Kayıtlar

Temmuz, 2025 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Kalbin Secdesi

“Aldanma insanların samimiyetine! Menfaatleri gelir her şeyden önce. Vaad etmeseydi Allah cenneti; O'na bile etmezlerdi secde.” Mehmet Akif Ersoy’un bu dizeleri, insan doğasının karmaşıklığını ve samimiyetin çoğu zaman çıkar gölgesinde nasıl kaybolduğunu sarsıcı biçimde ortaya koyar. Gerçek içtenlik, ne yazık ki çoğu zaman menfaatin ardından gelir. Modern dünyada bu sorgulama daha da belirginleşiyor. Günlük ilişkilerimizde, iş hayatında, arkadaşlıkta, hatta aile bağlarında bile samimiyetin sınandığı anlarla karşılaşırız. Sorular zihnimizde dolaşır: "Bu ilişki bana ne kazandırır?" Gerçek insanlık ise tam bu sorunun dışında varlık bulur — karşılıksız iyilikte, hesapsız sevgide... Dinin Derinliğinde Samimiyet Akif’in dikkat çektiği gibi, eğer ibadet yalnızca ödül beklentisiyle yapılıyorsa, ortada samimiyet değil, bir pazarlık durur. Gerçek iman, bir karşılık beklemeden, yalnızca inandığı için yönelmekle şekillenir. Tıpkı çıkar gözetmeyen bir dostluk gibi... Son...

Aynadaki Surete Bakmak

Kenan Rifai’nin Sohbetler adlı eserinde çarpıcı bir hadise aktarılır:  Bayram ziyaretinde Hoca Celâl Efendi içini döker. Yakın bir yere tayin beklerken, sebepsizce uzak diyarlara gönderilmiştir. Üzgündür. "Bana bunu reva görenlere beddua ediyorum," der. Aldığı cevap ise adeta bir tokat gibi çınlar: "Onlara beddua edeceğine, kendi etrafını tavaf et!" Bu söz, Mevlânâ’nın yüzyıllar öncesinden yankılanan "Dert, aynaya bakmaktır" öğüdünü hatırlatır. Başımıza gelenin sebebini neden hep dışarıda ararız? Oysa en net ayna, kendi içimizde değil midir? Uzun yıllar önce, bir fabrikada çalışırken ağır bir iş kazası geçirmiştim. İlk şoku atlattıktan sonra, klasik "Neden ben?" sorusu yerine, derin bir nefes alıp "Acaba nasıl ben?" diye sormaya başladım. Kaza anını zihnimde tekrar tekrar geri sardım. Gördüm ki, belki de farkında olmadan ihmal ettiğim küçük detaylar —ayakkabımı düzgün giymemek ve arızaya aceleyle yanlış şekilde müdahale etmek— büyük so...

Eleştiriye Kapanan Kapılar, Yönetime Açılan Krizler

  Liderlik yalnızca bir makam meselesi değildir; aynı zamanda eleştiriye açık olabilme sanatıdır. Bu sanatın ne kadar hayati olduğunu, Büyük İskender’in veziriyle olan meşhur diyaloğunda açıkça görebiliriz. İskender, kendisini hiçbir konuda uyarmayan vezirine şöyle der: — Sana ihtiyacım yok. Vezir şaşırır: — Neden, hükümdarım? İskender açıklamayı geciktirmez: — Çünkü ben bir beşerim. Eğer bu kadar zaman boyunca tek bir hatama bile rastlamadıysan cahilsin; eğer rastladın da söylemediysen hainsin. Geçtiğimiz günlerde bu diyaloğu okuduğumda düşündüm: Acaba İskender’in bu tavrını günümüz siyasetçileri ve yöneticileriyle kıyaslamak mümkün mü? Bugün çoğu yönetici, her şeyi biliyormuş gibi davranıyor. Bu yüzden etraflarındaki danışmanlara yalnızca dalkavukluk rolü kalıyor. Çünkü danışmanların herhangi bir konuda yöneticiden daha donanımlı olması, çoğu zaman tehdit olarak algılanıyor. Yönetim Ü zerine Kendi Deneyimlerim Birlikte çalıştığım eski yöneticilerden biri, eleşti...

Hayır'ın Özgürleştiren Gücü

Şu tanıdık sahne: Telefon çalıyor. "Hafta sonu şöyle bir kahveye çıkalım mı?" İçinden "Bugünlerde çok yorgunum, biraz dinlenmem lazım" diye geçiriyorsun ama çıkan ses, "Tabii, olur!" oluyor. Ya da iş yerinde, zaten dolu olan masana bir görev daha konuluyor ve sen, "Hayır, bu sefer yapamam" diyemiyorsun. Dışarıdan gelen bu davetlere, taleplere "hayır" demek gerçekten zor. Sanki reddetmek, bir kabalık, bir eksiklik gibi gelir. Peki ya içimizdeki o sürekli fısıldayan seslere, dürtülere "hayır" diyebilmek? İşte asıl zor olan da bu.   İki Cephede Savaş: Dış Talepler ve İç Dürtüler   "Hayır" diyememenin bedeli sadece zaman kaybı değil daha da sinsi olanı, içsel dürtülere karşı koyamamaktır:   1.  Dış Talepler: Sosyal beklentiler, iş yükleri, "hayır diyememe" korkusuyla kabul ettiğimiz her şey. Her "evet", başka bir "evet" için kapı aralar. Bir bakmışsın, kendi isteklerine, ihtiyaçlarına yer k...

Ben Oldum Değil, Ben Olma Yolundayım

  Hayat, bir nehrin akışı gibiydi. Durduğunu sanırsın, oysa her an yenilenir, her saniye başka bir şeye dönüşür. İnsan da öyle… Kimi zaman kıyıya vuran bir yaprak misali, bir köşede çakılıp kaldığını zanneder. "Artık oldum" der, gözlerindeki merak ışığı söner. Oysa gerçek büyüme, tam da o anda, "Daha yolun başındayım" diyebilmekte saklıdır.     Bir kelebek, kozasını "yeter" diyerek terk etseydi, kanatları asla güneşi yakalayamazdı. İnsan da "oldum" dediği an, ruhunun kanatlarını kırar. Oysa her soluk alış, yeni bir başlangıçtır. Her düşüş, daha yükseğe sıçrayışın provası. İmam-ı Azam'ın o muazzam sözü yankılanır zamanın koridorlarında: "Bilmediklerim ayağımın altında olsaydı, başım göğe değerdi." Ne büyük bir tevazu, ne derin bir hakikattir bu! Bilmenin sonu yoktur, çünkü her öğrendiğimiz, bilmediğimiz okyanusun kıyısına bırakır bizi.    "Oldum" diyen, kendini taşlaştırır. "Oluyorum" diyense, bir bahar dalı ...

En Büyük Günah!

  İnsan çoğu zaman günahı yalnızca davranışta arar; bir kırıcı söz, bir ihmal, yanlış bir adım… Oysa hakikat terazisinde en ağır günah, bazen görünmeyendir: Kendini mutlak doğru bilmek, dünya sevgisine gömülmek, başkasının acısına duyarsız kalmak… Resûlullah  (s.a.v.) bir hadisinde geçen şu derin mecaza kulak verelim: Senin vücûdun öyle bir günahtır ki, ona hiçbir günah kıyas kabul etmez. Bu, bir ejderhâdır. Yılanın en büyük başı dünya sevgisidir. Tamah, haset, kibir, şehvet, öğünme, riya... Bunlar da yılanın diğer altı başıdır; ama ilkine nispetle küçük kalırlar.” Bu anlatım bizi doğrudan içe, kalbin derinliklerine götürür. Çünkü çoğu zaman günah bir fiilden çok bir hâldir.             Dünya sevgisi, insanı içe kapatır. Benliğin iç sesi yükseldikçe başkasının feryadı kısılır. Göz başkasının feryadını göremez olur, kalp sadece kendi çırpınışını duyar. Tamah, kibir ve hasetle yoğrulan bir benlik; büyür gibi görünür...

Bir Gün ya da Daha Az!

  "Allah inkârcılara sorar: ‘Yeryüzünde kaç yıl kaldınız?’ Onlar ise şöyle cevap verir: ‘Bir gün veya günün bir kısmı kadar kaldık…’" (Müminûn, 112-113) Çocukken hayatın anlamını çözmeye çalışırdım. Kendime tekrar tekrar sorardım: Hayat nedir? Madem öleceğiz, o hâlde neden dünyaya geliyoruz? Ölümle ne oluyoruz? Ölüler şimdi nerede, ne yapıyorlar? Bu sorular, zihnimde durmaksızın yankılanırdı. İnsanlar her gün bir yerlere koşuyor, bir şeyler biriktiriyor, hırsla daha fazlasını istiyordu. Kazanmak, daha çok kazanmak, hiç doymamak… Sonunda helal-haram ayırt etmeksizin sahip olduklarını arkalarında bırakıp gidiyorlardı. Peki, bütün bunların anlamı neydi? Beni en çok düşündüren şey, sıradan insanların bu döngü içinde kaybolmaları değil, inançlı ve bilgili olması gerekenlerin de aynı şekilde yaşamasıydı. Diğerleri bilmiyor olabilir, diye düşünürdüm, ama onların bu hakikatin farkında olmaları gerekmez miydi? Neden onlar da bu dünyada sonsuza dek kalacaklarmış gibi hareket ed...

Neşeyi Taklit Etmek: Sahtecilik mi, Cesaret mi?

  Neşeyi Taklit Etmek: Sahtecilik mi, Cesaret mi? Bazen umut bir rol gibi başlar; sonra gerçeğe dönüşür.   Hiç gerçekten mutsuz olduğunuz bir anda, sanki hiçbir şey olmamış gibi gülümsemeyi denediniz mi? Gülümsemenizi kasıtlı olarak taktığınızda içiniz "yalancı" gibi hissetti mi? Yoksa o sahte sandığınız tebessüm, gerçekten size ait bir şeye mi dönüştü? Dudaklara zorla kondurulan gülümseme, zamanla gözlere ışık olarak yansır.             Bu teorik çerçevenin gerçek hayatta nasıl ete kemiğe büründüğünü görmek ister misiniz? Uygulamalı Psikoloji alanında gerçek bir otorite olan William James bir kez şu gözlemde bulunmuştu: "Hareketlerin duyguları izlediği düşünülür, ama gerçekte hareketler ve duygular birlikte ortaya çıkarlar; istememiz halinde doğrudan kontrol edebileceğimiz hareketlerimizi düzene koyarsak, doğrudan kontrol edemediğimiz duygularımızı da düzene sokmuş oluruz." Başka bir deyişle, duygularımızı değ...

Bir Sözün Kaderi

İnsan bazen ne söylediğini unutmaz da, nasıl söylediğini unutur. Oysa hayatta birçok kapıyı açan ya da kapatan tam da budur: Üslup. Bir gece padişah, rüyasında bütün dişlerinin döküldüğünü, yemek bile yiyemez hâle geldiğini görür. Sıkıntı ve elem içinde uyanır. Hemen tâbircibaşının huzuruna getirilmesini emreder. Uyku sersemi tâbircibaşı, gözlerini oğuştura oğuştura padişahın huzuruna çıkar. Padişah, beklemeden rüyasını anlatır ve sorar: — Tâbircibaşı, bu rüya hayır mıdır, şer midir? Tâbircibaşı biraz düşünür, sonra utana sıkıla cevap verir: — Şerdir, padişahım. Padişah, yüzüne karşı böyle söylenmesine şaşırır. Tâbirci devam eder: — Uzun yaşayacaksınız; fakat ne yazık ki, bütün yakınlarınız gözlerinizin önünde birer birer ölüp sizi yapayalnız bırakacak. Bir anlık sessizlikten sonra padişah kükrer: — Tez atın şunu zindana! Felaket tellallığı nedir, öğrensin! Ardından yeni bir tâbirci getirilmesini emreder. Rüya yeniden anlatılır. Padişah aynı soruyu sorar: — Hayı...

Hayatın Virajlarında Kaçış Rampaları

Hayat, tıpkı virajlı bir dağ yolu gibi, beklenmedik anlarda karşımıza zorlu engeller çıkarır. Bazen frenlerimiz tutmaz, kontrolü kaybeder ve uçurumun kenarına sürükleniriz. Peki, bu çaresiz anlarda içimizde hangi acil çıkış işaretlerini görmezden geliyoruz? İşte tam bu anlarda, karayollarındaki kaçış rampaları gibi, hayatımızda da bizi kurtaracak "görünmez güvenlik ağları" na ihtiyaç duyarız. Beklenmedik Anların Kurtarıcısı: İçsel ve Dışsal Limanlar Karayollarındaki kaçış rampaları, freni patlayan araçlar için son bir umut ışığıdır. Benzer şekilde, hayatımızın zorlu anlarında da bizi kurtaracak, yavaşlatacak ve durduracak kaçış rampalarına ihtiyaç duyarız. Bu rampalar, bazen bir dostun sıcak bir kucaklaması, bazen bir hobinin ruhun mola noktası, bazen de bir profesyonelin rehberliği olabilir . Acaba bu güvenli limanları, kriz düğümlerini atmadan önce ne kadar fark ediyoruz? İnsanın İçindeki Görünmez Acil Çıkışlar           ...