120

120. Mektup

Mektubun birçok sorunların arasında dolaşmış da, bir tek sorun üstünde durmuş, onu çözümlemeye çalışmış: “İyi’yi, serefliyi nasıl tanıyabiliriz?" Bu iki soruya çeşitli felsefe okulları çeşitli çözümler getirir ve farklı olduklarını söylerler; bizim okulumuz ise sadece bölümlere ayırır bunları. Bu ne demektir? Anlatayım:


Kimileri faydalı olan şeyin iyi olduğunu sanır. Bu yüzden zenginliğe, ata, şaraba, ayakkabıya bu ad verilir. Onların gözünde iyi'nin değeri işte o kadar aşağıdadır, öylesine sıradan konulara iner. Görevini iyi yapmanın yolu diye değerlendirirler bunu, şerefli sayarlar. Örneğin, ihtiyar babasına dindarca bakmak, fakir dostuna yardım etmek, kahramanca bir sefer yapmak, akıllıca, makul bir fikir vermek şerefli bir iştir sanırlar. Biz şerefli ile iyi'yi iki ayrı kavram yapıyoruz ama aslında ikisi de bir bütündür. Hiçbir şey şerefli olmadan iyi olmaz, şerefli olan da her zaman iyi'dir. Bu ikisinin arasındaki farkı her zaman söylediğim için yinelemeyi gereksiz buluyorum. Yalnız şunu söyleyeyim ki, bir insanın kötüye kullanabileceği şey, bize iyi gibi gelmez. Ne kadar çok insanın zenginliğini, soyluluğunu, fizik gücünü de nasıl kötüye kullandığını görüyorsun. Şimdi, konuşmamı istediğin konuya tekrar geliyorum: İlk iyi, şerefli kavramı bizde nasıl uyanmıştır? Bunu bize doğa öğretemezdi. Doğa bize yalnız bilimin tohumlarını vermiştir, bilimi değil.

    Kimileri der ki, ilk kavrama bir rastlantıyla varmışızdır. İnsanın erdem kavramına rastlantıyla varmış olması inanılmayacak bir düşünce! Bize göre bu kavram bir gözlem birikimi, olayların birbirleriyle karşılaştırılması yoluyla oluşmuştur. Beden gücü nedir öğrenmişiz, buna bakarak ruhun da bir sağlamlığı, bir gücü olduğunu kestirmişiz.                                   İyiliksever, insancıl, cesur her davranış bizi hep şaşırtmıştır. Biz bunlara sanki yetkin şeylermiş gözüyle bakıp hayran olmaya başladık. Bunlarda birçok kusurlar vardı ve göz alıcı bir davranışın pırıltısı yüzünden kayboluyordu bunlar, görmezlikten gelmemize neden oluyordu. Doğa, övülmesi gereken davranışları büyütmek ister. Şan şeref söz konusu oldu mu gerçeği aşamayacak kimse yoktu. İşte bu örneklerden iyi'nin geniş kavramını çıkardık.

       Fabricius, Kral Pyrrhus'un altınlarını kabul etmedi; kralların hazinesini hor görebilmenin kral olmaktan daha büyük bir şeref olduğu kanısındaydı. Pyrruhus’un hekimi, aynı Fabricius'a kralını zehirlemeyi vaat ettiği zaman da, tuzaklara karşı önlem alması için Pyrrhus'u uyardı Fabricius. Altının çekiciliğine yenilmemek, zehirle düşmanını yenmemek işte böyle bir ruha özgüydü. Ne kralın verdiği ne krala karşı verilen sözlere kapılan, iyi örneklere sıkıca bağlı, savaşta elini kana bulamayan (işin en güç yanı da budur zaten), düşmana karşı bile günah sayılabilecek davranışlar bulunduğuna inanan, kendisi için bir süs diye kabul ettiği büyük bir yoksulluk içindeyken zenginlikten de zehirden de uzak kalan bu yüce ruhlu adama hayran olduk biz. “Yaşa,” dedi Fabricius, “benim iyiliğim sayesinde yaşa, Pyrrhus! Şimdiye değin sana acı veren benim rüşvetle elde edilemez bir insan olmama da sevin artık şimdi!"

    Horatius tek başına köprünün dar yerini tutmuş, düşmanın yolunu kapamak için kendisinin geriye dönüş yolunun kesilmesini istemiş. Köprünün tahtaları parçalanıp büyük bir gürültüyle göçünceye kadar, uzun süre saldırılara karşı koymuş. O zaman başını geriye çevirerek, yurdunun kendi hayatının pahasına tehlikeden uzak olduğunu anlayınca, "Gelmek isteyen gelsin ardından!" demiş ve baş aşağı atlamış suya: Irmağın hızla akan sularından hem silahlarını hem de kendini kurtarmak için aynı endişeyi duyarak, zafer kazanmış silahlarıyla donanmış bir halde sağ salim Roma'ya dönmüş; sanki dosdoğru köprüden dönüyormuş gibi. 

        Buna benzer kahramanlıklar erdemin imgesini gösterdi bize. Belki seni şaşırtacak başka bir düşünceyi de ekleyeyim: Kötü şeyler zaman zaman şerefin görüntüsüne de bürünürler, en iyi düşünce de karşıtından doğar. Bildiğin gibi kusurlar erdemlere çok yakındır; mahvolmuş, ahlak yoksunu kişilerde bile iyiye, doğruya benzer bir yan vardır: Savurgan, eli açığa benzer gibidir; oysa vermesini bilen insanla korumayı bilmeyen insan arasında çok büyük bir fark vardır. Yerinde bir yatırım yapmayan, parasını saçıp savuran birçok insan bulunur. Ben kendi parasına düşman olan insana eli açık demem. Umursamazlık, iyi huyluluğu; ataklık, cesareti taklit eder. Bu benzerlik bizi dikkatli olmaya, görünüşte yakın, aslında birbirinden çok ayrılan şeyleri birbirinden ayırt etmeye zorlar; oysa üstün başarılarıyla sivrilmiş insanları gözlemişizdir hep. Kiminin istekle, büyük bir atılımla, ama bir kez yaptığı davranışlara mim koymaya başladık. Kiminin savaşta cesur, forum'da çekingen, fakirliğe katlanmada yürekli, gözden düştüğü zaman başı eğik olduğunu görmüşüzdür. Olayı övmüşüzdür de adamı hor görmüşüzdür. Bir başkasını dostlarına karşı iyiliksever, düşmanlarına karşı ılımlı görmüşüzdür. Devlet işlerini, özel işlerini andına, dinine sadık olarak yönetmektedir. Hoş görülmesi gereken işlerde sabrının, yapılması gereken işlerde ileri görüşlülüğünün eksik olmadığını anlamışızdır. Açık elli olunması gereken işlerde bolca verdiğini, çalışması gereken işlerde yorulmadan çalıştığını, beden yorgunluğunu ruhunun gücüyle giderdiğimi görmüşüzdür. Ayrıca her zaman aynı kalmıştır, her davranışında kendine eş olmuştur. Yalnız iyi niyetli olmakla kalmamış, alışkanlıklarıyla öyle bir aşamaya gelmiştir ki, iyi, doğru bir iş yapamamak değil, iyi ve doğrudan başka hiçbir iş yapamayacak duruma ulaşmıştır. İşte o zaman bu kişide yetkin bir erdemin olduğunu anladık. Bu erdemi dört bölüme ayırıyoruz:

    Arzuları gemlemek,

    korkuları bastırmak,

yapılması gerekenleri önceden kestirmek,

   verilmesi gerekenleri dağıtmak gerekiyordu.

    Ilımlılık, cesaret, ileri görüşlülük, adalet kavramları belirdi zihnimizde, her erdeme kendi görevini verdik. Peki erdemi neyinden anladık? Erdemi bize gösteren şunlardı: Yarattığı düzen, yaraşanı yapması, kararlılığı, her davranışının birbiriyle uyumlu olması, her şeyi aşan büyüklüğü. İşte buradan anlaşıldı suyun yönünde tatlı tatlı giden, yalnız kendi kararına uyan o mutlu yaşam kavramı. Peki, bu kavram bize kendini nasıl belli etti? Söyleyeyim: O kusursuz, erdeme erişmiş kimse hiçbir zaman kaderine lanet etmedi, başına gelenleri acıyla karşılamadı; kendisinin bir dünya vatandaşı ve eri olduğunu düşünerek, çilelere emirlere uyar gibi uydu. Başına ne gelirse gelsin, sanki birer kötülük değillermiş de, hepsi bir rastlantı ile başına gelmiş, kendine bir görev verilmiş gibi kabul etti, onlara karşı çıkmadı. “Başıma gelen ne olursa olsun beni ilgilendirir; sert olsun, katı olsun, bütün gücümüzle karşı koyalım bunlara," dedi. Felaketler altında ezilmişken hiç inlemeyen, hiçbir zaman kaderinden yakınmayan kişi, zorunlu olarak büyük görünmüştür: Birçok insana ne olduğunu anlatmıştır, tıpkı karanlıklarda parlayan ışık gibi bütün ruhların gözünü kendi üstüne çekmiştir; sakin, yumuşak bir insan olduğu insanlarla, tanrılarla ilgili konularda aynı derecede eşittir. Kendisinin varabileceği en yüksek doruğa erişmiş, yetkin bir ruhu vardır. Bu yüceliğin ötesinde Tanrı düşüncesinden inmişti. Bu yürek hiçbir zaman, kendinin ölümlü olduğunu düşündüğü zamandan daha tanrısal değildi. O biliyordu ki, insan, hayata bir gün ayrılmak için gelmiştir; bu beden bir ev değil, bir konuk yeridir. Konukluk ağır geldiği zaman da bırakıp gitmek gerekecektir. Yüce bir yerden inmiş bir ruhun en büyük belirtisi, Lucilius'um, içinde dolandığı yeri aşağı, daracık sayması ve buradan çıkıp gitmekten korkmamasıdır. 


Çünkü nereden geldiğini anımsayan kişi, nereye gideceğini bilir. Bizi ne kadar çok şey rahatsız etmektedir, bu beden bize ne kadar aykırıdır, görmüyor muyuz? Bir bakarsın başımızdan, bir bakarsın midemizden, bir bakarsın göğsümüzden yakınır dururuz. Kimi zaman sinirlerimiz, kimi zaman ayaklarımız rahatsız eder bizi; bir bakarsın burun akıntısıdır, bir bakarsın bir nezledir şikâyet ettiğimiz. Gün olur kanımız çoktur, gün olur az. Şuradan buradan hırpalarlar bizi, kapı dışarı ederler. Kirada oturanların başına gelir bu. Ama kader bizim bedenimizi bunca cılız yaptığı halde, sonsuzluğa dönük planlar kurmaktan geri kalmayız. İnsanın yaşayabileceği ömür ne kadar uzun olursa olsun, gözümüzü hiçbir zenginlik, mevki doyurmadığından umutlarımızla doldururuz yaşamımızı. Böyle bir umuttan daha utanç verici, daha budalaca bir şey var mıdır? Alnında ölüm yazgısı olanlara, her gün biraz daha ölmekte olanlara hiçbir şey yetmiyor. Çünkü her gün biraz daha yaklaşıyoruz son güne; her saat, bir gün içine düşeceğimiz yere doğru itiyor bizi. Zihnimizin nice kör olduğuna bak sen! Gelecek dediğim şey şu anda olup bitmektedir, geleceğin büyük bir parçası geçip gitmiştir artık. Çünkü yaşadığımız zaman yaşamdan önce olduğumuz yere ulaşmıştır. O halde, her geçen gün bizi yavaş yavaş ölüme götürdüğüne göre, o son günden korkmakla hata ediyoruz. Bizi göçüren o son adım, bizi bitkinleştiren adım değildir ki; bize göçtüğümüzü açıklar sadece. Son gün ölüme varır, her gün de gitgide daha yaklaşmaktaydı zaten! O son gün bizi koparır, parça parça etmez. Bu yüzden daha yüksek bir yaradılışı olduğunun bilincinde olan büyük bir ruh, konduğu bu durakta şerefli, cesaretli davranışlarda bulunmak için çabalar, zaten yöresinde bulunan hiçbir şeyi kendinin saymaz ve acelesi olan bir garip gibi, emanet eşyalar olarak kullanır onları. Böyle kararlı bir insan görseydik, hiç alışılmadık bir yaradılış fikri neden yerleşmesindi içimize; özellikle, dediğim gibi, bu kararlı davranış, yüceliğin gerçek olduğunu gösterdiyse? Gerçek tutunur, sahte olanlar kalıcı değildir.

      Ruhsal dengeden yoksun bir ruhun en önemli belirtisi şudur: Ya şu kişinin kimliğine girer ya da ötekinin! Bence en utanç verici olanı da, kendisiyle bir bütün olmamasıdır. Bir tek kişinin rolüne girmeyi büyük bir şey say! Bilgeden başka hiç kimse, bir tek kişinin rolünde değildir. Geri kalan bizlerse çeşitli kişilikleri oynarız; şimdi düzenli, ağır başlıyızdır, sonra birden savurgan, gelgeç gönüllü oluveririz. Hiç durmadan rol değiştiririz, çıkardığımız maskenin tam tersini takarız. O halde kendinden yalnız şunu iste: Nasıl görünmeye karar verdiysen, öyle kal sonuna kadar. Yapabilirsen övülmeni sağla ya da hiç olmazsa herkes tanısın seni. Dün gördüğün falan adam için şu soru sorulsa yeridir: “Yahu, kim bu adam? Öyle değişmiş ki!"


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Ünvanlar ve Kendine Dönüş

Kalbin Secdesi

Düşmanları Dost Eden Başkan