibadete çevirmektedir. Nitekim Sevgili Peygamberimiz iki kişi arasında adaletle hükmetmeyi, hayvanına binmek ya da eşyasını yüklemek isteyen birine yardımda bulunmayı, sarf edilen güzel sözleri, namaza giderken atılan her bir adımı veya yolda insanları rahatsız eden herhangi bir engeli ortadan kaldırmayı ibadet olarak nitelemiş ve bunların sadaka olduğunu beyan etmiştir.

"Mümin cana yakındır. (İnsanlarla) yakınlık kurmayan ve kendisiyle yakınlık kurulamayan kimsede hayır yoktur." buyurmuştur.

Hediyeleşmeyi de aynı amaçla teşvik eden Sevgili Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:

"Kendisine bir ikramda bulunulan kişi, imkanı varsa karşılığını versin. İmkanı yok ise (ikramda bulunanı) hayırla yad etsin. Çünkü hayırla yad eden kimse, teşekkür etmiş olur. Bunu yapmayan ise nankörlük etmiş olur . .. "

“Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete girmek isterse Allah ve ahirete inanırken ölüm kendisine erişsin. İnsanların kendisine nasıl davranmalarını istiyorsa o da insanlara öyle davransın …”

Resullulah, kendisi için ayağa kalkılmasından hoşlanmazdı. Bir keresinde asasına dayanarak bir topluluğun yanına geldiğinde, onlar Resulullah için ayağa kalkmışlardı. Bu tutum karşısında Resulullah, "Farslıların ulularına yaptıkları gibi yapmayın." diyerek onları uyarmıştı.

Allah Resulü, "Kendisi cehennem ateşine ve cehennem ateşi de kendisine haram olan kişiyi size bildireyim mi? Cana yakın, yumuşak huylu, kolaylaştırıcı kimse." buyurmuştur.

 

Örf Ve adetler

Örf ve âdetler toplumun alışkanlıklarının bir ürünüdür ve sahip olunan değerleri yansıtır. Allah Resûlü de ashâbına iyilik yapmalarını, sonraki nesillere örnek olmalarını tavsiye ediyordu. Yaptıkları iyilikler sonraki nesiller tarafından kabul görüp uygulandıkça onların da kazanılan ecre ortak olacakları müjdesini veriyordu.

 

Ebû Zer el-Gıfârî, annesinin zenci olması sebebiyle Bilâl-i Habeşî'yi ayıplamış ve Bilâl durumu Allah Resûlü'ne bildirmişti. Kutlu Elçi, “Ebû Zer, onu annesi sebebiyle mi aşağıladın? Demek ki sen kendisinde (hâlâ) câhiliye izleri olan bir kimsesin!” buyurarak Ebû Zerr'i ikaz etmişti.

 

 

Komşu Hakkı

Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Komşusunun, kendisine kötülük yapabileceği kaygısından kurtulamadığı kimse cennete giremez.”

 

Allah ve âhiret gününe iman eden ya hayır söylesin ya da sussun! Allah ve âhiret gününe iman eden komşusuna eziyet etmesin! Allah ve âhiret gününe iman eden misafirine ikram etsin.”

Bir sahabenin anlattığına göre, birlikte oldukları bir sırada Resulullah art arda üç kez, “Vallahi iman etmemiştir.” der. Meraklanan sahâbîler, “Kim, yâ Resûlullah?” diye sorduklarında Resulullah, “Komşusunun, kendisine kötülük yapabileceği kaygısından kurtulamadığı kimse cevabını verir.

Resulullah kendisine yöneltilen sorulara verdiği cevaplarda nafile olarak çok fazla oruç tutmasa, namaz kılmasa veya sadaka vermese bile komşusunu rahatsız etmeyen kişinin cennete gideceğini, çok namaz kıldığı, oruç tuttuğu ve sadaka dağıttığı hâlde komşusuna eziyet eden kimsenin ise cehenneme gideceğini belirterek bir başka açıdan güzel komşuluğun önemine dikkatleri çekmiştir

Komşuya yapılacak ikram konusunda Rahmet Peygamberi'nin Ebû Zerr'e yaptığı tavsiye son derece dikkat çekicidir: “Çorba pişirdiğinde suyunu biraz fazla koy, sonra komşularına bak, uygun bir şekilde çorbandan onlara da ikram et.”

Komşuyla iyi ilişkilerin sürdürülmesini tavsiye eden Allah Resûlü, kendisi için istediğini kardeşi/komşusu için istemeyen kimsenin (gerçek mânâda) iman etmiş olmayacağını belirtmiştir.

Abdullah b. Amr'ın (ra) evinde bir koyun kesildi. Geldiğinde ailesine, 'Yahudi komşumuza ikram ettiniz mi?' diye ısrarla sordu. Ardından da şunları söyledi: 'Resûlullah'ı şöyle derken işittim: 'Cebrail bana komşu hakkından o kadar çok bahsetti ki komşuyu komşuya mirasçı kılacak zannettim.'

“Bir Müslüman öldüğünde, en yakın komşularından üç hane halkı kendisinin iyi bir insan olduğuna şahitlik ederlerse, Yüce Allah, 'Bildikleri kadarıyla şahitlikte bulunan kullarımın şahitliğini kabul ettim ve (onun hakkında) kendi bildiklerimi de bağışladım.' buyurur.”

Komşu hakkındaki nebevî uyarılara kulak veren bir mümin, komşuya zarar verecek veya onu rahatsız edecek davranışlardan kesinlikle uzak duracak, kendisi için arzu ettiğini onun için de arzu edecek, kendisi için istemediğini onun için de istemeyecektir. Çünkü komşu olması ona bir ayrıcalık sağlamaktadır.

Kendisi için ne iyi komşu diye şiirler söylenen Sevgili Peygamberimiz, komşunun gözetilip kollanmasını, iyi yönlerinin anlatılmasını istemiş, onun hoş olmayan ve özel hayatla ilgili hâllerinin ifşa edilmesini ise yasaklamıştır.

 

Dostluk

Bir topluluğu sevdiği halde onlarla birlikte olamayan kimsenin durumu kendisine sorulduğunda da Sevgili Peygamberimiz, "Kişi sevdiğiyle beraberdir." müjdesini vermiştir. Seven ve tüm kalbiyle sevdiklerine tabi olan ve onlara özenen insan, hiç görüşmemiş olsa bile onların dostluklarını kazanacak ve ebedi alemde o sevdikleriyle birlikte olacaktır.

İki insan arasında sıradan bir ilişkinin çok ötesinde derin bir sevgi ve saygıyı ifade eden dostluk, insan olmanın bir gereğidir. Allah Resulü, "Mümin cana yakındır. (İnsanlarla) yakınlık kurmayan ve kendisiyle dostluk kurulamayan kimsede hayır yoktur.” buyurmuştur. Bununla birlikte, "Kişi dostunun dini üzeredir. Bu yüzden her biriniz, kiminle dostluk ettiğine dikkat etsin. "

Kutlu Nebi, arkadaşın kişi üzerindeki etkisini, dolayısıyla iyi arkadaşın önemini bir örnekle anlatmıştır: "İyi arkadaşla kötü arkadaşın örneği, misk taşıyan kimse ile körük üfüren kimse gibidir. Misk taşıyan ya sana onu ikram eder yahut sen ondan (miski) satın alırsın ya da ondan güzel bir koku duyarsın. Körük üfüren kimse ise ya elbiseni yakar ya da ondan kötü bir koku duyarsın!"

İnsanlar arası ilişkilerde iyilikle kötülüğün aynı olmadığını belirten Yüce Rabbimiz, " ... Kötülüğü en güzel şekilde sav. Bir de bakarsın ki seninle arasında düşmanlık bulunan kimse sanki sıcak bir dost oluvermiştir." buyurmaktadır.[92]

Bununla birlikte Hz. Ali, "Sevdiğini ölçülü sev, belki bir gün düşmanın olur. Nefret ettiğinden de ölçülü nefret et, belki bir gün dostun olur." uyarısında bulunmuştur. Sevgili Peygamberimiz, “Mümin bir delikten iki here sokulmaz!" buyurarak dostluk ve arkadaşlık ilişkilerinde uyanık olunmasını istemektedir.

Dostluk, karşılıklı saygı ve değer vermeyle gerçekleştirilebilir. Dolayısıyla, kadim zamanlardan beri söylenen, "Senin kendisine verdiğin değeri sana vermeyen insanların sohbetinde hayır yoktur." vecizesi unutulmamalı, dost edinirken dikkatli ve seçici davranılmalıdır.

Allah Resulü, "Üç haslet vardır ki onlar kimde bulunursa Allah onun hesabını kolaylaştırır ve onu rahmetiyle cennetine sokar." Meraklanan ashabı, "Bunlar nedir ya Resulallah?" diye sorduklarında Peygamberimiz,

"Sana vermeyene vermen, sana zulmedeni affetmen ve sana gelmeyene gitmendir." der." Bunları yaptığımda elde edeceğim şey nedir?" diye soran sahabiye ise "Kolayca vereceğin bir hesap ve Allah’ın rahmetiyle cennete girmen." diye cevap verir.

Sevgili Peygamberimiz, “kişinin baba dostuna yaptığı iyiliği, iyiliklerin en iyisi" olarak nitelendirmiştir.

Hz. Ömer, ilgilendiği bir davada şahitlik yapacak kişiye, "Seni tanımıyorum, gerçi seni tanımamam şahitliğine engel değil ama yine de seni tanıyan birini getir." der. Orada bulunanlardan biri, "Ben bu kişiyi tanıyorum." diye konuşmaya katılır. Hz. Ömer ona dönerek, "Nasıl bilirsin?" diye sorduğunda, "Adil ve şerefli biri olarak bilirim." diye cevap verir. Ancak bu kısa cevapla yetinmeyen Hz. Ömer sormaya devam eder: "Gecesini gündüzünü, gelenini gidenini bildiğin yakın komşun mu?" Karşısındaki kişi, "Hayır." diye yanıtlar. "Dini hassasiyetini ortaya koyan ticari bir ilişkiniz oldu mu?" diye sorduğunda adam, "Hayır." diye yanıtlar. "Güzel ahlakını belirgin bir şekilde gördüğün bir yolculuğunuz oldu mu?" sorusuna tekrar, "Hayır." cevabını alınca Hz. Ömer, "Sen onu tanımıyorsun." diyerek tanımanın göz aşinalığından farklı bir şey olduğuna dikkat çeker. Ardından da şahitlik yapacak kişiye dönerek, "Git, seni tanıyan birini getir." der.

 

 

Selamlaşma

Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Size, yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir iş göstereyim mi? Aranızda selâmı yayın.”

Bir adam Resûlullah'a, “İslâm'da hangi davranış daha hayırlıdır?” diye sorunca Hz. Peygamber şöyle cevap vermiştir: “(Başkalarına) yemek yedirmen, tanıdığına ve tanımadığına selâm vermen.”

Resûl-i Ekrem kişinin yalnızca tanıdığı kimselere selâm vermesini kıyamet alâmeti olarak nitelendirmiştir.

Selâm vermeyi “sadaka” olarak nitelendiren Resûl-i Ekrem, kendi sağlığında selâmlaşmaya büyük önem vermiş, erkek kadın, genç yaşlı kimseyi selâmından mahrum bırakmamıştır. Özellikle kadınlara ve çocuklara selâm vererek ashâbına örneklik etmiştir.

İslâm'da “selâm”, barışın ve güvenin sembolü, iyi niyetin göstergesidir. Müslümanlar, bu güzel ve anlamlı sözcükle birbirlerine selâmetin kaynağı olan Allah-ü Teâlâ'nın korumasını dileyerek en güzel duayı yapmaktadır.

Daha önce de söylediğimiz gibi Merhaba, günaydın vs de selâmlaşmadır. Ancak dikkat edilirse bunları selamdan ayıran en önemli husus selamın ayrıca bir "dua" özelliği taşımasıdır.

Selamın "dua" fonksiyonunu Resulullah'ın şu sözünde görürüz:

Zaman zaman mezarlığa gidip, “Selâm size ey müminler diyarı! Size yarın verileceği vaad olunan şey verilmiştir. Sizler bekletilmedesiniz, inşallah biz de size katılacağız.”

Cennetin kapılarını açmak mecazi bir ifadedir yani yaşamı cennetleştirmektir, yani yaşamda güvenin Kapısını açmaktır

 

Hediyeleşmek

Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:

“Hediyeleşin. Çünkü hediye, gönülden kini söküp atar…”

Bir gün Hz. Peygamber (sav) bir şey taşıyarak Hz. Aişe'nin yanından çıkan bir kadınla karşılaştı ve ona “Bu nedir?” diye sordu. Kadın, “Bunu Aişe'ye hediye ettim ama kabul etmedi.” dedi. Hz. Peygamber,  Aişe'nin yanına girince ona, “O kadının hediyesini kabul etseydin ya!” dedi.  işe, “Yâ Resûlullah, o muhtaç birisi ve getirdiği hediyeye benden daha çok ihtiyacı var.” diye cevap verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, “Peki hediyesini kabul edip ona daha iyi bir şey veremez miydin?”

Resûlullah'ın (sav) “hediyeleşme” söz konusu olduğunda hiç hoşlanmadığı şey rüşvet ve iltimas maksadıyla hediye verilmesiydi. Nitekim Hz. Peygamber, zekât toplama memuru olarak görevlendirdiği sahabe, dönüşte, “Yâ Resulallah şu sizin, şu da bana hediye edildi!” şeklinde sarf ettiği sözlere son derece üzülmüş, “Anne babanın evinde otursaydın da bir baksaydın bakalım; sana hediye veriliyor muydu verilmiyor muydu!” diyerek onu azarlamıştı.

Zira kişinin bulunduğu makam ve görev dolayısıyla verilen hediyeler insanlar arasındaki sevgi bağlarını geliştirmez. Hatta görev istismarına götürebilen bir rüşvet şekline dönüşebilir.

Rüşvet kokusu taşıyan her hediyeyi ribâ (faiz) ile eşdeğer tutan Hz. Peygamber, “Bir kimse, bir kardeşi için aracılık yapar da kardeşi de sırf aracılığı karşılığında kendisine hediye verir, o da bunu kabul ederse, faiz kapılarından büyük bir kapının önüne gelmiş demektir.” buyurmaktadır

Hz. Peygamber, “Sizin en hayırlınız, borcunu en iyi şekilde ödeyeninizdir.”

Adaleti ile tanınan Halife Ömer b. Abdülazîz'in, “Resûlullah (sav) zamanında hediye, hediye idi; bugün ise rüşvettir.” sözüne bakılırsa uhrevî muhasebe bilincinin zayıfladığı, adlî otoritenin güçlüler ve zenginler lehinde zaafa uğradığı kargaşa zamanlarında hediyenin, ismi aynı kalsa bile mahiyet değiştirerek rüşvete dönüşebileceği anlaşılmaktadır.

Sözün özü: Kendi uygulamam: Gelen hediye kişinin kendi ürettiği bir şey ise (yüksek değerde değilse) kabul ederim. Satın alınan şeylerde ise "Aynı şeyi içim sızlamadan" ben hediye edebileceksem  kabul ederim. Ancak tecrübe şunu gösteriyor;  kamu görevlisinin kolay kolay hediye kabul etmemesi gerekir.

 

Hasta ziyareti

Hastalığında ziyaret edilmeyi müminin mümin üzerindeki haklarından biri olarak nitelendiren Hz. Peygamber, şiddetli veya hafif oluşuna bakmaksızın ashabından hasta olanları ziyarete gitmiştir.

Sevgili Peygamberimiz,

"Kim güzelce abdest alır ve sevabını Allah’tan umarak (hasta olan) Müslüman kardeşini ziyaret ederse, yürünerek yetmiş yılda kat edilecek bir mesafe kadar cehennemden uzaklaştırılır." müjdesini vermiştir.

Kutlu Nebi, hastayı yoklayıp hatırını sormanın ne derece önemli olduğunu anlatırken, Yüce Rabbimizin bu davranışı kendine yapılmış bir ziyaret olarak kabul ettiğini belirtmektedir. Bu bağlamda, ahiret gününde kul ile Rabbi arasındaki hasta ziyaretinin ne anlama geldiğini öğreten karşılıklı bir konuşmayı Hz. Peygamber şu şekilde aktarmaktadır: ''Allah-ü Teala kıyamet günü, 'Ey ademoğlu! Ben hasta oldum da sen beni ziyarete gelmedin!' diyerek kuluna sitem eder. Buna şaşıran insan, 'Ya Rabbi! Sen alemlerin Rabbisin. Ben seni nasıl ziyaret edebilirdim ki?' der. Halı Teala, 'Bilmiyor muydun? Falan kulum hasta oldu ama sen onu ziyarete gelmedin. Ziyaret etseydin, beni onun yanında bulacağını bilmiyor muydun?' buyurur. "

Hastaya dua etmeyi öğütleyen Allah Resulü, "Ziyaret için bir hastanın yanına girdiğinde ondan senin için dua etmesini iste. Zira onun duası, meleklerin duası gibidir." tavsiyesinde bulunmaktadır.

Rahatsızlandığında kendisini ziyarete gelen Abdullah b. Mes'üd, "Çok ızdırabın var. Bu durum senin için iki kat ecre vesile olacaktır." dediğinde Hz. Peygamber şöyle cevap vermiştir: "Evet. Başına bir sıkıntı gelen hiçbir Müslüman yoktur ki Allah (bu sıkıntı sebebiyle) ağacın yapraklarının dökülmesi gibi onun günahlarım dökmesin."

Sevgili Peygamberimiz müminin başına gelen herhangi bir bela veya rahatsızlığın onun günahlarına kefaret olacağını belirtmiştir.

 

 

Yöneten ve yönetilen

Resulullah (sav) şöyle buyurmuştur:

“Yönetim işi ehil olmayan kimselere verildiği zaman kıyameti bekle!”

“Herhangi bir idareci, kapısını ihtiyaç sahibine, yoksula ve elinde hiçbir şeyi olmayan fakire kapatırsa, ihtiyaç ve fakirlik içine düştüğünde Allah da göğün (cennetin) kapılarını onun yüzüne kapatır.”

“Devlet otoritesi en büyük hamidir. Haksızlıklarla onun vasıtasıyla (yani hukuk yoluyla) mücadele edilir ve onun vasıtasıyla (tehlikelerden) korunulur. Şayet bu otoriteyi kullananlar, Allah’tan sakınmayı emreder ve adaletle hükmederlerse bu yaptıklarından sevap kazanırlar. Bunun aksine davranırlarsa vebalini çekerler.”

“Müslüman bir kimsenin hoşlandığı ve hoşlanmadığı her hususta (yöneticisini) dinleyip itaat etmesi gerekir; ancak kendisine Allah’a isyanı gerektiren bir şey emredilmesi hâriç”

Ebû Zer (ra) de vali olmak isteyenlerdendi. Bir gün “Ey Allah Resûlü! Bana idari görev vermiyor musun?” diye sordu. Bu isteği karşısında Allah Resûlü eli ile Ebû Zerr'in omzuna vurdu ve ona, “Ebû Zer! Sen zayıfsın. İdarecilik ise emanettir. Gerçekten hakkıyla yerine getirmeyen ve gereğini eda etmeyenler için bu vazife kıyamet gününde rezillik ve pişmanlıktır.” buyurdu.

O hâlde, Efendimizin ona yöneticilik vazifesi vermemesi, ahlâkî yönden bir noksanlığı olduğu için değil, idareciliği hakkıyla yerine getirmesini sağlayan özel meziyetlere sahip olmamasından kaynaklanıyordu.

Çünkü yöneticilik için sadece ahlâkın güzel olması yeterli değildi. Bunun yanında idarecinin karşılaşacağı durumlar ile baş edebilmesi için özel kabiliyetlere sahip olması gerekiyordu.

İdarecilik, kişinin omuzlarına yüklenen en ağır sorumluluklardan biri idi. Sevgili Peygamberimiz bu sorumluluğu,

“Hepiniz birer çobansınız/sorumlusunuz ve hepiniz yönettiklerinizden mesulsünüz. Devlet başkanı bir sorumludur ve yönettiklerinden mesuldür. Evin beyi bir sorumludur ve yönettiklerinden mesuldür. Evin hanımı da bir sorumludur ve yönettiklerinden mesuldür.”

İnsanların sorumluluğunu üstlenip bunu hakkıyla taşıyabilmek ise herkesin başarabileceği bir iş değildi. Bu nedenle Allah Resûlü, idarecilerin seçimine çok önem vermişti. Yöneticiliği en iyi şekilde yerine getirmek ancak âdil davranmak ile mümkün idi. Adalet ise yöneticinin liyakatli olması ile gerçekleşebilirdi.

Resûlullah’a kıyamet ne zaman kopacak diye soran sahabiye; “Emanet zayi edildiği zaman kıyameti bekle!” diye buyurdu Allah’ın Resûlü. Bedevî, “Emaneti zayi etmek nasıl olur?” diye sorduğunda ise Resulullah, “Yönetim işi ehil olmayan kimselere verildiği zaman kıyameti bekle!” buyurdu. 

Allah Resûlü, insanların idareciliğe getirilmesinde liyakat sahibi olmayı en önemli kıstas olarak belirlemişti. Ancak kişilerin kendilerini ehliyetli görerek idarecilik arzusuyla görev talebinde bulunmalarını hoş karşılamamıştı.

Aslında Allah Resûlü, nefsî arzuları tatmin için yöneticilik talep etmeyi yasaklamıştı. Fakat idarenin ehil olmayan kimselerin eline geçmemesi için, liyakatli olanların yöneticilik talep etmesi ve hizmet için koşması, hizmete koşması da mümkündü. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de bildirildiğine göre, Hz. Yusuf zindandan çıkınca Mısır hükümdarına, “Beni ülkenin hazinelerine bakmakla görevlendir. Çünkü ben iyi bir koruyucu ve bilgili bir kişiyim.” demiş ve hükümdar da güvenilir ve ilim sahibi bir kimse olduğunu bildiği için onun bu talebini kabul etmişti.

Allah Resûlü' nün idarecilerden yapmalarını istediği ilk şey, yönetimlerinde âdil davranmalarıdır.

İdareciliğe getirilen kişinin halkın problemleriyle ilgilenmesi beklenir. Çünkü Allah Resûlü' nün sünnetine göre idarecilik, halk için sorumluluğu üstlenmeyi, onlar için gayret etmeyi gerektirir.

“Müslümanların idaresini üstlenip de onlar için çalışmayan ve onları doğruya yönlendirmeyen yönetici, onlarla birlikte cennete giremez.”  buyurmaktadır.

“Allah’ın, bir gruba yönetici yaptığı kişi, o grubu doğruya yönlendirmek için çaba sarf etmezse, cennetin kokusunu dahi alamaz.”

Allah Resûlü yönetimde önemli konularda ashâbıyla sürekli istişare hâlinde olmuş ve kararlarını istişareler sonucunda vermiştir.

Allah Resûlü yöneticilerin halka sû-i zanda bulunarak şüpheli muamelesi yapmamalarını istemiştir. Böyle bir tavır içerisine girmenin tehlikesini ise şöyle ifade etmiştir: “Bir yönetici, idaresi altında bulunan kimselere sû-i zan ile muamele yapmaya kalkışacak olursa onları fesada sürükler.”

“Herhangi bir idareci kapısını ihtiyaç sahibine, yoksula ve elinde hiçbir şeyi olmayan bir fakire kapatırsa, ihtiyaç ve fakirlik içine düştüğünde Allah da göğün (cennetin) kapılarını onun yüzüne kapatır.”

Peygamberimizin tanımladığı âdil yönetici, yönettiklerinin dertlerini dinler, onlara çözümler bulur, onların her türlü ihtiyacını gidermeye çalışır, onlara hoş muamele eder, hiçbir fark gözetmeksizin eşit davranır, adam kayırma, rüşvet gibi yöntemlere başvurmaz. Hak etmediği şeye el uzatmaz, yalan söylemez, halkının güvenini kazanır... Adaletle yönetilen böyle bir toplumda huzur ve barış hâkim olur. İsyan, kargaşa ve terör bu toplumdan uzak olur

Allah Resûlü Veda Haccı'nda toplanan büyük kalabalığa da,

                “Ey insanlar! Allah karşı sorumluluk bilinci içerisinde olun. Sizin başınıza kulağı kesik Habeşli bir köle bile getirilmiş olsa Allah’ın Kitabı'na göre hareket edip size de onu uyguladığı sürece emirlerini dinleyin ve itaat edin!” şeklinde seslenmiştir.

Sevgili Peygamberimiz yöneticiye karşı içtenlikle davranmayı en doğru işlerden kabul etmiş, yönetici zalim olduğunda ise onun karşısında hakkı söylemeyi cihadın en faziletlisi olarak nitelemiştir.

Resulullah bir başka hadiste şöyle buyurmuştur:

 

“Müslüman bir kimsenin hoşlandığı ve hoşlanmadığı her hususta (yöneticisini) dinleyip itaat etmesi gerekir; ancak kendisine Allah’a isyanı gerektiren bir şey emredilmesi hâriç. Eğer kendisine Allah’a isyanı gerektiren bir emir verilirse, bunu dinleme ve buna itaat etme yoktur.”  buyurmuştur.

 

Adalet

Resûlullah (sav) şöyle demiştir.

Yedi sınıf insan vardır ki Allah onları gölgesinden (himayesinden) başka gölgenin (himayenin) olmadığı günde, bizzat kendi gölgesinde (himaye edecektir) gölgelendirecektir: Âdil yönetici,...”

Yönettikleri insanlara, ailelerine ve sorumlu oldukları kişilere karşı adaletli davrananlar, Allah katında, Rahmân'ın yanında nurdan minberler üzerinde ağırlanacaklar.”

Adalet kayıtsız şartsız eşitlik olarak anlaşılmamalıdır. Adalet, her hak sahibine hakkının verilmesidir. Mutlak eşitlik prensibi ile hareket etmek her zaman adaleti sağlamayabilir

Peygamber Efendimizin vefatına yakın bir zamanda verdiği şu mesaj çok manidardır: “Ey insanlar! Şunu iyi biliniz ki Rabbiniz birdir, babanız da birdir. Arap'ın Arap olmayana, Arap olmayanın Arap'a, beyaz tenlinin siyaha, siyah tenlinin de beyaza bir üstünlüğü yoktur.”

Resulullah, adalet bilincin hâkim olduğu bir ailede yetişen çocuk, gelecekte hayata atıldığı zaman kendine karşı olduğu gibi diğer bütün insanlara da adalet ile muamelede bulunacaktır.

Resullulallah’ ın verdiği müjdeye göre, âdil yönetici, duaları reddedilmeyen üç grup insandan biridir.

Peygamber Efendimiz Allah’u Teâlâ' kıyamette adil yöneticiyi, kendi özel himayesinde tutacağı yedi sınıf insandan ilki olarak zikretmiştir. Bu büyük günde Allah’ın en çok kızdığı kişiler ise en şiddetli azaba uğrayacak olan zalim idareciler olacaktır.

“Sizden önceki insanlar şu yüzden helâk oldular: Onların ileri gelenlerinden biri hırsızlık yaptığında onu bırakırlar, güçsüz ve zayıf biri çaldığında ise onu cezalandırır"

Hayatın her alanında adalet söz konusudur. Devlet yetkilisi halkına, âmir memuruna, baba çocuklarına, öğretmen öğrencisine, satıcı müşterisine, işçi işverenine, ev sahibi kiracısına, kısacası herkes muhatabına karşı âdil olmalıdır.

 

 

Haklara riayet

Peygamber (Sav) şöyle buyurdu:

Allah’ın kulları üzerindeki hakkı, Allah’a ibadet etmeleri ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmamalarıdır. Kulların Yüce Allah üzerindeki hakkı ise kendisine ortak koşmayan kimselere azap etmemesidir.”

“Müslüman'ın Müslüman üzerindeki hakkı beştir: Selâmı almak, hastayı ziyaret etmek, cenazeye katılmak, davete icabet etmek ve aksırana Allah’tan  rahmet dilemek.”

“Kim kardeşine haksızlık etmişse, onunla helalleşsin…

Allah’ın kulları üzerindeki hakkı, kendisine hiçbir şeyi ortak koşmamaları ve O'na ibadet etmeleridir. Bunu yaptıkları takdirde kulların Allah üzerindeki hakkı: Allah’ın onlara azap etmemesi, onları cennetine koymasıdır.”

Allah’ın hakları, sadece ibadetleri değil, bütün fertlerin yararını ilgilendiren toplumsal konuları da kapsamaktadır.

Toplumda bir haksızlığı önlemek veya hakkı tespit etmek amacıyla Allah rızası için şahitlik yapılmasını isteyen âyetler bu kapsamdadır. Aynı şekilde toplum düzenini sağlamak için verilen cezaların da Allah hakkı olduğu kabul edilmiştir. Peygamber Efendimizin, zekâtı vermenin Allah hakkı olduğunu bildiren hadisleri de yine aynı yöndedir.

Resulullah, ibadete düşkünlüğünden dolayı Abdullah'ı çok severdi. Bir müminin ibadet etmesi ve bu şekilde kulluk bilincini ortaya koyması şüphesiz her türlü övgünün üstündeydi ama her şeyin de bir ölçüsü vardı. Abdullah devamlı oruç tutmakta, gece gündüz demeden namaz kılmaktaydı. Bu sebeple günlük hayatın gereklerini yerine getirmiyor, eşini ve çocuklarını ihmal ediyordu. Durumu haber alan Allah Resûlü onunla konuşmak istedi:

“Hiç ara vermeden, peş peşe sürekli oruç tutuyor, geceleri de sürekli namaz kılıyormuşsun. Aman böyle yapma. Çünkü senin üzerinde gözünün hakkı var, nefsinin hakkı var, ailenin (eşinin) hakkı var. Bazı günler oruç tut, bazen tutma. Namaz kıl, uykunu da uyu. On günde bir oruç tutsan, diğer dokuz gün için de sevap alırsın.”

“Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”[93]  âyetinde de dikkat çekildiği üzere ibadet, insanın varlık sebebidir. Buna rağmen Allah Resûlü, böylesine önemli olan ibadetin, belirli ve insanın gücüne göre tespit edilmiş ölçüler içinde yerine getirilmesini istemiştir.

Hayat hakkı yanında, mal mülk gibi maddî değerlerin; izzet, şeref ve namus gibi kişilik değerlerinin korunması da temel haklardandır. Nitekim Resulullah bütün insanlığa hitaben şöyle buyurur:

(Ey insanlar!) Bu (Zilhicce) ayınız da, bu (Mekke) şehriniz de, bu (arefe) gününüz de nasıl saygın ise, kanlarınız, mallarınız ve ırzlarınız (şeref ve namuslarınız) da aynı şekilde saygın (dokunulmaz)dır.”

Hz. Peygamber (sav) (namazın sonunda) selâm verdiği zaman;

“Allâhümme ente's-selâmü ve minke's-selâm, tebârekte yâ ze'l-celâli ve'l-ikrâm.” (Allah'ım! Sen barış ve esenliksin, barış ve esenlik senden gelir. Yücelik ve ikram sahibi olan Allah'ım! Sen ne mübareksin.) derdi.

Dinimiz tüm inananların kardeş olduğunu ilân etmiş, bu kardeşliği pekiştirecek işleri yapmalarını inananlardan istemiştir. Bu noktada Hz. Peygamber bir Müslüman'ın diğerine üç günden fazla dargın durmasını yasaklamıştır. Ayrıca iki kişinin arasını düzeltmenin nafile oruç, namaz ve sadakadan daha üstün bir davranış olduğunu söylemiş, iki insanın arasını açmanın da barışın kökünü kazıyan bir davranış olduğunu belirtmiştir.

İnsanlık, kurtuluşu, refahı, huzuru maddede aradıkça, insan hayatı değersizleşmiş, kıymetini yitirmiştir. Oysaki Allah Teâlâ, insan hayatını mukaddes kabul etmiş, ona çok büyük ehemmiyet vermiş, haksız yere bir kişiyi öldürmeyi bütün insanlığı öldürmek, bir insanın hayatını kurtararak yaşamasına vesile olmayı da bütün insanları yaşatmak olarak nitelendirmiştir.

 

Şiddet

En azılı düşmanlarına karşı dahi şiddete başvurmayan Rahmet Peygamberi, Müslümanların da hiçbir şekilde şiddete başvurmalarına müsaade etmedi.

 

Şiddet, genellikle hak ve adaletten uzaklaşmış idareciler tarafından bir yöntem olarak kullanıla geldiği için Hz. Ömer de bu hususta valilerini uyarma ihtiyacı hissetmişti. O, şiddet ve baskının Müslüman idarecilerin tavrı olamayacağını belirttiği bir konuşmasında insanlara şöyle seslenmişti:

“...Allah’a yemin ederim ki memurlarımı (valilerimi) sizi dövsünler mallarınızı haksız yere alsınlar diye göndermiyorum. Bilakis size dininizi ve dininizi nasıl yaşayacağınızı öğretsinler diye gönderiyorum. Bunlardan farklı bir muameleye tâbi tutulanınız olursa derhâl bana bildirsin. Canım elinde bulunan Allah yemin ederim ki, böyle bir şey yapan memuruma kısas uygulayacağım (yaptığının aynısıyla cezalandıracağım).”

Hz. Ömer'in sözlerinden de anlaşılacağı üzere insana hizmet etmek için var olan idarecilerin halkı terbiye etmek ve kendilerine itaatkâr hâle getirmek için şiddet içeren uygulamalarda bulunması Peygamberin getirdiği dinin ruhuyla bağdaşmamaktadır.

Toplumda huzuru sağlamak ve insanları barış içerisinde bir arada yaşatmak İslâm'ın temel hedefidir.

Bunun sağlanabilmesi için bütün insanlara eşit davranmak, temel hak ve özgürlüklere saygı göstermek gerekmektedir. Allah Resûlü, insanlara şiddet uygulamak bir yana, inanç, renk, ırk, makam, cinsiyet ve yaş ayırt etmeden herkese karşı şefkatli ve merhametli davranmıştı. Nitekim sevgili eşi Hz. Âişe, Resûlullah (sav), Allah yolunda cihad hâriç eliyle hiç kimseye vurmadı. Ne bir kadına ne de bir hizmetçiye!..” diyerek buna dikkat çekmişti.

Kim bir zimmîye (anlaşmalı Müslüman olmayan vatandaşa) zulmedip onun hakkını vermezse, ona gücünün yetmediği bir yük yüklerse veya rızası olmaksızın ondan bir şey alırsa kıyamet günü ben onun hasmı olacağım.” buyuran Hz. Resulullah, gayrimüslim bile olsa insanların haksızlığa ve şiddete maruz bırakılamayacaklarını belirtmişti.

Nitekim bir defasında Medine çarşısında malını pazarlarken, “Musa'yı bütün âlemlere üstün kılan Allah’a yemin ederim.” diyen bir Yahudi ile onun bu yemininden hoşlanmayan bir Müslüman arasında çıkan tartışmada, ensardan bir tokat yiyen Yahudi, devletin güvencesi altında olduğu için durumu hemen Allah Resûlü'ne iletmiş, insanlığın Peygamberi ise Medineli sahâbînin bu yaptığına çok öfkelenmişti.

Yine bir keresinde ganimet develerini çalanların peşine düşüp onları geri getiren Seleme b. Ekvâ'ın, develeri çalanların üzerine askeri birlik gönderilmesini istemesi üzerine, “Ey Ekvâ oğlu! Sen alacağını aldın, onları affet, şiddete başvurma!” buyuran Hz. Peygamberin, kime karşı olursa olsun şiddete başvurmayı yasaklamıştır.

Şiddet denilince akla ilk gelen şey, fiziksel taciz olmakla birlikte, bunun dışında şiddetin bir de psikolojik ve mânevî olanı vardır ki onun insan üzerinde meydana getirdiği tahribatın telâfisi çok daha zordur. İnsana hakaret etmek, onu aşağılamak ve sözle veya değişik işaretlerle onunla alay etmek psikolojik şiddet türlerindendir. İnsanın kişilik gelişimini engelleyen ve onu mânevî baskı altında tutan bu tür davranışlar kabul edilemez.

Yüce Allah, “İnsanları arkadan çekiştirip, kaş göz hareketleriyle alay edenlere yazıklar olsun!”  âyetiyle, kaş göz hareketleri ve benzeri işaretlerle de olsa insanlarla alay etmeyi, onları ayıplamayı, başkalarına kusur ve eksiklik isnat ederek toplumda küçük düşürmeyi yasaklamıştır.

Müslümanlar için uyulacak en güzel örnek olan Hz. Peygamber, insanların ibadet yaparken bile sağlıklarını bozacak davranışlardan kaçınmalarını istemiştir. Nitekim bir adam hac ibadetini yürüyerek yapmayı adamış, fakat yürümeye mecali kalmadığı için iki kişinin omuzlarına tutunarak yürümeye başlamıştı. Hz. Peygamber adamı bu hâlde görünce, “Bu adama ne oldu?” diye sormuş, adamın Kâbe'ye yürüyerek gitmeyi adadığı kendisine söylenmişti. Bunun üzerine, “Bu adamın kendine eziyet etmesine Allah’ın ihtiyacı yoktur. Ona söyleyin de bineğine binsin!” buyurmuştu.

 

 

Emri bil maruf (İyiliği emretmek)

Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur.

 

“Bir kötülük gören kişi, eli ile değiştirmeye gücü yetiyorsa onu eli ile değiştirsin. Buna gücü yetmez ise dili ile değiştirsin. Buna da gücü yetmezse kalbi ile (o kötülüğe) tavır koysun, (onu hoş görmesin). Ve bu da imanın asgarî gereğidir.”

“Küçüğümüze merhamet etmeyen, büyüğümüze saygı göstermeyen ve iyiliği emredip/teşvik edip kötülükten sakındırmayan/uzaklaştırmayan bizden değildir.”

“Aralarında günahlar işlenip durduğu hâlde bu günahları işleyenlerden daha güçlü ve onları engellemeye muktedir iken bunu yapmayan topluluğun hepsine birden Yüce Allah azap verir.”

“Bir kötülük gören kişi, eli ile değiştirmeye gücü yetiyorsa onu eli ile değiştirsin. Buna gücü yetmez ise dili ile değiştirsin. Buna da gücü yetmezse kalbi ile (o kötülüğe) tavır koysun (onu hoş görmesin). Ve bu da imanın asgarî gereğidir.”  buyurmuş, yapılan kötülükten rahatsızlık duymayan kişinin kalbinde ise zerre kadar imanın bulunmadığını ifade etmiştir.

Başkasına iyilikleri telkin edip kötülüklerden uzaklaşmasını öğütleyen kişi, öncelikle özeleştiri yapmalı, kendisinde bu söylediklerine muhalif bir özellik olup olmadığını gözden geçirmeli, başkalarından önce kendini düzeltmelidir.

İyiliği tavsiye edip kötülükten uzaklaştırmaya çalışmada üslûp çok önemlidir. Bu görevi yerine getiren kişiler müjdeleyici ve kolaylaştırıcı olmalı, nefret ettirici ve zorlaştırıcı olmamalı, insanları hikmetle ve güzel öğütle iyiliğe çağırmalı ve onlara yumuşak, hoşgörülü ve merhametli davranmalıdır.

“Sizden, hayra çağıran, iyiliği teşvik edip kötülükten sakındıran bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.”  

âyetinde ifade edildiği üzere, İslâm dininde bu görevi üstlenen özel bir topluluğun olması öngörülmüştür. Bu amaçla İslâm tarihinde “hisbe” adı verilen bir teşkilat oluşturulmuştur. Kamu hukukuna dair meselelerle ilgilenen bu kurum emir bi'l-ma'rûf ve nehiy ani'l-münkeri yerine getirmede birtakım özel yetkilerle donatılmış, yetkisini aşan durumlarda ise olayları mahkemeye havale etmiştir.

 

 

Cihat

Gerçek anlamda cihad Allah’ın rızasını kazanmak ve Allah’ın hak mesajını üstün tutmak amacıyla yapılırdı. Bu ise bazen mal bazen el bazen dil ve gerektiğinde can ile Allah yolunda mücadele etmek anlamına geliyordu. Bu mücadele öncelikle insanın kendi nefsi ile olan cihadı ile başlıyordu. Çünkü Yüce Rabbimiz,

 

“Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun...” buyuruyordu.

 

Müslüman'ın nefsi ile olan cihadı, dinî konulardaki cehaletin giderilmesi ile başlar. Kişinin İslâm'ı en güzel şekilde öğrenip hayatını ona göre tanzim etmesi cihadın bireysel boyutunu teşkil etmektedir. Fakat dinin emir ve yasaklarının öğrenilmesinin yanında bunların uygulanmasında insanın karşılaşacağı birtakım zorluklar da vardır. Bunların başında ise insanı kötülüğe sevk eden nefis vardır. Bunun için Peygamber Efendimiz,

 

“...Mücahid, Allah’a itaat yolunda nefsi ile cihad edendir...”  buyurarak nefsin arzuları ile baş etmenin zorluğuna işaret etmiştir.

Dünyanın, insanı aldatan her türlü meşgalesini bir kenara bırakıp Allah rızasına uygun bir hayat yaşayabilmek gerçekten de kolay bir iş değildir. İşte kişi, kendi nefsi ile olan cihadında başarılı olabilirse, o zaman İslâm düşmanlarına karşı olan cihadında da zafer elde edebilir.

Müslümanların ordusuyla ve caydırıcı bir güç olan silahlı kuvvetleriyle her an savaşa hazır olması, İslâm'a ve Müslümanlara karşı tehdit oluşturan unsurları caydırmaya yönelik bir tedbirdir. Yüce Rabbimiz bu hususu, Hz. Peygamber dönemindeki askerî güç ve imkânları hatırlatarak şöyle ifade etmektedir:

“Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve savaş atları hazırlayın. Onlarla Allah’ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve bunlardan başka sizin bilmediğiniz fakat Allah’ın bildiği diğer düşmanları korkutursunuz. Allah yolunda her ne harcarsanız karşılığı size tam olarak ödenir. Size zulmedilmez.” [94]

Yüce Rabbimizin bizlere savaşa hazırlık yapmamız konusundaki bu emrindeki “savaş atları hazırlama” ifadesi sembolik bir ifadedir. Çağımızdaki karşılığının ise her türlü savaş stratejisi, sıcak savaş için düşmana karşı caydırıcılık özelliği taşıyan gerekli modern silahların yanında soğuk savaş için kullanılan internet, televizyon, radyo gibi basın yayın araçları, çeşitli okullar, üniversiteler gibi araçlar olduğu düşünülebilir.

Cihad haksız bir saldırı ve yok etme mücadelesi değil, aksine savunma, Müslüman'ın vatanında kimliği ve kişiliği ile var olma ve kendi istiklâl ve bağımsızlığını koruma yanında zulme ve zalime karşı milletinin hukukunu savunma çabasıdır. Hakkı tutup kaldırmak ve yeryüzünde hakkın ve adaletin hâkim olmasını sağlamaya çalışmaktır. Zulme ve zalime karşı hakkı savunmak bazen kalemle bazen kelâmla olur.

Cihad yapmak eline silahı alıp körü körüne düşman üzerine yürümek de değildir. Bilinçsizce yapılan bireysel şiddet uygulamaları asla cihad değildir. Son yıllarda görülen ve Müslümanlara mal edilen şiddet olaylarını, İslâm'ın mukaddes mefhumlarından bir olan cihad ile yan yana getirmek mümkün değildir. Hele hele din adına kimi aldatılmış insanların intihar saldırılarını caiz görmek, cihad kapsamında saymak hiç mümkün değildir. Bu kabil tedhiş hareketleri, ne İslâm'ın ve ne de insanlığın yüksek değerleri ile bağdaşır. Bunlar insanlığa karşı hunharca işlenmiş büyük cinayet girişimleridir.

 

 

Şehitlik

Şehitlik, Allah yolunda canını vermeye hazır bir mümin için, iki güzellikten biridir. Savaşta şehit olmayıp sağ olarak geri dönenler ise gazilikle şereflenir. Resûlullah ise Allah’ın rızasını kazanmak için savaşa çıkan ve bunun gereğini en güzel şekilde yerine getiren kişinin uykusunun da uyanıklığının da sevap kazandıracağını bildirmiş ve gazileri “Allah’ın elçileri olarak tanımlamıştır.

 

 

Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur.

“Ölüp de Allah katında hayırlı bir mertebeye erişen kullar içinde, şehitten başka hiç kimse kendisine içindekilerle birlikte dünya verilecek olsa bile yeniden dünyaya gelmek istemez. Şehit, şehitliğin ne kadar üstün bir mertebe olduğunu gördüğü için, dünyaya dönüp bir kez daha şehit olmayı arzular. ”

“Kim içtenlikle Allah için  şehit olmayı dilerse yatağında bile ölse Allah onu şehitlerin makamlarına ulaştırır.”

Allah’ın belirlediği şekilde hayatını devam ettiren kişilerin karşılaştıkları çeşitli bela ve musibetlerin kendilerine mükâfat olacağı belirtilmiştir.

Allah Resûlü ibadetlerini istenilen şekilde yerine getirirken bela ve musibetlerle karşılaşan, bu durumda da Allah’a isyan etmeyerek sabreden insanların da şehitlik mertebesine ulaşacaklarını bildirmiştir.

 

Zulüm

Zulüm, haksızlık etmek, hak sahibine hakkını vermemek, bir şeyi lâyığı olmayan yerde kullanmaktır.

Şirki en büyük zulüm olarak takdim eden Yüce Allah, “Ben zulmü kendime ve kullarıma haram kıldım. O hâlde siz de birbirinize zulmetmeyin.” buyurur.

"Bir kimse, komşusu onun kötü davranışlarından güvende olmadığı sürece iman etmiş olmaz." buyuran Hz. Peygamber (sav), komşuluk ilişkilerinde olumsuz davranışlarda bulunmayı da “zulüm ve haksızlık” olarak nitelendirmiştir.

Peygamberimiz (sav); “Zalim de olsa mazlum da olsa kardeşinize yardım edin.” buyurmuştur. Bir sahâbe "Kişi zalimse ona nasıl yardım edeceğiz?” diye sorunca Peygamberimiz: "Zulüm yapmasına engel olursun." buyurmuştur.

Bir haksızlığa şahit olan herkes (gücü nispetinde), en az haksızlığa uğrayan kişi kadar zulme karşı koymak, direnmek ve engellemeye çalışmakla sorumludur.

Resûlullah (sav) “...Mazlumun bedduasından sakın. Çünkü onunla Allah arasında hiçbir perde yoktur.” demiş, mazlumun bedduasını almamaları konusunda insanları uyarmıştır.

 

Dünya ve ahiret

Hz. Enes b. Mâlik de Allah Resûlü’nün en çok yaptığı duanın, “Allah'ım, bize dünyada iyilik ver, âhirette de iyilik ver ve bizi cehennem azabından koru!”

 

Resûl-i Ekrem, dünya ile âhiret hayatını son derece çarpıcı bir benzetme ile mukayese etmektedir: Vallahi, âhiretin yanında dünya, ancak birinizin parmağını denize daldırması gibidir; (parmağının) ne (kadar su) ile döneceğine bir baksın! ”

Allah Resûlü'ne ait bir hadis olmasa da hikmetli ve özlü bir söz olan, “Hiç ölmeyecekmişsin gibi dünyan için, yarın ölecekmişsin gibi âhiretin için çalış!” şeklindeki meşhur deyiş de dünya ve âhiret dengesini vurgular.

Yüce Allah dünya ve âhiret hayatlarını bir ölçü ve denge içinde yaşayan ve “Ne ticaretin ne de alışverişin kendilerini Allah'ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyamadığı insanlardan” övgüyle söz eder.

 

 

 

 

 

Dünyevileşmek

Kişinin Allah’a karşı olan sorumluluklarını unutup ahirete yönelik hazırlık yapmaması dünyevileştiğinin göstergelerindendir.

 

Allah Resûlü, Kur'ân-ı Kerîm'de gelip geçici olduğu defalarca belirtilen dünya hayatı için aşırı derecede hırs yapılmasını anlamsız buluyordu. Bir gün Tekâsür sûresini okurken ağzından,

“Âdemoğlu, 'Malım, malım!' der. Ey âdemoğlu! Acaba yiyip tükettiğinden, giyip eskittiğinden ve sadaka verip (âhirette karşılığını almak üzere) önden gönderdiğinden başkası senin malın mıdır?”Kendisi ölür gider, malını insanlara bırakır.” cümleleri dökülüvermişti.

Bir defasında da Hz. Peygamber (sav), yeryüzünün bolluk ve nimetlerinin aldatıcı cazibesine dair ashâbına uyarılarda bulunurken onlardan biri,

“Hiç hayır (mal), şer getirir mi?” diye sormuştu. “Elbette hayır (mal) ancak hayır getirir.” karşılığını veren Efendimiz, “Bu dünya malı göz alıcı ve tatlıdır. Ne mutlu sahip olduğu maldan yoksullara, yetimlere ve yolda kalmışlara verenlere! Malını haksızlık yaparak kazanan ise bir türlü doymak bilmeyen obur kimse gibidir. Kıyamet gününde bu mal onun aleyhine şahit olacaktır.” buyurmuştu.

 

Yüce Yaratıcı' nın,

“Onlar, ne ticaretin ne de alışverişin kendilerini Allah'ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoymadığı insanlardır. Onlar kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar.”[95]

şeklinde tavsif ettiği bir mümine mal elbette hayır getirir. Çünkü böyle bir kimse mala tamah etmeyecek, âhirete götüreceği sermayenin malı değil, sadece ameli olduğunu hiç hatırından çıkarmayacaktır.

Şu hâlde dünyevîleşmek, Allah'ı ve âhireti unutarak büyük bir hırsla dünyaya sarılmak, hiç yok olmayacakmış gibi dünya malına düşkün olmaktır. Dünyevî imkânları elde etmek ya da zengin olmak dünyevîleşmek değildir. Yeter ki insan elde ettiği maddî imkânların mahkûmu olmasın, onları Allah’ın rızasına uygun bir şekilde kullanabilsin.

Allah Resûlünün üzerinde durduğu temel nokta budur. Nitekim sahip olduğu malın hakkını verip şükrünü eda eden kimseler için zenginliğin olumsuz olması bir yana faydalı yönüne de işaret ederek şöyle buyurmuştur: “Takva ehli kimseler için zenginliğin bir zararı yoktur.” “İyi insan için, iyi mal ne güzeldir!”

 

İNDEX I

 

 

 

Abdest ve teyemmüm

118

Adak

129

Adam kayırma

182

Affetmek

164

Ahde vefa söze sadakat

162

Ahirete İman

88

Aile

195

Aile huzuru

201

Aldatmak

180

Allah  İsim ve Sıfatları

87

Allah İman

42

Allah’a sığınma

44

Anne ve Baba

204

Arabuluculuk

169

Azimet ve ruhsat

131

Bencillik

185

Bereket                                                

139

Bilgi (İlim)

64

Bilgi Ahlakı

72

Bir şeyi veya bir kimseyi diğerine tercih etme

160

Boşanma

202

Buhari

20

Cinler

47

Cömertlik

158

Dalkavukluk

176

Din

61

Dinde aşırılık

132

Doğru sözlü olmak

173

Dostluk

216

Dua

112

Duanın adabı

113

Dünya

58

Dünya ve ahiret

241

Dünyevileşmek

241

Evlenmek hayatı paylaşmak

197

Fal, kehanet ve büyü

101

Feraset  ( Sezgi )

76

Fıkıh ve içtihat

70

Gıybet

175

Gösteriş

191

Güzel ahlak

139

Hadis metinleri bağlamında özel ilke ve esaslar

25

Hadis Uydurma Faaliyetleri

19

Hadis ve sünnetin anlaşılmasında temel ilkeler

22

Hadisin Altın Çağı ve Sonrası

20

Hadisin değerini tespit etmek

29

Hadislerde konu edinilen varlıkları dikkate almak

30

Hadislerde melek ve şeytan temsillerini bilmek

27

Hadislerde muhatabı belirlemek

32

Hadislerde nesih olgusu

34

Hadislerdeki illet ve hikmeti tespit etmek

31

Hadislerdeki tedrîcîlik

33

Hadislerdeki teşbih, istiare, mecaz, kinaye

26

Hadisleri Kur’ân-ı Kerîm ile birlikte ele almak

23

Hadisleri Resulün gönderiliş gayesi ile değerlendirmek

24

Hadislerin söyleniş sebeplerini tespit etmek

25

Hadis-Sünnet

17

Hasbilik

151

Hasta ziyareti

222

Haya

156

Hayır

152

Hediyeleşmek

220

Hibe

128

Hidayet

80

Hoşgörü

170

Huşu

147

Hüsn-ü Zan Ve Sü-i Zan

178

İbadet

109

İbadette itidal

137

İffet - Öz Saygı

157

İftira

177

İhanet

190

İhlas

149

İhsan

150

İnsan

49

İnsanların gizli hallerini araştırma

179

İsraf

181

İstismar

189

İyi zan- Kötü zan

178

Kader

91

Kadın (Saygın birey)

206

Kardeşlik hukuku

167

Komşu Hakkı

214

Kötülük

192

Merhamet

144

Metin dışındaki unsurlarla ilgili ilke ve esaslar

28

Misafirperverlik

         159

Mutluluk ve mutsuzluk

153

Mükellefiyet

107

Mümin

  94

Münafıklık

  96

Müslim

  21

Müteşâbih Hadisler

  35

Namaz

120

Namazın kılınışı

121

Nefis

  54

Nikâh

198

Niyet ve davranış

139

Oruç

123

Oryantalizm

  21

Örf Ve adetler

214

Özel hayat

199

Özgürlük ve ibadetler

130

Rızık/ Nimet

  99

Ruh

  53

Rüya

  78

Sabır

155

Sadaka

125

Sadakat

166

Salavat

  43

Salih amel

140

Selamlaşma

219

Sevap ve günah

141

Sevgi

143

Sıla-i rahim akrabalık bağları

205

Sorumluluk

145

Söz söylemek

172

 

Sünnet

68

 

Sünnetin anlaşılması

37

 

Şehitlik

239

 

Şeytan

51

 

Şeytanın Telkini ( Vesvese)

180

 

Şiddet

232

 

Şirk

97

 

Şükür

115

 

Takva

146

 

Tefsir ve tevil

66

 

Tevazu ve kibir

165

 

Tevbe

163

 

Tevekkül

36

 

Tıp ile ilgili hadisler

212

 

Toplumsal dayanışma

210

 

Toplumsal hayat

117

 

Ubudiyet-kulluk-

59

 

Vahiy

63

 

Vefakârlık

161

 

Yaratılış

46

 

Yaşlılık

207

 

Yöneten ve yönetilen

223

 

Zaman

56

 

Zarif davranış

174

 

Zekât

124

 

Zikir

116

 

Zulüm

240

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İNDEX 2

Bu sayfada konuların Diyanetin Hadislerle İslam eserinde isimleri ve hangi cilt ve sayfada olduğu gösterilir. Örneğin: Adak 2/521    2. Cilt 521. Sayfa

 

Abdest ve teyemmüm 2/113

 

Adak 2/521

 

Adalet 4/403

 

Affetmek 3/317

 

Ahde Vefa Söze Sadakat 3/293

 

Ahirete İman 1/587

 

Aile 4/11

 

Aile Huzuru 4/151

 

Aldatmak 3/503

 

Allah’a İman 1/503

 

Allah’ın  İsim ve Sıfatları 1/217

 

Anne ve Baba 4/177

 

Arabuluculuk 3/359

 

Azimet ve Ruhsat 2/553

 

Bencillik 3/525

 

Bereket 1/653

 

Bid'at 1/691

 

Bilgi (İlim) 1/371

 

Bilgi Ahlakı 1/439

 

Boşanma 4/163

 

Cihat 4/471

 

Cinler 1/255

 

Cömertlik 3/245

 

Dalkavukluk 3/439

 

Din 1/355

 

Dinde Aşırılık 2/563

 

Doğru Sözlü Olmak 3/393

 

Dostluk 4/345

 

Dua 2/35

 

Duanın Adabı 2/47

 

Dünya 1/ 337

 

Dünya ve Ahiret 4/621

 

Dünyevileşmek 4/629

 

Emri Bil Maruf 4/459

 

Evlenmek Hayatı Paylaşmak 4/31

 

Fal, Kehanet ve Büyü 1/675

 

Feraset  ( Sezgi ) 1/453

 

Fıkıh ve İçtihat 1/425

 

Gıybet ve Koğuculuk 3/427

 

Güzel Ahlak 3/11

 

Haklara riayet 4/417

 

Hasbilik 3/157

 

Hasta Ziyareti 4/377

 

Haya 3/215

 

Hayır 3/167

 

Hediyeşmek 4/365

 

Hibe 2/497

 

Hidayet 1/475

 

Hoşgörü 3/403

 

Huşu 3/123

 

İbadet 2/23

 

İbadette itidal 2/576

 

İffet - Öz Saygı 3/225

 

İftira Dil İle İşlenen Cinayet 3/457

 

İhanet 3/579

 

İhlas 3/135

 

İhsan 3/147

 

İltimas (Adam Kayırma) 3/519

 

İnsan 1/281

 

İnsanların Gizli Hallerini Araştırma 3/479

 

İsár 3/269

 

İsraf 3/513

 

İstiaze  1/159

 

İstismar 3/547

 

İyi Zan- Kötü Zan 3/469

 

Kader 1/597

 

Kadın (Saygın birey) 4/209

 

Kardeşlik Hukuku 3/349

 

Kelime-i şahadet 1/489

 

Komşu Hakkı 4/335

 

Kötülük 3/601

 

Merhamet 3/85

 

Misafirperverlik  3/257

 

Mutluluk ve Mutsuzluk 3/179

 

Mükellefiyet 2/11

 

Mümin 1/609

 

Münafıklık 1/619

 

Namaz 2/149

 

Namazın Kılınışı 2/159

 

Nazar 2/665

 

Nefis 1/301

 

Nikâh Ağır Bir Sözleşme 4/41

 

Niyet ve Davranış 3/21

 

Oruç 2/411

 

Örf Ve Adetler 4/323

 

Özel hayat 4/83

 

Özgürlük ve İbadetler 2/531

 

Rıfk (Zarif Davranış) 3/415

 

Rızık/ Nimet 1/641

 

Riya (Gösteriş) 3/591

 

Ruh 1/291

 

Rüya 1/463

 

Sabır 3/203

 

Sadaka 2/483

 

Sadakat 3/235

 

Salavat 1/193

 

Salih Amel 3/31

 

Selamlaşma 4/355

 

Sevap ve Günah 3/41

 

Sevgi 3/71

 

Sıla-i rahim Akrabalık bağları 4/189

 

Sorumluluk 3/95

 

Söz Söylemek 3/381

 

Sünnet 1/411

 

Şehitlik 4/517

 

Şeytan 1/267

 

Şeytanın Telkini -vesvese 3/489

 

Şiddet 4/445

 

Şirk 1/629

 

Şükür 2/69

 

Takva 3/111

 

Tefsir ve Tevil 1/399

 

Tevazu Ve Kibir 3/327

 

Tevbe 2/91

 

Tevekkül 3/305

 

Toplumsal Dayanışma Ve Ülfet 4/311

 

Toplumsal hayat 4/297

 

Ubudiyet-Kulluk 1/345

 

Vahiy 1/385

 

Vefakârlık Kadirşinaslık 3/281

 

Ya Şehit Ya Gazi 4/507

 

Yaratılış 1/231

 

Yaşlılık 4/275

 

Yöneten ve Yönetilen 4/387

 

Zaman 1/323

 

Zikir 2/79

 

Zulüm 4/611

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 



[1] Kuran-ı Kerimin geniş anlamı

[2] A’raf Suresi 63.

[3] Hz. Peygamberden kısa bir süre sonra Müslümanların kendi aralarında yaptıkları ve binlerce seçkin sahbenin öldüğü çok üzücü savaşlar

[4] Bir hadisi rivayet eden kimselerin adlarının tarihî sırayla kaydedildiği bölüm, sened.

[5] Hz. Muhammed'in yaşamını anlatan kitaplara verilen ortak ad

[6] Resûl-i Ekrem’in (s.a.s) gazve ve seriyyelerinin tarihine ve bu konuda yazılan kitaplara verilen isimdir.

[7] Peygamberden önceki dönem

[8] Mâna yönünden birden fazla ihtimal taşıdığı için anlaşılmasında güçlük bulunan lafız veya ifade.

 

[9]  Dînen yapılması kesin ve bağlayıcı olmaksızın istenen ve terkedilmesi kınanmayan işleri ifâde eder.

[10] Allah’ın güzel isimleri

[11] Zerdüştçülük dinine mensup kişi.

[12] Bakara Sûresi'nin 255. âyet-i kerîmesidir

[13] Fatiha suresi

[14] A’raf Suresi 200. Ayet

[15] Nas Suresi

[16] Bu tür kelimelerdeki b. İfadesi “bin” yani oğlu anlamına gelmektedir. Mesela; Enes b. Mâlik, “Malik in oğlu Enes”

[17] Enfal Suresi Ayet 2-3

[18] Ahzap Suresi 21. Ayet

[19] Ahzap Suresi 72. Ayet

[20] “sahâbeyle görüşüp konuşan, onlardan dini ve sünenleri öğrenen kişiler”

[21] Kasas Suresi 56. Ayet

[22] Ayetteki “dilediğine” ifadesini bir kısım alimler “dileyene” şeklinde mana vermişler. Ben de bu düşünceye katılıyorum. Çünkü “insana ancak çalıştığının karşılığı vardır” ayetiyle Allah kazancı kişinin çabasına bağlı kılmıştır. Öbür türlü yorum Allah'ın adaletine uygun olmayabilir.(Mk)

[23] Bakara suresi 2.Ayet

[24] Yunus 57.Ayet

[25] (Mk) Yukarıdaki ayetlerden anlaşıldığı üzere kuran sevap kitabından ziyade anlamının farkına vararak okunduğu takdirde insanları doğru yola yani hidayete eriştirecektir.

[26] Enbiya Suresi 73. Ayet

[27] Yunus Suresi 9. Ayet

[28] Teğabun Suresi 11. Ayet

[29] A’raf Suresi 43. Ayet

[30] Yunus Suresi 108. Ayet

[31] Zümer Suresi 3. Ayet

[32] Leyl Suresi 5. Ayet

[33] Ali İmran 8. Ayet

[34] Muhacir sözcüğü, İslamiyet’in ilk yıllarında Mekke'den Medine'ye göç edenler için kullanılmıştır. Sözcük bu dönemden beri dini bir anlama da sahiptir. Peygamber ile birlikte Mekke'yi terk eden kimseler muhacir olarak anılmaktadır.

[35] Lokman Suresi 4. Ayet

[36] İsra Suresi 80. Ayet

[37] İbrahim suresi 24. Ayet

[38]  Kalbinde küfür olduğu halde dışa Müslüman görüntüsü vermek

[39] Hud Suresi 112. Ayet

[40] Sebe Suresi 14. Ayet

[41] Maide Suresi 90. Ayet

[42] Bakara Suresi 286. Ayet

[43] Mü’min Suresi 60. Ayet

[44] Secde Suresi 16. Ayet

[45]  Mü’min Suresi 60. Ayet

[46] Furkan Suresi 77. Ayet

[47] Ali İmran Suresi 191. Ayet

[48] Bakara Suresi 186. Ayet

[49] Bakara Suresi 172. Ayet

[50] Ahzâb, 33/41-42.

[51] Bu hadiseyi farklı yorumlayıp adetli kadının oruç tutabileceğine dair farklı görüşler var.

[52] Ankebut Suresi 45. Ayet

[53] Necm Suresi 62. Ayet

[54] Bakara Suresi 215. ayet

[55] Tevbe Suresi 103. ayet

[56] Bakara Suresi 261. Ayet

[57] Bakara Suresi 274. Ayet

[58] “ârızî hallere bağlı olmaksızın başta konan aslî hükümlere verilen ad” şeklinde tarif ederler. Bu tarife göre azîmet farz, vâcip, haram, mekruh, sünnet, nâfile ve mubah gibi bütün teklifî hükümleri içine alır.

[59] Bazı mazeretlerden dolayı aslî hükmün gereğine uymamayı meşrû hale getiren geçici hüküm.

[60] Bakara Suresi 185. Ayet

[61] Allah-ü Teala'nın ayetleri ile Arapça olarak okunan Rukye, şifanın Allah'tan istendiği bir dua şeklidir.

[62] Çünkü niyette samimiyet var.

[63] Nahl suresi 97. ayet

[64] Tahrim suresi 6. ayet

[65] Dinin emir ve tavsiyelerine uyma, haram ve günahlardan kaçınma hususunda gösterilen titizlik anlamında bir kavram.

[66] Allah’a duyulan saygının gereği olarak başta namaz olmak üzere ibadetlerin edası sırasında sükûnet ve tevazu içinde bulunma anlamında terim.

[67] Bir düşünceyi veya teklifi kabul ya da reddetmeden önce onu iyice değerlendirme anlamında terim.

[68] Lokman Suresi 4. Ayet

[69] Ali İmran Suresi 135. Ayet

[70] Bakara Suresi 155. Ayet

[71] İnsan Suresi 8. Ayet

[72] İnsan Suresi 8. Ayet

[73] Allah’a güvenip dayanma anlamında terim

[74] Talak Suresi 3. Ayet

[75] Fussilet Suresi 34. Ayet

[76] Şura Suresi 40. Ayet

[77] Yusuf Suresi 62. Ayet

[78] Bakara Suresi 224.

[79] Hucurat Suresi 12. Ayet

[80] Zumer Suresi 53. Ayet

[81] Nisa Suresi 85. Ayet

[82] Nisa Suresi 58. Ayet

[83]  İbrani din büyüğü ve atası Yakup'un 12 oğlunun soyundan gelenlere verilen isimdir.

[84] Mearic Suresi 19. Ayet

[85] İnsan Suresi 9. Ayet

[86] Bakara Suresi 216. Ayet

[87] Furkan suresi 74. ayet

[88] Nisa suresi 35. ayet

[89] İsra Suresi 23. Ayet

[90] Müslüman olamayanlar

[91] Mümtehine Suresi 8. Ayet

[92] Fussilet suresi 34. ayet

[93] Zariyat Suresi 56. Ayet

[94] Enfal suresi 60. ayet

[95] Nisa Suresi 37. Ayet

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Ünvanlar ve Kendine Dönüş

Kalbin Secdesi

Düşmanları Dost Eden Başkan