Bir Sözün Kaderi
İnsan bazen ne söylediğini unutmaz da,
nasıl söylediğini unutur. Oysa hayatta birçok kapıyı açan ya da kapatan tam da
budur: Üslup.
Bir gece padişah, rüyasında bütün
dişlerinin döküldüğünü, yemek bile yiyemez hâle geldiğini görür. Sıkıntı ve
elem içinde uyanır. Hemen tâbircibaşının huzuruna getirilmesini emreder.
Uyku sersemi tâbircibaşı, gözlerini
oğuştura oğuştura padişahın huzuruna çıkar. Padişah, beklemeden rüyasını
anlatır ve sorar:
— Tâbircibaşı, bu rüya hayır mıdır, şer
midir?
Tâbircibaşı biraz düşünür, sonra utana
sıkıla cevap verir:
— Şerdir, padişahım.
Padişah, yüzüne karşı böyle
söylenmesine şaşırır. Tâbirci devam eder:
— Uzun yaşayacaksınız; fakat ne yazık
ki, bütün yakınlarınız gözlerinizin önünde birer birer ölüp sizi yapayalnız
bırakacak.
Bir anlık sessizlikten sonra padişah
kükrer:
— Tez atın şunu zindana! Felaket
tellallığı nedir, öğrensin!
Ardından yeni bir tâbirci getirilmesini
emreder. Rüya yeniden anlatılır. Padişah aynı soruyu sorar:
— Hayır mıdır, şer midir?
İkinci tâbirci biraz düşündükten sonra
yüzü aydınlanır:
— Hayırdır, padişahım! Bu rüya, bütün
akrabalarınızdan daha uzun yaşayacağınıza delalet eder. Daha nice yıllar
boyunca adaletinizle bu güzel memleketi idare edeceksiniz, inşallah.
Padişahın keyfi yerine gelir. Ağzı
kulaklarındadır:
— Bu tâbirciyi tâbircibaşı yaptım. İki
kese de altın verin!
Aynı rüya. Aynı anlam.
Ama biri zindanı boylar, diğeri
mükâfatla ödüllendirilir. Fark
nerede? Sadece sözde değil; sözün şekli, zamanı ve duygusunda.
Söz, yerinde söylenirse devadır; aksi
hâlde zehire dönüşebilir.
Bugün biz sözün kıymetinin ne kadar farkındayız? Söylediklerimizi
duygusuz bir doğrulukla mı savuruyoruz, yoksa merhametle mi terbiye ediyoruz?
İnsan hakikati söyleyebilir. Ama o
hakikat, yanlış zamanda ve kaba bir üslupla dile gelirse, bir kapıyı açmak
şöyle dursun, yürekleri kilitleyebilir. Padişahın rüyasında da gördüğümüz
gibi:
Hakikat bile kibarsız sunulursa reddedilir;
zarafetle sunulursa kabul görür.
Bugün bir çocuğa, bir eşe, bir
dostumuza ya da bir iş arkadaşımıza söylediğimiz sözü hatırlayalım. Doğru
muydu? Belki evet. Ama doğru olmak tek
başına yeterli mi? Ya kalbe dokunmadıysa? Ya kırdıysa, yaraladıysa?
Hakikat, her zaman bıçak gibi keskin
olmak zorunda değil. Bazen bir gülümsemeyle, bazen bir suskunlukla da
anlatılabilir. Hz. Mevlânâ’nın dediği gibi:
“Söz söyleyen arif gerek, sözü hem latif gerek.”
Ne söylediğimiz kadar, nasıl söylediğimiz de karakterimizin
aynasıdır. Zira kelimeler, aklın ürünü olduğu kadar kalbin de yansımasıdır.
Kalbi kırarak doğruları söylemek, aslında hakikate zarar vermektir.
Şimdi soralım kendimize: Doğruları dile
getirirken, karşımdakini incitmeden mi konuşuyorum, yoksa kelimelerimi kılıç
gibi mi savuruyorum?
Belki de mesele, doğruları haykırmak
değil; doğruyu, doğru zamanda ve doğru
bir gönle usulünce bırakabilmektir.
Çünkü bazen bir söz, kaderi değiştirir
insanın: Ya zindana götürür, ya da taç taktırır.
Yorumlar
Yorum Gönder