Kudretlilerin Sınavı
Çağımız, kelimelerin
en bol, ancak belki de en değersizleştiği zamanlardan biri. Herkesin her konuda
söyleyecek bir şeyi var; sosyal medya platformlarından kahve köşelerindeki
sohbetlere, ev içi tartışmalardan işyeri koridorlarına dek, bitmek bilmeyen bir
yorum ve tavsiye tufanı içindeyiz. Sanki konuşmak, bir konuda fikir beyan
etmek, herhangi bir eylemde bulunmaktan daha önemli bir hale gelmiş gibi. Oysa
büyük düşünürler ve eylem adamları, asırlardır tam tersini fısıldar bizlere.
Ahmet Rasim'in eserleri üzerine bir tezde karşımıza çıkan şu satırlar, bu
durumu veciz bir şekilde özetler:
“Az söz çok iş” sözü
yazarın ısrarla vurguladığı bir prensiptir. Herkes kahve köşelerinde, evde,
sokakta: “Ben bir (….) olsam şöyle yapardım, böyle yapardım.” diye konuşuyor.
Üzerimize vazife olmayan bu gereksiz konuları bırakıp kendi işimizi yapmalıyız.
Millet ve devlet olarak bir amaç birliği içinde olmalıyız. Özellikle bizi
parçalamak için fırsat kollayan harice karşı saflarımızı sımsıkı tutmalıyız.
(AHMET RASİM’İN ESERLERİ tezi 39. sayfa)
Bu alıntı, sadece
kişisel verimliliğimizin bir reçetesi değil, aynı zamanda toplumsal ve ulusal
varoluşumuz için hayati bir ilkeyi işaret ediyor. Neden bu kadar çok konuşup,
bu kadar az harekete geçiyoruz? O 'ben olsam şöyle yapardım'
kolaycılığı, kendi sorumluluklarımızdan kaçmanın bir yolu olabilir mi?
Başkalarının işleri, yetki alanları veya bilgi sahibi olmadığımız konular
hakkında ahkam kesmek, kendi önümüzdeki enkazı temizlemekten, kendi payımıza
düşen görevi yerine getirmekten daha mı az yorucu geliyor?
Çocukluk ve gençlik yıllarımda sıkça duyduğum "Ben olsam şöyle
yapardım" ifadesi, kamuda müdürlük yaptığım dönemde ilham verici oldu. Her
memuru birebir çağırıp “Müdür olsan ne yaparsın, neyi düzeltirsin?” sorusunu
yönelttim. Başlangıçta suskunluk hâkimken, zamanla samimiyet ve güven oluştu;
bu da çalışanlarda gerçek bir sahiplenme duygusu yarattı. Sonuç olarak işler
daha düzenli ilerledi ve memurlar müdürlüğe bağlılık gösterdiler. Defterdarlık görevimde
ise haftalık müdür toplantılarıyla beyin fırtınaları yaparak verimliliği
artırmayı sürdürdüm.
Düşündürücü olan
şudur: Bir problemin çözümü için harcanan bir dakikalık eylem, o problem
hakkında saatlerce konuşmaktan çok daha değerlidir. 'Az söz çok iş' prensibi,
enerjiyi dağıtmak yerine toplamak, boş laf kalabalığı yerine somut adımlar
atmak demektir. Kendi "işimiz" dediğimiz şey, sadece mesleki
görevlerimiz değil; aynı zamanda bir fert olarak kendimizi geliştirmek,
ailemize sahip çıkmak, içinde yaşadığımız topluma küçük de olsa fayda sağlamak
gibi sorumluluklardır. Başkasının bahçesindeki yabani otlar hakkında konuşmak
yerine, kendi bahçemizdeki fidanı sulamaktır.
Bu prensip, bireyden
topluma doğru genişler. Eğer her bir fert, 'üzerine vazife olmayan gereksiz
konuları bırakıp kendi işini yaparsa', o zaman ortaya çıkan toplam enerji, bir
milletin ilerlemesi için gerekli sinerjiyi oluşturur. Herkesin kendi rolünü en
iyi şekilde oynamaya odaklandığı bir yerde, gereksiz sürtüşmeler, dedikodular
ve içi boş eleştiriler azalır. İşte o zaman, alıntının da vurguladığı gibi,
"millet ve devlet olarak bir amaç birliği içinde" olmak mümkün hale
gelir. Bu birlik, ortak hedeflere kilitlenmiş, enerjisini iç çatışmalara değil,
inşa etmeye harcayan bir yapıyı doğurur.
Özellikle "bizi
parçalamak için fırsat kollayan harice karşı" birlik olma çağrısı,
alıntıya ayrı bir stratejik boyut katıyor. Dış tehditler karşısında en büyük
zaafımız, genellikle kendi içimizdeki ayrışmalardır. Fikir ayrılıkları doğal
olsa da, bu ayrılıkların kısır çekişmelere, birbirini yıpratmaya yönelik
'gereksiz konuşmalara' dönüşmesi, dış güçlerin işini kolaylaştırır. Safları
sımsıkı tutmak, farklılıklara rağmen ortak paydada buluşma iradesini
göstermekle, dedikoduyu değil icraatı alkışlamakla, eleştiriyi değil yapıcı
çözümleri önceliklendirmekle mümkündür.
Özetle, Ahmet Rasim'in
vurguladığı 'az söz çok iş' prensibi, sadece kişisel bir verimlilik kuralı
değildir. Bu, bireyin kendi sorumluluk alanına odaklanarak toplumsal birliğini
güçlendirmesi, enerjisini doğru yere yönlendirmesi ve ancak bu şekilde hem
içsel huzura hem de dışsal tehditlere karşı dirence sahip olabileceği derin bir
yaşam felsefesidir. Günümüzün gürültüsünde kaybolurken, bu asırlık prensibin
düşündürdükleri, belki de durup nerede durduğumuzu, ne kadar konuştuğumuzu ve
ne kadar iş yaptığımızı sorgulamak için eşsiz bir fırsat sunuyor. Gerçek etki,
çoğu zaman kelimelerin ağırlığında değil, eylemlerin sessiz gücünde yatar. Peki, biz ne kadar konuşuyoruz ve ne kadar iş yapıyoruz?
 
Yorumlar
Yorum Gönder