Kayıtlar

Hangi Müslümanlık

Bu metin, Müslümanların davranışlarının İslam'ı temsil etmedeki kritik rolünü vurgulayarak, inandığı gibi yaşamanın sorumluluğuna dikkat çekiyor. Ünlü mutasavvıflardan Bâyezid-i Bîstâmî Hazretlerinin zamanında Hristo adında bir tüccar doğruluğu ile etrafına kendisini pek sevdirir. Arada bir Bâyezid-i Bistâmî’nin sohbetlerine de katılır. Hainliği ve kırıcılığı ile tanınmış komşusu Süleyman Efendi bir gün sözü sırasına getirerek der ki:  —Senin huyunu herkes gibi Bâyezid-i Bistâmî hazretleri de çok beğeniyor. Neden kendisi ile dostluğun olduğu hâlde Müslüman olmuyorsun?  Hristo biraz düşündükten sonra,  —Beni hangi Müslümanlığa dâvet ediyorsun. Eğer, Bâyezid-i Bistâmî’nin Müslümanlığı ise ona çoktan razıyım. Ancak eğer senin gibilerin Müslümanlığı ise benim ihtiyacım yok, cevabını verir.  Süleyman Efendi bu cevaba pek kırılır ve Hristo’yu bir sırası gelince Bâyezid-i Bistâmi’ye çekiştirir. Bâyezid-i Bistâmî O’nun öfke ile konuştuklarını sakin sakin dinledikten sonra:...

Kendi Gökkuşağını Yaratma Cesareti

Hayat, kontrolümüz dışında gelişen olaylarla doludur. Bazen bu durumlar karşısında çaresiz hisseder, kendimizi bir “kurban” rolüne kaptırırız. Peki, gerçekten çaresizlik, olayların bizi tüketmesine izin vermek zorunda mı? Aslında hayatı şekillendiren, başımıza gelenler değil; onlara verdiğimiz tepkilerdir. İşte tam da bu noktada, kendi bulutumuzdaki gökkuşağını yaratma cesaretini göstermeliyiz. Şikâyet mi, Çözüm mü? Şikâyet etmek sorunları hafifletmez; aksine zihnimizi tüketen bir kısır döngü yaratır. Oysa çözüm odaklı olmak, yeni yollar aramak ve harekete geçmek, bizi güçlü kılan en önemli tutumdur. Hayat her zaman kontrol edilebilir değildir; ancak ona nasıl tepki vereceğimiz, tamamen bizim seçimimizdir. Başkalarının Bulutunda Gökkuşağı Olmak Kendi yaşamımızı anlamlı kılmanın en güzel yollarından biri, başkalarına umut olmaktır. Birinin hayatına dokunmak, aslında kendi içimizdeki ışığı da besler. Karanlığımızda bile bir başkasına ışık olabilmek, gerçek gücün ta kendisidir. Yeniliğin ...

Peki, Ya Doğrularımız?

  Sınıfta yükselen kahkaha, öğretmenin tahtaya yazdığı tek bir yanlış işlemle başladı: “9 × 1 = 7.” Ardından öğretmen çarpım tablosunun tamamını eksiksiz sıraladı. Ne var ki öğrenciler yalnızca ilk satırdaki hataya odaklanmıştı. Kimse 9 × 2’nin doğruluğuna şaşırmadı, 9 × 10’a kadar süren kusursuz doğrulara minnet duyan çıkmadı. Tüm dikkat o tek hataya kilitlenmişti. Çünkü biz insana değil, onun hatasına odaklanmayı öğrendik. Ne zaman biri düşse geçmişteki tüm çabaları unutulur. Ne zaman bir hata yapılsa bütün doğrular silinir. Oysa insan bir bütündür: doğrularıyla, yanlışlarıyla, inişleri ve çıkışlarıyla. Hepimiz içimizde bir yazboz tahtası taşırız. Bazen kendimizi silip yeniden çizeriz. Ama başkalarına bu şansı pek vermeyiz. Neden? Belki de yargılamak, anlamaktan daha kolay gelir. Eleştirmek empati kurmaktan daha az zahmetlidir. Bir başkasının hatasını işaret ederken kendi kusursuzluğumuzu mu kanıtlamaya çalışıyoruz? Kendi hatalarımızı ise sessizce, görünmeden derinlere gömeri...

Huzurun Sırrı: Zikrin İçsel Yolculuğu

Bir şehir düşünün… İnsanlar koşturuyor, cep telefonları dünyaya bağlıyor ama yüzlerde derin bir boşluk var. Modern hayatın gürültüsü içinde, huzur bir türlü bulunamıyor. Bir ofiste, terfisi için çırpınan genç bir kadın… Başarılı ama geceleri uyuyamıyor. Bir lüks restoranda, pahalı bir şarapla geçici bir neşe arayan bir adam... Hepsi aynı sorunun peşinde: "İçimdeki bu huzursuzluğu nasıl dindirebilirim?" Kur’an-ı Kerim bu soruya yalın ama derin bir cevap sunar: "Bilesiniz ki gönüller ancak Allah’ı zikrederek huzura kavuşur." (Ra’d Suresi, 28) Bu ayet, insanın ruhsal anatomisinin en hassas noktasına dokunur: Huzur, dışarıda değil; içeride aranmalıdır. Kaybolmuş Bir Neslin Sessiz Çığlığı Modern insan huzuru kaybetti ancak nerede bulacağını bilmiyor. Sosyal medya beğenileriyle avunuyor, alışverişle eksik yanını kapatmaya çalışıyor, kariyer hırsıyla mutluluğu kovalamaya devam ediyor. Ama her tatmin, bir serap gibi kayboluyor. Çocuğun elinden kaçan balon misali, ...

Adın mı Kaldı Geriye, Yoksa Ağırlığın mı?

Bir isim nasıl büyür? Bir unvanla mı, bir makamla mı, yoksa bir lakapla mı? Yoksa o ismi taşıma biçimiyle mi?   İmam-ı Âzam: Büyük İmam. Bu sıfat ona yaşarken verilmedi. O yalnızca doğru bildiği yolda yürüdü; bedel ödedi, reddedilmesi güç teklifleri geri çevirdi. Mazlumun yanında, zalimin karşısında durdu. Ardından yalnızca adı değil, duruşu da kaldı. Tarihten bugüne ulaşan hikâyesindeki asıl şaşırtıcı olan, teklif edilen makamların büyüklüğü değil; reddin gerekçesindeki incelik. Halife ona Baş Kadılık Makamını önerdiğinde, “Yapamam,” dedi. Halife onu yalancılıkla suçlayınca verdiği cevap, sanki bütün çağlara seslenir gibiydi: “Eğer yalan söylüyorsam, yalancıdan kadı olmaz. Eğer doğruysam, sözümün gereği kadılık yapamam. Her iki hâlde de bu görevi üstlenemem.” Bu bir akıl oyunu değil; vicdanın matematiği. Konuşan, zihnin kurnazlığı değil; kalbin eğitilmişliği. Bugün bize benzer bir teklif gelse, ilk soru “Hakkıyla yapabilir miyim?” mi olurdu, yoksa “Kaçırırsam bir dah...

Ekonominin Gizli Kuralı: Borçlanma Tuzağı ve Gider Terbiyesi

Ekonomi politikalarında sıklıkla düşülen en büyük tuzak, sihirli bir değnekmişçesine sadece geliri artırmanın tüm sorunları çözeceği yanılgısıdır. “Gideri terbiye etmeden gelir ne kadar artarsa artsın ekonomi düzelmez” sözü, işte bu yanılgıyı kökünden kesip atan, son derece isabetli ve zamanla sınanmış bir ekonomik gerçekliği ifade eder. Bu, yalnızca bir aile bütçesi için değil, bir şirket veya bir ulusun ekonomisi için de geçerli olan değişmez bir kanundur. Gelir Artışının Cazibesi ve Aldatmacası Gelir artışı, enflasyonla mücadeleden işsizliğin azaltılmasına, refah seviyesinin yükseltilmesinden sosyal hizmetlerin iyileştirilmesine kadar birçok hedef için olmazsa olmaz bir araçtır. Ancak kritik soru şudur: Bu gelir nereden ve nasıl geliyor? Eğer bu artış; Petrol, doğalgaz gibi geçici kaynaklardan sağlanan bir ranta, Sürekli artan borçlanmaya, Merkez Bankası'nın parasal genişleme (para basma) politikalarına dayanıyorsa, bu artış kalıcı ve sağlıklı değil, geçici ve yapaydir. Bu durum...

Büyüyünce Ne Olacaksın?

Küçücük bir köy okulunda, sıraların arasında dolaşan öğretmen, birinci sınıf öğrencilerine basit bir soru sorar: "Büyüyünce ne olacaksınız?" Cevaplar, henüz dilleri dönmeyen çocukların masumiyetiyle şekillenir: ●      "İnneci olacağım!" (Sağlık memuru) ●      "Öyyetmen..." ●      "Çitçi!" (Çiftçi) ●      "Toktuy!" (Doktor) ●      "Abukat!" (Avukat) ●      "Müyendis!" (Mühendis) Derken, en arkada oturan Mustafa parmak kaldırır ve diğerlerinden farklı bir cevap verir: "Ben onların dediklerinden olmayacağım... Ben adam olacağım!" (Hasan Pulur)    Meslek mi, İnsanlık mı? Bu küçük Mustafa’nın sözü, aslında büyük bir hakikati ortaya koyuyor: Biz, çocuklarımıza "Büyüyünce ne olacaksın?" diye sorarken, onlardan bir meslek ismi bekliyoruz. Oysa belki de sormamız gereken asıl soru şu: "Büyüyünce kim olacaksın?" Çünkü bir insan doktor da olabilir, mü...